Son zamanlarda bölgemizde Suriye ve Irak ve de pek tabi ki Türkiye’deki sorunlardan sonra, halkların kendi kaderlerini tayin etme konusu gene gündeme gelmiştir. Aslında çok titiz ve kritik bir konudur ama Avrupa’da iki yüz yıl once, gerçekten birçok ulusal sorunun çözülmesinde bu kavram etkin olmuştur. Fransız Devrimi’yle başlayan aydınlatmayla ülkeler arasındaki ulusal ve etnik konularda, öncelikle her etnik gurubun veya ulusun kendi kaderini tayin etmesi söz konusu olmuştu ama pek tabi ki bunun da esasları ve ilkeleri vardı. Diyelim ki birden fazla toplumun yaşadığı İsviçre gibi bir toprak parçasında, ülkenin demokratikleşmesi ve oluşan bölgesel özerk bölgelerin eşit haklarıyla tek bir merkeze bağlanmaları ve oydaşma, çoğulculuk gibi değer ve kavramların yerleşmesiyle, toplumlar kendi sorunlarını çözmüşlerdir. Belçika’da yaşayan Valonlar, Flemenler ve Almanlar da böyle bir çözüm içine girerlerken,gene Norveç ve İsveç de sorunlarını çözüp iki ayrı devlet olarak yaşamaya başlamışlardır.Bu iki ülke ayrılırken tekrar eşit halklar olarak birleşme kararı almışlar ve o şekilde ayrılmışlardı. Ulusal sorunların çözülmesinde illa ki ayrılma ve ayrı devlet kavramı yoktur. Eğer üniter bir devletse , demokratikleşir ve topluımlarını eşit vatandaşlık çerçevesinde tekrar birleştirebilir. Zaten demokratikleşen bir devletin veya cumhuriyetin bölünmesine gerek kalmaz. Pek tabi ki Self-Determinasyon kavramını dünya siyaset gündemine getiren Vladimir İlyiç Lenin, başka bir ülkenin tahakkümü altında yaşayan ulus veya halkların da ezen ulusa eşitlenmesi, birbirlerine saygı çerçevesinde ve evrensel hukuk, insan hakları, demokrasi ve adalet ilkelerinin de gelerek, tek toplumlu, homojen olan ülkelerde bile evrensel eşit insan hakları kararlarının olmasını da koşul olarak getirmiştir. Gerek Birinci, gerekse İkinci Dünya Savaşları sonrasında, bu konularda getirilen insani ve evrensel hukuk kararları, 1949 Cenevre Konvansiyonu ile daha da pekişmiştir. Bir durum daha ortaya çıkmıştır; aynen İsviçre ve Belçika’da olduğu gibi, birden fazla toplum, bu değerlere saygı göstererek, tek bir devlet içinde de yaşayabilirdi ama tek şart, o devletin demokratikleşmesiydi. Eğer demokratikleşmez ve ezilenler dominant toplumun kontrolü altında ezilirlerse, orada yaşayan toplumlara bir emniyet sübabı olan self determinasyon kararı tanınabilirdi. İşte parçalanmamak için devletler, demokrasinin, hukukun, adaletin ve insan haklarının tüm değerlerini uygulama yükümlülüğü içinde kalıyordu. Zaten bunlar olmazsa da, daha sonraları 1990’larda gördüğümüz gibi Yugoslavya ve SSCB örneğinde gördüğümüz parçalanmalar olacaktı. Sovyetler Birliği, başından 1917 yılında koyduğu sosyalist özgürlükçü ilkelere, Stalinizmin de etkisiyle bağlı kalmadığı için, 1945 yılında işgal etmiş olduğu topraklar, 1990’larda ondan ayrılacak, orada daha sonraları taşınan Rus toplumlar ise çok güç durumda kalacaktı. Mesela Latviya, Litvanya ve Estonya gibi ülkeler bu gibi ülkelerdi. Yugoslavya’da ise Tito’nun ortoriter gücü ortadan kalkınca, senelerce veya 1945 öncesinde orada yaşayan çok uluslu ve çok kültürlü yapı dağılacak, dominant durumda olan Sırplar, tekrar otorite kazanmaya çalışınca da karşı durulmuş, Sırp ileri gelenler soykırıma kadar varan politikalar ortaya koyacak ve Yugoslavya bugünkü gibi dağılacaktı. Oydaşmacılık, Çoğulculuk, adalet ve demokrasi değerlerine saygı gözetilmediği için de, Yugoslavya bölünecekti. Sosyalizm denilen ideoloji ise ne SSCB’de ne de Yugoslavya’da izlenecek, kendi içinde bu sistem de maalesef Rusya gibi bürokrasi denilen yeni bir parazit ve gerici kastı yarattığı için, sosyalizm diye bilinen bu bürokratik despot kast sistemi darbe yiyecekti. Sosyalist diye ortaya çıkan federasyon veya uydu devletler, maalesef ulus-devletlere dönüşecek ve tek toplumlu milliyetçi yapılar oluşturacaklardı. Stalinizmin iflas ettiği aslında bu noktaydı. Ulusların ve ulusal devlet ve sınırların, sosyalizmle çelişki oluşturdukları ve devlet olduğu müddetçe sosyalizmin yaşayamayacağı gerçeği görülememişti. Stalinizmle Marksizm arasındaki en büyük fark da buradaydı.
Bu sorunlar ortaya çıkarken, Türkiye’nin Güney-Doğusu’nda da Kürt hareketi patlayacaktı. Türkiye başından itibaren bu sorunu demokratikleşme çerçevesinde çözmeye çalışacağına, derin devlet tipi paramiliter gruplar , askeri operasyonlar ve şiddetle çözmeye çalışacaktı. Demokratik Cumhuriyet’te aynen Sosyalizmde olduğu gibi ırkçı, şövenist veya gerici milliyetçilik, o cumhuriyetteki farklı etnik gruplar arasındaki birlikteliği en fazla baltalayan bir ideolojiydi. Demokratik ulusculuk ile gerici ulusculuk arasındaki fark da açıktı. Demokratik ulusculukta yayılmacılık yoktu ve diğer farklı kültürdeki halklarla komşulara saygı mevzubahisti. Türkiye’de bu demokratikleşme ve demokratik uluscu yapı maalesef oluşturulmadı. Bu da Türkiye’nin daha da yıpratılmasına neden olacaktı. Bunun yanında aynı yapıları olan Irak, İran ve Suriye’de de Kürt Sorunu tekrar canlanmış ve aynı bakış açısıyla hukuk, adalet ve demokrasi çerçevesinde çözülmeye çalışılacağına, şiddetle bu sorunların üzerine gidildiği için, ekonomik ve imaj olarak da bu devletler darbe yiyecekti. Son zamanlarda demokratikleşmeye yanaşmayan ve aşırı dinci İslamcı siyasetlerle bu sorun üzerine giden Türkiye, şu anda kendini Suriye’de bu sorunla mücadele eder bir durumda bulmuştur. Yapılması gereken tüm bu ülkelerin kendi topraklarında demokratikleşmeye gitmeleri, Kürt halklarıyla uzlaşmalarıydı. Bunlar olmadı ve şu anda Orta Doğu’daki kargaşalığın temelinde de bu demokratikleşmeyi becerememenin sorunları yatmaktadır.
Şunu açıkça koyalım, demokratikleşen ülkeler bölünmezler, aksine topraklarının bütünlüğünü sağlayarak aynen 200 yıl önceki Avrupa gibi örnek alınan ülkeler olurlar. Bölünmemek için demokratikleşmek şarttır.