Seçim oldu ve yeni idarenin yasama organı olan yani en yüksek karar organı olan meclis kuruldu. Halkın geneli sandıktan kaos çıktı dedi. En yüksek karar organı kuruldu ama halk milletvekillerinin belli olmasını beğenmedi ve nedeni kaliteleri değil değişik siyasi partilerden olmaları oldu. Çünkü milletvekillerinin çoğunluğu bir veya iki partiden en çok üç partiden oluşan bir gurup kurulmazsa yürütme organında sorun olabilir kaos olurmuş
Bu koalisyonlara peşinen iyi gözle bakmayan insanların siyasetlere yani çözüm önerilerine bakmadan varacakları sonuçtur. Dünyaya bakarsak çok uzun yıllar koalisyonlarla yönetilen ülkeler, başta Almanya olmak üzere dünyanın ekonomik refahının adı geçen örnekleridir. Buna rağmen bizim koalisyonlardan korkmamız haksız değildir. Çünkü sözde demokrasinin hem de sözde çok partili demokrasinin başlaması ile ilk seçimin sonuna doğru çoğunluğu kaybeden UBP hükümetinin azınlığa düşmesi ile hissedilen ekonomik durgunluğun büyük yağmanın sonuna doğru görünmesi ile mecliste azınlık hükümetinin olması unutulamamıştır. O zaman meclis seçime kadar dayanmış ama seçimden sonra da koalisyon dönemi başlamıştı.
Seçmen neden çare bulamamış veya seçilenler korkup da yolsuzlukların üzerine gidecek sağlıklı bir kamu yönetimi için üstüne düşeni yapmamıştır? Bu soruya yanıt vermek çok tehlikelidir. Çünkü yanıt herkesin gözünün önündedir parçalana parçalana beş kez ad değiştiren bir partinin kaderiyle ilgilidir.
Seçimlere müdahale edip Kıbrıs’a gelip kimi seçemeyeceğimizi emreden 12 Eylül darbesinin kuvvetli adamı Ersin paşanın günlerce ortada dolaşan demeci ve onu destekleyip “Durduran Anamur’a bağladığımız yolu kesmek istiyor demeci ile Denktaş’ın haberleri” unutulmamış ve toplumun hafızasında yer etmiştir.
Türkiye seçilenler kim olursa olsun değişen bir şey olmaz ilkesini de halkımızın hafızasına soktu. TKP, Halkçı partinin ardından kuruldu ama neden Halkçı parti parçalandı, hiç konuşulmadı. Sonrasında TKP ile CTP ve DHP koalisyonla çoğunluğu elde etti ama “seçimden sonra hükümetin istifasını vermesi ilkesi”’ni çiğneyen bir ilk ile işe başladı. “Seçimden sonra ne sonuç olursa olsun hükümet istifa eder” ama başında bir başka güç yoksa… yoksa o güç meclise başkanını sorunsuz seçtirir ve seçim olunca istifasını Başkan’a sunması gerektiği halde sunmaz ve Başkan da hükümeti kurmak üzere aralarında koalisyon kuran partiler varken bile hükümeti kurmak üzere görevlendirme yapmaz.
1981 yılında bazı partileri komünist, aralarında muzır unsurlar var diye bölen Türkiye seçimlere gazete manşetlerinde verilen demeçlerle ve tehditlerle müdahale eder ve hükümet kuruluş çalışmalarını durdurur. Sonrasında da istediği gibi hükümet oluşturur. Yani seçimde kazansanız da işe yaramaz olduğunu gösterir. Nitekim olaylar ardından partiler kim koalisyona girdi, kim girmedi kavgasına başlanır. Seçim yapma hakkımız var mı, kim neden karışıyor diye kavga koltuk kavgasından başka anlamı olmayan kavganın yanında güme gider.
