104’üncü yılında Ermeni soykırımı paneli – Fikret Başkaya

6601

Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi tarafından düzenlenen”104’üncü yılında  Ermeni Soykırımı” paneline hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Fransa’da doktora öğrencisi olduğum dönemde ve daha sonra konferans vermek üzere gittiğim Avrupa’nın değişik kentlerinde, şöyle bir soruyla karşılaştığım oluyordu: ” Ermeni faciası Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Eski Rejim zamanında vuku bulmuş olduğuna ve ‘Yeni Rejim’ de Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ettiğine göre, Devlet erbabı neden ‘ O, 1915 deki bir olaydı, bizden önceki rejimin eseriydi ‘ demiyor? Aslında başlarda bu soru bana mantıklı geliyordu… “Evet haklısınız, bu rejimin inkâr ederek başına bela alması gerekmiyor” türü cevaplar veriyordum…

Fakat tarih okumalarım ilerledikçe, aslında dananın kuyruğunun tevatür edildiği gibi olmadığını, Yanlış soruya yanlış cevap verdiğimi fark ettim… Ve sorunun resmi tarihi, resmi ideolojiyi angaje eden bir sorun olduğu sonucuna vardım…  Zira, 1923 tevatür edildiği gibi Eski Rejimden radikal bir kopuş değildi. Cumhuriyet, eni -sonu bir hükümet darbesiydi. 1915 de Ermeni Katliamını kotaran İttihatçı kadro, bir kaç eksiği-fazlasıyla Cumhuriyetin ilanından sonra da iktidar olmaya devam etmişti… İttihat ve Terakki’nin derin çekirdeği olan “Teşkilat-ı Mahsusa” 1919-1920’de “Kuvayı Milliye” denilenin de örgütleyendi… Dolayısıyla “biz yapmadık” demeleri mümkün değildi…

Ermeni Sorununa dair ‘tutarlı bir yaklaşım’, resmi tarihin, resmi ideolojinin dışına çıkmayı gerektiriyordu. Zira, resmi tarih hakim sınıfların bilinmesini istediği bir tarihtir. Geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış bir versiyonudur. Bu amaçla da toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir…

Fakat, resmi ideoloji oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç, “resmi ideoloji” oluşturmaktır. Velhasıl resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak gerekiyor ki, ‘resmi tarih resmi ideolojinin ham maddesidir de diyebiliriz… Tabii resmi tarih oluşturmak da, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün oluyor…

Bu niteliğinden ötürü de resmi tarih, yalan, tahrifat, yok sayma [occultation], adıyla çağırmamaya, sansüre ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek egemen sınıfın ihtiyacına göre yeniden kurgulanır. Dolayısıyla, genç nesillere öğretilen tarih, gerçek tarih değil, ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur.

İşte bu ‘uydurulmuş tarih’ başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından içselleştirildiğinde, amaç gerçekleşmiş sayılır… Eğer öyleyse, bir toplumun hafızasını [belleğini] yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kaybı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyuyor sorunu akla gelir.

İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu “tarihsizleştirmekten”, “kimliksizleştirmekten” geçiyor… Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur… Bu yüzden “iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir…

İşte, toplumun hafıza [bellek] kaybına uğratılma gereği böyle bir ihtiyaçtan doğuyor. Ve bu iş de sömürü ve baskı düzeni tarafından yere-göğe konmayan anlı-şanlı tarihçiler, saray uleması ve/veya akademik statünün gardiyanları tarafından gerçekleştiriliyor… Egemenlik sistemi tarihçisini ve tarih eğitimini boşuna önemsemiyor…

Okullarda okutulan tarih, her zaman ‘kaybedenler’ değil, kazananlar; kitlelerin değil, komutanlar, krallar, imparatorlar, padişahlar, ulu önderler,  tarafından yazılmış bir tarihtir… Öyle bir tarih ki, orada tarihin asıl yapıcıları, gerçek özneleri olan geniş emekçi halk kitlelerinin esâmesi okunmaz…

Hakim sınıfların ihtilacına göre yazılmış tarih, işe geçmişi tahrif ederek, geçmişte yaşanmış olana dair tabular oluşturarak, bazı olayları öne çıkarıp önemini abartıp, bazılarını yok sayarak, değilse önemsizleştirerek, karartarak, silikleştirerek, kişiyi yüceltip, kişiye tapınmaya dayalı bir kişi kültü yaratarak, ama hepsinden önemlisi, geçmişin bilinmesi istenmeyen kısımlarını unutturup, hafıza kaybı [amnésie] yaratmakla mümkün oluyor…

