1968, dünya düzenine karşı, alternatif bir yaşam arayışı içerisindeki gençliğin bir kalkışması ise, Türkiye’nin 78’i de, dünyanın o yıllarda bir ülkede görebileceği, solun en heyecan verici ve en genç yükselişidir. Üniversite yıllarımda, hem gözlemleyip hem de bizzat içinde yer aldığım Türkiye 78 kuşağının sol dalgası, cesur, fedakar, örgütlü ve devrime çok inanmış bir kuşaktı.
1974 ile 1980 yılları arasında Türkiye’de yükseköğrenimde bulunan Kıbrıslı öğrenciler de Türkiye solunun mücadelesine omuz verirler. Mezun olup da adaya döndüklerinde o siyasi geleneği de düşünceleri taşıyıp getirmeleri zor olmaz.
Şimdi 2018 yılındayız. Aradan tam 40 yıl geçti. Kırk yıl geriye uzanmak o günleri anmak nasıl bir duygu ve düşünce yaratır 60 yaş kuşağının insanında?
Kırk yıl sonra, bugünün yaşam penceresinden bakarak, 78’in eleştirisini veya özeleştirisini yapmaya girişsek neler bulup anlatırız?
İçerisinde yer aldığım o yılların kitabını uzun zamandır yazıyorum.
Kuşağımın 40’ıncı yılı bitmeden, kitabı tamamlayıp yayınlamayı düşünüyorum.
Yazdıklarımdan bazı bölümleri bu haftadan başlayarak paylaşacağım.
ÖLÜM VE ŞİDDET İÇSELLEŞİNCE
Erdal Eren asıldığında henüz 18 yaşındaydı. “Bıyıkları henüz terledi” denecek yaşta yani. İdamı onu 78 kuşağının sembolü haline getirdi. Bunun birkaç nedeni vardı.
Birincisi, içimizden biriydi ama en gencimizdi.
İkincisi, hem iki gözü iki çeşme ağlayıp sızlayıp yaptıklarından ve düşündüklerinden dolayı nedamet getiren, hem de itiraf üzerine itiraf, namaz üzerine namaz kılarak idamını geciktirmeye çalışan ülkücüler gibi davranmadı. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından çok daha genç yaşta idam edildiği halde, onlar gibi devrimci sloganlarla veda etti yaşama.
Üçüncüsü, eşitlik, adalet, mutluluk ve özgürlük kavramlarının bir gün ve ancak devrim ile gerçek olacağına inanarak, komünist bir dünya için meydan okuyarak ve de üzerine çıkarıldığı tabureyi celladının çekmesine fırsat vermeden adeta tekme savurdu dünyaya.
Dördüncüsü, idam edileceği saatlerde ailesini teselli edeceğini düşündüğü birkaç elveda mektubu yazdı. Son sigarasını içti. Din adamı falan istemedi. Geride kalan devrimci arkadaşlarının ve örgütünün başlarını dik tutacağı bir cesaretle karşıladı ölümü. Ne bir sızlanma, ne bir şikayet!
Beşincisi, biz 78 kuşağı ve 68 kuşağının hayatta kalan abileri onu yalnızca çok sevmekle kalmadık, aynı zamanda bu zayıf ama genç vücuduna, o masum yüzüne sığdırdığı ölüm karşısındaki o cesur, koca yüreğine şaşıp kaldığımız içindir ki bizi en iyi onun anlatabileceğine karar verdik. Erdal’ı bizim kuşağın, 78 kuşağının en genç kahramanı ilan ettik.
Denecek ki, bireye önem vermeyen, kişiyi görmezden gelen ast-üst ilişkisinin ve erkek kültürünün baskın olduğu 78 kuşağının siyasi hareketlerinde, pek çok genç insanın yaşamlarını “devrim uğruna feda etmek” ile ilgili içselleştirmenin kötü tarafları da olmadı mı?
Elbette ölümü değil, yaşamı savunmalı insan. Devrimcilerin de devrim yapmak isteği yaşama, hatta daha güzel yaşamlara duyulan arzudan mülhem değil miydi?
