Ne yalan söyleyeyim, gerçekten savaşın tehlikesi belirince korktum. Bu işin şakası olmadığını yaşayarak biliyorum. Altı yaşındaydım…1963 yılında karşılaştığım olaylar ve korkular savaşa karşı ilk tepkilerimi getirmişti. Tüm gün devam eden çarpışmalar sırasında, korkudan o kadar sessizleşiyordum ki, gece silah sesleri durduğunda, midemdeki yanmaları size anlatamam. Tüm insanlar da aynıydı. Hatta gün boyunca savaş devam ederken, korkudan insanın aklına yemek yemek gelmiyordu. Acıkma duygusu daha sonra beliriyordu insanda. O dönemler, memurlar ve ücretli insanlar da ödenemedikleri için, parasızlığın ve aç kalmanın acısını daha da duyuyordu insan. Rayşon dedikleri yardımlar gelirdi dışarıdan, BM kanalıyla rayşonlarda sırada bekler ve verilenleri alır, eve annemize götürürdük. Hatırlıyorum yoğurt yapmak için sütü toz halinde veriyorlardı, süt tozu verdiklerinden ötürü de ben bu sütün tadını beğenmezdim. Eve birgün süt tozu almadan gittiğimde, evdekiler bayağı kızmışlardı bana. Açlık çok tehylikeliydi. O dönemlerde küçük kardeşlerimin, hem vitaminsizlik, hem de sular kesildiği ve kuyulardan su ihtiyacımızı giderdiğimiz için, kirli sulardan ötürü vücutlarında çıban ve sivillerin çıktığını, bunlar için de bayağı koşturduğumuzu hatırlıyorum. Eve televizyon, 1967 yılında gelmişti. Daha öncesi televizyonumuz olmamıştı. Araba sahibi de değildik. Zaten bir öğretmenin yedi klişilik bir aileye bakması da aldıkları da pek kafi gelmezdi. Babamızdan, okulda harcamak için aldığımız para da azdı. Beş erkek kardeştik ve gerçekten beş çocuğa bir maaşla bakmak kolay değidi. 1963 ve 1964 çarpışmalarının getirdiği acı anılar arasındaydı bunlar. Bir de başka çocukların babaları veya yakınları bir yerden bir yere gitmek için yola çıktıklarında, maalesef barikatlarda kaybolmuş ve kayıp şahıslar olarak şimdilere kadar bilinmişlerdi. Hiç olmazsa savaş sırasında bir yakınımızı kaybetmemiştik diyecektim ama şunu da söyleyeyim; teyzelerimden biri Lefke’de yaşıyordu ve eniştem orada bir EOKA’cı tarafından öldürülmüştü. Yeğenlerim 9 ve 12 yaşlarında öksüz kalmışlardı…
1974, 15 Temmuz günü Makarios’a darbe yapılınca bizleri de çocuk yaşlarımızda olmamıza rağmen mevziye çağırmışlardı, hemen ertesi gün. 16 Temmuzdan 21 Temmuz’a kadar mevzide kalmış, tüm hazırlıklara katılmış ve 20 Temmuz günü savaş ada genelinde başlayınca, bir anda kendimizi savaş içinde bulmuştuk. Düşene kadar 21 saaat mevzide kalmış, daha sonra da esir düştükten sonra, çekilen korkular devam etmiş, üstelik Baf gibi uzak bir yerde olduğumuzdan dolayı da, esirlikte de bayağı korkularla karşılaşmıştık. Savaştan bir yıl sonra, Karpaz’da kalan Kıbrıslırum öğrencilerle değiştirilmiş ve Kuzey’e geçmiş, benden bir ay sonra da ailem Kuzey’e gelmiş ve yeni hayatımıza Mağusa’da başlamıştık. Bildiğiniz gibi 1974 sonrası da Kıbrıslıtürklere yar olmamış, 1974 sonrası Türkiye’ye bağımlı durum, Kıbrıslıtürklerin daha da hızlı tükenişini devam ettirmiş, UBP’den çekilenler, 44 yıl sonrası Türkiye’nin de bıraktığı travmalar ve de Kıbrıslıtürklerin siyasal iradelerine gösterilen saygısızlıklarla, şimdiki yokolma noktasına gelinecekti.
Diyeceğim, sanırım Suriyelileri en fazla biz Kıbrıslılar anlayabiliriz. Onların yedi yıldan fazladır çektikleri acılar, ülkelerinden kaçmaları, bu arada Avrupa’ya sığınmak için yollarda karşılaştıkları ölüm tehlikeleri, istedikleri yerlere vardıklarında karşılaştıkları anlayışsızlıklar ve aşağılamalar da ölümden beter olmaktadır. Güney Kıbrıs’tan Kuzey’e geçmek için, dağlardan kaçarken biz de birçok ölüm tehlikesiyle karşılaşmıştık. Kuzey’e geçip güya daha iyi bir hayat şartlarına kavuşmak için o dönemler, 1974 yılında dağlardan da kaçmaya başlamıştı, Güney Kıbıs’ta yaşayan Kıbırslıtürkler. Suriye’de Batılı emperyalist ülkelerin, sorunun içine şiddetle dalmaları ve şiddetle sorunu çözmeye çalışmaları, bu arada yine çok derin bir anlayışla yarattıkları Isid veya Daeş adlı kriminal örgütün, Suriye halkına karşı terör ve soykırımla yaklaşması, bu arada Rusya’nın da emperyal hülyaları, diğer emperyal ülkelerin kendi güçlerini şiddetle Suriye halkına karşı kabul ettirmeye çalışmaları ve etkinlik kazanmaları, savaşı, maalesef geçen gece gözlemlediğimiz savaş kabusunu da yarttı. Aslında bütün yabancı güçlerin Suriye’yi terkederek Suriye halkını özgür bırakması ve onların kendi geleceklerini belirlemeleri en doğrusu. Eğer Sedat, başından itibaren dirayetli bir devlet adamı olarak davransa, daha ta başından ülkesini demokratikleştirmeye çalışsaydı, emperyalist ülkeler bir etkinlik alanı olarak Suriye’yi kullanamayacak ve bugün bu sorun da yaşanmayacaktı. Suriye halkları serbest bırakılmalı, insan hakları hakkı olan self determinasyon ilkesi uygulanmalı, bu halklar, bu emniyet sübabıyla gönüllü birleşmeli, memnun olmayanlar kendi kontrol alanlarını oluşturmalı, her etnik gruba, dine ve inanışa kendi geleceğini belirleme hakkı tanınmalıdır. Rojava örneği veya modeli örnek alınabilir. Bu model esasında eşitlik tanımının en detaylı sınırını çizmekte ve tüm insanlara özgürlük tanımaktadır.
Suriye, tüm yabancı orduların terketmesinden sonar, halklarının oluşturacağı halk konseyleriyle gönüllü birlik ve kendi geleceğini de belirleyeceği bir demokratik cumhuriyet olmalıdır. Görüşünü baskıyla oluşturmak isteyen aşırı bağnaz gruplara yer verilmemelidir. Bu şekilde armoni içinde bir ülke yaratılırsa, belki o zaman Avrupa’ya ve başka ülkelere göçeden Suriyeliler tekrar ülkelerine dönebilirler ve Suriye yaşanabilir bir ülke olabilir.
Dediğim gibi, Rojava gibi çağdaş ve örnek alınabilecek bir model, Suriye’nin önünde duran bir zenginliktir…