Çin, Rusya, ABD ve Maduro’nun demokratlığı – Ulus Irkad

832

Kapitalizmin sömürücü bir sistem olduğu, kapitalizmin de alternatifinin sosyalizm ve daha sonra da Komünizm olduğu, 1990 önceleri okuduğumuz, konuştuğumuz ve de tartıştığımız durumlardı. Trump kapitalist ve hatta emperyalist, kapitalizmin metropöl ülkelerinden birinde, daha fazla tek adam rejimlerine uygun çıkışları olan ve despot karakterli ama ABD’deki demokratik hukuk modelinin bile Kabul edemediği bir kişiliğe sahip. Bunun yanında, 1990 sonrasında, artık SSCB’nin de çökmesiyle, Rusya’nın, aslında Sosyalist olmayan sistemi de artık söz hakkını kaybetmiş ve artık Sosyalist bir sisteme sahip olmadığı da tartışılmakta. Sosyalist bir sistemin sosyal emperyalist olamayacağı, bunun bilime ve tanımlara uymadığı da tartışılıyordu. Peki ama detaylara da pek girmiyorduk. Sosyalist veya sosyalizmden bürokratların eline geçen veya revizyonistlerin eline geçen SSCB ve Çin, hatta uydu devletler ne kadar sosyalisttiler? O zamanlar düşünemiyorduk ama Stalinizmle Marksizm arasında bir fark olduğunu, Marksizmin ve Leninizmin işçi demokrasisinden yana olduklarını, ama Stalinizmin ise despotizme dayandığını ve Tek Adam Rejimini savunduğunu, daha sonraları tanışacağımız veya okuyacağımız Marksist-Leninist yazarlar da savunacaktı. Mesela bizzat İngiltere’de tanıştığım Ted Grant (1913-2007), aslında SSCB’de bir karşı devrimin yaşandığını ve varolan rejimin Sosyalist mekanizmayı ele geçiren Bürokratik Despotik bir rejim olduğunu, bürokratların ise SSCB’de işçilerin  ürettikleri artı değere el koyarak parazit gibi yaşadıklarını, SSCB’de küçük, orta ve büyük bürokratik elitlerin bulunduğunu, son Gorbaçov’un ise orta bürokrasiden geldiğini ve sosyalistlikle hiç ilişkisi  olmadığını savunmaktaydı. Ted, “Unbroken Thread” (Kopmayan Tel) ve “Revolution and Counter Revolution In Russia” (Rusya’da Devrim ve Karşı Devrim) adlı eserlerinde de hem Rusya’nın hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uydu Doğu bloku Devletlerinin de, sosyalizmle yakından uzaktan ilişklileri olmadığını, bürokratik despotik rejimlerle, Stalinist bürokratlarla burjuvalar arasında işbirliği ile idare edildiklerini yazmaktaydı. Hatta Ted, gene de Devrimin bazı kalıntılarının, gerek SSCB’de, gerekse bu ülkelerde varolduğunu, ama bunun sadece Devlet Kapitalizmi olduğunu,ama bunun Sosyalizm olmadığını, Devlet Kapitalizminin sosyalizme bir geçiş için kullanılabilecek bir süreç olduğunu söylüyordu ve bu noktada gene İngiliz Marksist Tony Cliff’le ters düşüyordu. Tony Cliff (Devlet Kapitalizmi adlı kitabı meşhurdur), bu sistemin kapitalizmin aynısı olduğunu, bürokrasinin de bujuvaziye dönüştüğünü söyleyerek, Ted’le ayrı düşüyor ,bu iki Marksist belki de bu konuda yaklaşık kırk yıl tartışıyorlardı. Tony de, Ted de maalesef 1990 sonrasında 2000’li yılların içinde ölüp gittiler. Ted’i tanıyıp yakından konuşma ve tartışma olanağı bulmama rağmen, Tony ile çok yakın temas edeceğim sırada, Oxford’da bir konferansı olmasından dolayı tanışıp konuşma olanağını bulamadım. Ted, senelerce İşçi Partisi içindeki “Militant Grubu”yla hareket etti. Tony ise “Sosyalist İşçi Partisi”nin liderliğini yaptı.