Ancak insan bir kez şiddeti ve ölümü içselleştirdi mi, sanırım bunu başkalarının da benimseyip doğallaştırdığından hareketle bir süre sonra bu iki olayı, “şiddeti ve ölümü” de benimser ve sıradanlaştırır.
78 kuşağının siyasi hareketleri de öldürülen, siyasi cinayetlere kurban giden çoğu genç devrimci taraftarları için, “devrim şehidi” kavramını kullanırlarken olaya kutsi bir boyut katıyorlardı. Bu nedenle bu şekilde ölmek, bir bakıma kutsanmış, onaylanmış, devrimci çevrelerde takdir görmüş oluyordu.
Siyasi harekete bir yerinden dahil olan gençlere gelince.
Onlar da siyasi hareketlere katıldıklarında, “büyük bir siyasi ailenin” içerisinde hissederlerdi kendilerini. Böyle olunca da “büyük siyasi ailesinin” hatalarına karşı biraz “kör” kalmayı, “ailedeki” yanlışları görmezden gelmek gerektiğini mi düşünürlerdi?
Sanırım.
… “Devrime inanç” bir din adamının tanrıya duyduğu inanç kadar güçlü ve ulviydi. Bu hem 68 ve hem de 78’liler için böyleydi.
İdama gidenler, yaşadığımız dünyayı değiştirmeyi eşitsizliği ve adaletsizliği kaldırıp yerine eşit-adil-özgür bir dünyanın, uğruna ölümü göze aldıkları sosyalizm-komünizm davası için korkusuzca meydan okudular ölüme. Geriden geleceklere, içinde cesaret, fedakarlık ve inanmışlık olan bir devrimci miras bırakacak olmanın heyecanı ile ayrılıyorlardı bu dünyadan. Ama biliyorlardı ki ölümlerinden sonra geride kalan yoldaşları tarafından bir siyasi kahraman olarak anılacaklardı ve galiba bu da onlar için yeterliydi.
… Bu nedenle 68 ve 78 kuşağının devrimi tabulaştıracak kadar benimsemesinde, diğer dünyada değil ama bu dünyada gelecek kuşaklar için devrimci bir kahraman olarak anılma isteği ve heyecanı ve devrime kutsi bir yön atfetmesi de etkili olmuştu. Bu nedenle de devrimi neredeyse uğruna ölmeye değer bir inanca dönüştürmüştü.
Ancak 78’in bir diğer yüzü de örgütün illegal çalışma koşulları ile rejimin baskıcı ve faşist yapısı ile içe kapanmayı, örgüte sadakati, siyasi hareketleri, cemaatlerde de olan itaat kültürüne yaklaştırıyor, devrimcileri ve gençleri birey olmaktan uzaklaştırıyordu.
Çünkü o yıllarda büyük bir siyasi ailenin içinde durmak, davaya inanmış devrimci gençlere kendi siyasi hareketlerini sorgulamak ve eleştirel gözle bakmak yerine, “devrime olan inanç” ya da devrimin yararına olduğunu düşündükleri için, eleştirmeyip aksine var olan hataları görmezden gelmeye meyyal kılıyordu.
Sanırım devrim için, ölüm ve şiddetin bir siyasi cesaret ve fedakarlık olarak kabul görüp içselleştiği bir durumda başka türlü olması da mümkün değildi.
DEVRİMİ GÜNLÜK YAŞAMIMIZA YERLEŞTİREMEDİK
Dönemin ODTÜ öğrencisi, günümüzün romancısı Ayşegül Devecioğlu, 78 kuşağı solunun kaçırdığı fırsatları, “Kuş Diline Öykünen” isimli romanda, kahramanına şu sözlerle yorumlatmış:
“Biz yepyeni bir hayat öneriyorduk. Ama bu hayatı kendi varoluşumuzda, yarattığımız yaşam biçimleriyle ortaya koyabilme fırsatını kaçırdık. Bizim kendileri için bir umut olmadığımızı hissettiler ve daha savaşmadan bozulmuş bir ordunun askerleri gibi, bayraklarını dürüp evlerine döndüler” (1)
Kadın-erkek ilişkilerinde bile vaat ettiğimiz eşitliği, devrimden sonrasına “nasıl olsa herkes eşit olacak” diye erteledik. Rejimin İslamcı, ırkçı, milliyetçi ve köylülükten mütevellit düşünceleriyle sarmalanmış gericileri istismar etmesin diye de, mevcudunu yıkıp, yerine yenisini vaat ettiğimiz yaşam biçimlerinden bile uzak tuttuk kendimizi.