İşte devlet tarihçisi bu amaçla sahaya iniyor ve bir “şanlı geçmiş” imalatına girişiyor. Fakat, tarihçinin bu misyonunu gerçekleştirebilmesi için, önce tarihin bir ‘uzmanlık alanı’  ve tarihçinin de bir “toplumsal hafıza uzmanı” biliminden sual olmaz bir otorite sayılması” gerekir… Aslında tarihçinin yaptığı, bir tür seçme, ayıklama, yok sayma, velhasıl tam bir temizlik operasyonudur…

Tarihçi, utanılacak ne varsa yok sayar, üstünden atlar, “geçmişin kirlerini temizler”, boş kareleri doldurur… Şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan da  sadece ‘gurur duyulacak’ bir geçmiş imal etmek değildir… Şanlı geçmiş, bu gün yaşanan kötülükleri unutturma işlevi de görür…

Fakat, bellek [hafıza] kaybı yaratmaktan amaç bununla da sınırlı değildir. Böylece iktidar sahipleri [büyük gaspçılar ve şürekası], sadece ayrıcalıklı konumlarını, statülerini güvence altına almış olmazlar, işledikleri insanlık suçlarının, katliamların, kıyıcılığın ve zulmün hesabının sorulmasını da engellemeyi amaçlarlar… Hafıza kaybı yaratma amacı gerçekleştiğinde, egemen sınıflar masumiyetlerini de kanıtlamış olurlar…

Dolayısıyla, resmi tarih zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar… Bu niteliği itibariyle de bir tür berat ettiricidir. Nitekim, Ermeni sorununa  dair resmi refleks, İttihatçıların işlediği insanlık suçunun bilinmesini-hatırlanmasını engellemek içindir… Eğer bu vesileyle yalanlardan biri deşifre edilir, açığa çıkarsa, başka yalanların da çorap söküğü gibi ortalığa dökülme riski vardır ki, böyle bir şey Büyük Gaspçıların ve ideolojik uşaklarının korkusu rüyasıdır…

Siyasetçiler, devlet adamları  ve sözcüleri, sık sık “tarih tarihçilere bırakılmalıdır” derler… Aslında bununla “tarih, benim tarihçilerinden başkasına bırakılamaz” demek isterler. Bu yüzden toplumsal bellek alanı [topum hafızası densin], önemli bir ideolojik mücadele alanıdır ki, doğrudan sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir…

Resmi tarih [ve ona dayanan resmi ideoloji de] yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya, [‘sözde Ermeni soykırımı’ gibi] tabulaştırmaya, kişi kültüne [Mustafa Kemal’in putlaştırması] vb. dayandığı için, mantıkî, etik, bilimsel iç tutarlılıktan yoksun, inandırıcılığı şüpheli, son derecede kırılgan bir tarih versiyonudur…

Ve işte bu yüzden resmi tarihin sadece tarihçiler, akademik statünün gardiyanları tarafından savunulması mümkün değildir. Resmi tarih, yasalar mahkemeler tarafından da korunmaya muhtaçtır… Eğer herhangi biri, “resmi tarihi” teşhir edip, , ‘gerçek tarihe ulaşmaya cüret eder, mayınlı alana girer, rejimin tabularına dokunursa, karşısında sadece devlet tarihçisini, “resmi tarihçiye”, “zihin gardiyanlarını” bulmaz, polisi, savcıyı, yargıcı ve nihayet hapisaneyi de bulur… Gerçek durum böyleyken, devlet tarihçisinin rejim tarafından ödüllendirilmesi, “tarafsız bilimin” timsali sayılması burjuva düzeninin, burjuva egemenlik sisteminin bir ironisidir…

O halde ve eğer tarihimize sahip çıkarsak, yalancıları, tahrifatçıları, efsane ve tabu imalatçılarını teşhir edebilirsek, tarih bizi özgürleştirecektir… Bu yüzden ünlü İngiliz tarihçi Martin Bernal’ın dediği gibi: ” Tarih tarihçilere, akademik statünün gardiyanlarına bırakılmayacak kadar önemlidir”…

İttihatçılar, söz konusu olanın katliam değil, tehcir olduğunu, savaşta Ermenilerin Ruslarla iş birliği yaparak ihanet içine girdiklerini, ordunun güvenliği için Ermenilerin tehcir ettirildiğini, vb. ileri sürmüşlerdi. Daha sonra resmi söylem de benzer şeyleri söylemeye devam etti, ediyor… Ve insanlar da o yalana inanıyor…

İlginç,  ama şaşırtıcı olmayan bir husus da, kendilerini “solda sayan” kimi ‘aydınların’ da benzer görüşleri savunacak kadar “pişkin davranabilmeleridir…