Tarihinin en ideolojik gençlik hareketlerinin ateşlediği kuşakların temsilcilerinin yer aldığı partiler sonunda iktidar olmak için tek çare dışgüçle uzlaşmaktır noktasına getirildi. Hükümetlere yama olmakla da değil tek başına da hükümet olmaya layık oldukları kadar değişince sözde iktidar oldular.
Değişmeyen tek şey mali olarak Türkiye’ye mahkûm, Türkiye’de hazırlanmış planlara onay vermeye mecbur ve Kıbrıs sorununda sorun yaratmayacak cumhurbaşkanı ve hükümeti oldu. Arada çatlak ses gibi biz yavru vatan değiliz, anavatanımız Kıbrıs’tır gibi ifadeler duyulsa da etkili olmaması için anında karşılığını bulur.
Halkımız bu halin sonucu kaos yaratmış! Ne yaratacaktı ki? TC’nin hazırladığı halkın seçtiği hükümet ve meclise empoze ettiği üç yıllık programın son yılı 2015te yapılan değerlendirme raporu der ki KKTC maaş ödemekten başka kaygısı olmayan bir garabettir. Kendi idare eder ama uzaktan kumanda ve seçmen denetimi olmadıktan sonra başarısızlık kaçınılmazdır, onun için yavrusunu kendi aşağılar. Çünkü kendi seçer halkın seçim yapamayacağını bilir. Çünkü ay sonu maaşları bile ödeyemeyiz bilincinde olan bir hükümet maaş ödemekten başka kaygı duymazsa seçilmesi için de maaş ödemenin yeterli olacağına inanır. Onu gütmek isteyen güç de ona göre maaşlara bakar. Biraz sıkar biraz gevşetir. Ama oy simsarlarını beslemeye devam eder.
Rum tarafında da “birisi çıkacak ve çözümü kolaylaştıracak adımlar atacak” umudu bitmez. Onun için seçim sonucunu UBP ve DP’nin oylarına bakarak hayal kırıklığı yaşadılar. Ama seçilenlerin sayıları yanında güç kimde değerlendirmesi de yapılmalıdır. O kadar çok faktör var ki hepsini sıralamak zordur ama göz önündekiler yeter. Yonca ekmeye de havaalanını nereye kimin yapacağına da, eğitimin müfredatına da ve gerisine de yani bir hükümetin tüm yapacaklarının listesi olan bütçeyi de, üçer yıllık programları da hazırlayan Türkiye’nin ajanslardır, onaylayan da seçilip mecliste göreve gelenlerdir ama seçimlerin sonucunu da Türkiye’nin müdahalelerinin oluşturduğu herkes tarafından sınanabilir.
Seçim şarttır. Seçime seçim diyebilmek için gerekenler de şarttır. Sahtesine hayır deyip gerçek seçim olanağını sağlamak için mücadele etmeliyiz. Halkın denetimine izin vermeyen dış müdahaleye göre oluşmuş meclis ve hükümet kimseyi memnun etmez. Türkiyeliler, yani TC Kıbrıs işleri tarafından esas kararları alıp uygulayıcılara hak ediş bedelleriyle yön verenler, bile memnuniyet belirtemiyorlar. Ankara’ya rapor yazıyorlar ve eleştiriyorlar. Yapay fırsatlarla kolay geçim olanakları sağlayıp Kıbrıslıları pasif halde getirmeye çalışıyorlar ve tabii ki aralarındaki fırsatçılar da istifade etmek için saldırıyorlar. Yoksa üniversite fırsatını sağlarken kumarhane ve kerhane adası yapmak ayni anda nasıl olur!
Her şey dış etkiyle oluşursa seçimde halk iradesi olsa olsa böyle yansır. Sonuçta halkımız layık olduğu idareden başkasına sahip olmadı ya. Gözünün önündeki gerçekleri değerlendirememesi sonucu oluşan ortam ancak buna layık olduğu idaredir.
Türkiye gerçeği deyip seçime oy avı olarak bakanlar partileri ele geçirirse halk gerçeği göremez.