SSCB’nin çöküşünden sonra, Çin’in de SSCB gibi aynı modelde olduğu çok konuşuldu. Komünist Partisi’nin Monolitik olarak yönettiği bir bürokratlar partisi olan Çin Komünist Partisi, aynen SSCB gibi çökmedi çünkü despotizmi ve kurduğu baskısıyla emekçi halklar üzerinde baskı uyguluyor ve şu anda Bürokratik elitler, kapitalist sömürü çarkıyla elde ettikleri sermayeyle, dünyada yayılmacı ekonomik sömürücü bir kapitalist emperyalist karışımı (Sosyal emperyalizm iddiasını doğrular bir şekilde,u.ı) bir ekonomik ilişki ağı oluşturuyorlar ve ABD veya diğer emperyal kapitalist ülkelerle, dünya boyutunda rekabet ediyor. Bilinen Sosyalist, Komünist, devrimci tezlere ne kadar uyar hatta hiç uymaz ama, devlet kapitalizminin sosyalizmin geçiş süreci değil ama emperyalistleşmek için yayılmacı bir kapitalist ilişkiler ağı olduğu ve bu sermaye birikiminin  demokrasi, insan hakları, emeğe saygı, insan hakları ve burjuva hukukuna bile saygısı olmadığı da bir gerçeklik. Kaldı ki, aynen Türkiye ve Venezüella gibi Çin de, Tek Adam Rejimini bir meziyetmiş gibi ilan etmiş durumda. Bunun 1917 Sovyet Komünist (çoğulculuk) Devrim bilinciyle bir ilişkisi olmadığını ama daha fazla Stalinizmi andırdığını da ekleyelim.

Maduro, Chavez’in 1990’lı yıllarda darbe yaparak oluşturduğu, önceleri sosyalistlerin de ılımlı baktığı, ama daha sonra ulusalcı ve de zaman zaman da gericileşen, demokrasiye hiç saygısı olmayan, insan hakları, adalet, uluslararası hukuk, düşünce özgürlüğü ve örgütlenmesine uzak bakan , bir tek adam rejiminin temsilcisi olarak, Chavez sonrası (Chavez Yönetimi de eleştirilmeli) despotlukla da öne geçen, baskıcı bir sistem kurup çıktı ortaya.Bu durumun sosyalizmle de, demokrasiyle de bir alakası yok. 1917 yılında, 168 fraksiyonu  birleştirip, çoğulcu demokrasi örneği veren ve belki de devrimci etik gereği Lenin’in bile , bürokratik despotizme dönüşen, kurulan rejim hakkında bile eleştirilmesi gerektiği bir noktada, hiç devrimci etik ve ahlak anlayışı, hatta burjuva demokratikliği çerçevesinde bile bağdaşmayan, Maduro ve despotizmi, Şarkta, çoğulcu demokrasiye hoşgörüsü olmayan, ülkesindeki layikleri ezen, aydınları hapislere atan, bastırdığı sözde FETÖ  Darbesi adını verdiği darbe sonrası, kendi halkını doğduğuna pişman eden, Recep Tayyip Erdoğan’la dava birlikteliği ve dayanışma gösterileri yapan, bir  gayrı hukuki despot, devlet adamı… Aslında ne Trump ne de Maduro idealdir. Venezülla’da çoğulcu demokratik bir sistemin olduğu, tek adamlığın son bulduğu demokratik bir devleti veya demokratik bir cumhuriyeti savunmak en iyisi.

Liberter demokrasi çerçevesinde tüm halkının ve tüm düşüncelerin, özgür ve eşit bir şekilde yarışacağı, çoğulcu ve oydaşmacı düşüncenin egemen olacağı, Venezüella Demokratik Cumhuriyeti’ni savunmak bu günkü şartlarda aslında en iyisi.

Ne Trump ne de Maduro, Demokratik Cumhuriyetçi Venezüella…