Eğer sorun, ihanet denilenle sınırlı olsaydı ve eğer askerî güvenlik kaygıları gerekçesiyle tehcir yoluna gidilseydi:

  1. Jandarmalar ve katiller sürüsü hapisanelerden çıkartılıp, kısa bir eğitimden geçirilerek, Ermenilerin üzerine sürülmezdi;
  2. Eğer iddia edildiği gibi, askeri güvenlik gerekçesi söz konusu olsaydı, göçün yönünün ordu güvenliğine uygun yerlere doğru olması gerekirdi; oysa, tam tersinin yapıldığı biliniyor. Ermenilerin sürgün edildiği bölgelere bakıldığında, bunların ordu güvenliği gerekçesiyle hiç de ilgili bölgeler olmadığı görülecektir;
  3. Gerçekten katliam değil de tehcir söz konusu olsaydı, Ermenilerden boşaltılan yerlere Müslüman muhacirler yerleştirilmezdi. Zira, güvenlik gerekçesiyle yapılmış bir ‘zorunlu göç’ demek, olaylar normale dönüp, ‘güvenlik sağlandığında’ göç ettirilenlerin eski yerlerine dönmesini gerektirir;
  4. Katliamın merkezî bir kararla sistematik olarak yapıldığının bir başka göstergesi de, katliam emrini yerine getirmeyen yöneticilerin [vali, kaymakam, vb.] cezalandırılması veya öldürülmesidir… Nitekim, Lice kaymakamı, Ermenilerin katledilmesi emrini yerine getirmek istemez ve yazılı emir verilmesini ister. Hemen görevinden alınır ve Diyarbakır’a çağrılır ve yolda öldürülür…
  5. Tehcir denilenin sadece savaş bölgeleri, ya da rejim tarafından “hassas” sayılan bölgelerdekileri değil, tüm Ermenileri ve Ermenilerin yaşadıkları tüm bölgeleri kapsamış olmasıdır… Anadolu’ya sathına yayılmış bir tehcir/katliam söz konusudur… Sakat, kadın, çocuk, ihtiyar demeden bir halkın toptan yok edilmesi, nasıl gerekçelendirilebilir, nasıl savunulabilir? Kadın, çocuk, ihtiyar, sakat demeden koca bir halkın kitleler halinde öldürülmesine haklı bir gerekçe bulunabilir mi? Böyle bir şeyi savunanlar insanlık suçuna ortak olanlardır… Ortada düpedüz bir katliam, bir insanlık suçu söz konusu olduğuna göre…

Netice itibariyle, I. Emperyalistler arası savaştan “Milli Mücadele” denilen dönemin sonuna kadarki süreçte, Anadolu Rumları da katliam-sürgün yoluyla Anadolu’dan sökülüp atılacak, Asurî- Süryani – Keldanî pürüzü ortadan kaldırılacak, böylece İttihatçıların “Anadolu’yu Türkleştirme planı başarıyla sonuçlanacaktır… Araplardan ‘Türkleştirilemez’ sayılarak vazgeçilecek [kaldı ki, zaten Araplar çoktan milliyetçi çıkış arayışlarına girmişlerdi, Osmanlı’dan kopmak isterken, İngiliz-Fransız nüfûzu altına girmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla İttihatçılar için ‘Türkleştirilecek’ bir Arap ulusu kalmamıştı…]

Buna karşılık ‘yeni devletin’ sınırları içinde kalan Kürtlerin 1920’li yıllardan başlayarak Türkleştirilmesi Planı, sistematik bir şekilde yürütülecektir… Bölüşümden pay alma hayalleriyle Alman emperyalizminin safında savaşa katılan İttihatçılar, imparatorluğu çökertmişlerdi; ama Anadolu’yu da büyük ölçüde “yabancı unsurlardan” temizlemişlerdi. Bundan sonraki iş, sorunun diplomatik veçhesini halletmeye kalıyordu… İmparatorluk çökmüştü ve “Milli Mücadele” süreci sonunda ‘ Vatan kurtarılacaktı’…

Son olarak, sorunun ekseri gözden kaçan ama  son derecede önemli bir veçhesini de hatırlatmak isterim. Zira, Ermeni katliamı sadece politik-sosyal-insanî, militer bir sorundan ibaret değildi… Sorunun bir de ekonomik veçhesi vardı… Tehcir-katliam bir tür iç kolonizasyondu, bir iç fetihti… Ermeni mallarının, Türkler ve Kürtler tarafından yağmalanması, talan edilmesiydi… Türkiye’deki sermaye sınıfı işte o yağmanın, talanın, gasbın üzerinde yükselecekti… Katliamcılar için katliam, aynı zamanda Ermeni zenginliğine el koymak demekti… Velhasıl, katillerin Elleri iki kere kirlenmişti…