Aşktan sanata, giyim kuşamdan eğlenceye, kişisel özgürlüklerimizi kısıtladık. Değil karşıt sol görüşten olanların siyasi düşüncelerine hoşgörüyle yaklaşmak, kendi siyasi hareketimizin düşünce ve eylemlerinin eleştirilip sorgulanmasına bile tahammülsüzdük. Ne kendi dışımızdaki sol hareketlere tahammül ettik, ne de onların, taraftarı olduğumuz sol hareketi eleştirmelerine.
Bu nedenle kadro ve sempatizanlar da, siyasi hareketlerin merkezden çıkan her siyasi kararına, sorgulamadan harfiyen uydular.
Örgütün kararlarına, başka kişi ve örgütlerden gelecek olası eleştirilere, kendi örgütümüzden dışlanma olasılığını da göz önüne alarak sessiz sedasız, sorgusuz sualsiz kabullenmeyip özgürce ve sesli bir biçimde tartışabilseydik eğer, belki sol arası ilişkiler de sinik ve alaycı değil çok daha ciddi ve seviyeli olurdu. 1970’lerin kamuoyu tarafından da daha çok benimsenirdik belki. Daha çok ezber ve taklit yerine, daha özgün olabilseydik, yani tüm iyi şeylerin üstten, merkezdeki bir avuç devrimciden değil de, bizden, yani daha alt kadrolardan, hatta siyasi taraftar ve sempatizanlarımız arasından çıkabileceğine de inansaydık eğer, belki de 12 Eylül askeri darbesinin hemen ertesinde, bu kadar hızlı ve kolay yenilmezdik.
Bizim kuşağın devrimcileri aşık olmamaya veya aşıksalar da genellikle duygularını davranışlarıyla pek belli etmemeye çalışırlardı. Ne kadın, ne de erkek devrimci öğrenciler okul civarında el-ele birlikte gözükmeyi tercih ederdi. Çünkü devrim gibi önemli bir sorun dururken, aşkla meşkle uğraşmak hiç de hoş karşılanmazdı 78 kuşağının devrimcileri arasında. Ne devrimci siyasi hareketlerde, ne de devrimci arkadaş-yoldaş çevremizde. Üstelik ele ele gezince diğer sol gruplara karşı ağırlığınız eksilir, siyasi karizmanız çizilirdi ya.
Öte yandan sosyalizm ve sınıfları kaldırmayı amaçlayan komünizmle, “kadın-erkek eşitliğinin” de sağlanacağını düşünüyorduk. Bu neden bile feminizme uzak kalmamıza yeter de artardı bile. Ama bu nedenden dolayı değil de çoğumuzun haberi olmadığı için feminizmle alakası olmayan bir kuşaktık biz. İyisi mi? Feminist olmak yerine rejimin “ahlak bekçisi” olmayı daha çok yakıştırdık kendimize.
Bu kadar katı bir illegal görüntü yerine, yani askeri disipline, asık yüzlülüğe, yeknesak eylemlere odaklanmak yerine, şeffaf, esnek, hoşgörülü ve birbirimize karşı daha empatiyle yaklaşmayı becerebilseydik eğer, belki de daha çok insan bizimle birlikte olur, yazmış olduğum gibi 12 Eylül’de yenilgimiz de bu kadar çok erken gelmezdi.
Bunları başaramadık. Buna karşın, kendisi dışındaki sol örgütlere güvenmeyen, onları dışlayan, dışa karşı sekter, kendi içerisinde ise hiyerarşik bir disiplin ile malul, dışarıdan bakınca çok da sempatik gözükmeyen, hele de bulunduğumuz mahalde diğer sol örgütlere karşı sayıca üstün ve güçlüysek eğer burnumuzdan da kıl aldırmıyorduk.
Bazen bunları hatırlar hala ne kadar çok 78’li olduğumu düşünür dururum ya…
……………………………………
(1) Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen, Metis Edebiyat, Sf. 106