…Oluşturdukları mevcut durum, adanın kara para cenneti haline getirilmesi, ada nüfusu kadarının yurt dışına göçmek zorunda bırakılmış olması, dağların yerinden sökülüp satılması ile ekolojik dengenin mahvedilmesi, radyoaktif radarlarla hayatımızı sinsice yok etmeleri, inşaat hamleleri ile diğer bölgeler hariç yalnızca Girne’de yarım milyon zeytin ağacının yok edilmesi, çalınabilecek her şeyin çalınması, satılabilecek her şeyin satılması ve adanın silah deposu haline getirilmesi düzenidir…
… Bu güne kadar, buraları yönetenler, dünya çapında güçler ile işbirliği ile üretimin yok edilmesine, tefeci sermaye akışlarından komisyonlarla toplum ekonomisi yönetimine ve göçlere ön ayak olmuşlardır…
…Avrupa Birliği, Venezüella’da, emperyalist harekâtla desteklenip, güç haline getirilen, sözde demokrasi yanlılarının darbeci liderini, ülkenin Başkanı olarak tanımıştır. Venezüella’nın zengin petrol yatakları, yeni bir sorun çıkarma ve çözme alanı olarak belirlenmiştir…
Sol muhalif, mağdurun yanındadır. Onun durumundan dolayı ve sınıfını kayırarak politika yapar. Bu düzenden zarar görenler sınıfını kayırır. Memnun olmayanları, zarar görenleri kayırır. Sermaye sınıflarının refahları uğruna mutsuz yaşayanların geleceği ile ilgili kaygılıdır. Yöneten yönetilen, ezen ezilen arasındaki ilişkiyi kendine sorun eder. Esasen asıl sorunu budur. Sermaye iktidarının, esenliği ve kalıcılığı için her kötülüğü yapmaya devam etmesiyle ilgili ve insanlığın ve yaşanabilir dünyamızın kalıcılığıyla ilgili bir derdi olmadığını bilir.
Bundan dolayıdır ki sol muhalefet, insanlık için kötülükten başka hiçbir sonuca ulaşma karakterinin olmadığı apaçık olan zorba sermaye iktidarlarının karşısındadır…
Kıbrıs Sorunu diye kafalara yerleştirilen şey, esasen Akdeniz’deki fosil yakıtlardan, uluslar arası sermayenin, yeni kazanç alanı yaratma sorunudur. Ada ve çevresine yığdıkları güçler, insanlara ve doğaya zarar verirlerken ve savaşlar çıkartırlarken, iyi adam rolleri ile de Adadaki ‘kavgayı’ barıştırmaya çalışırlar!
NATO üyesi Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Amerikan devletlerinin, ada halklarının birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin önüne geçmek için, adada var olmaları gerektiği, tamamen yalandır. Aslında bu gurup, uluslar arası sermayenin yüzü olarak, adadaki mevcut durumu oluşturanlardır. Oluşturdukları mevcut durum, adanın kara para cenneti haline getirilmesi, ada nüfusu kadarının yurt dışına göçmek zorunda bırakılmış olması, dağların yerinden sökülüp satılması ile ekolojik dengenin mahvedilmesi, radyoaktif radarlarla hayatımızı sinsice yok etmeleri, inşaat hamleleri ile diğer bölgeler hariç yalnızca Girne’de yarım milyon zeytin ağacının yok edilmesi, çalınabilecek her şeyin çalınması, satılabilecek her şeyin satılması ve adanın silah deposu haline getirilmesi düzenidir…
Buna, BM’nin elli yıldır harcadığı ‘barıştırma’ çabalarını da eklersek, işin aslının başka bir şey olduğunu anlarız. BM işin içinde olunca, sorunun halklar arasından kaynaklandığı yalanına inanılabilir bir öngörü oluşturulmaktadır. Böylece küresel, kapitalist sömürü ağının bölge hâkimiyeti ile mağdur olanlar arasındaki uzlaşmazlık, göz ardı edilmektedir. Asıl sonu gelmez uzlaşmazlığın, bölge halkları ile uluslar arası kapitalist sömürü güçleri ve onların yerli işbirlikçileri arasında olduğu gözden uzak tutulmaktadır.
İşbirliği yapmış ve yapan yönetici sınıf olmazsa olmazdır. Yapılan ve yapılacak olan talanlara, ‘bölge halklarının faydası için’ yapılmış, ‘iyi iş’ görüntüsü verilir. Bilindiği gibi dünya siyasetini belirleyen güçler, var olan bütün söylemleri kendi lehlerine kullanırlar.
Bu gün, Avrupa Birliği, Venezüella’da, emperyalist harekâtla desteklenip, güç haline getirilen, sözde demokrasi yanlılarının darbeci liderini, ülkenin Başkanı olarak tanımıştır. Venezüella’nın zengin petrol yatakları, yeni bir sorun çıkarma ve çözme alanı olarak belirlenmiştir…
Avrupa Birliği Devleti’nin, insanlık ve sermaye sınıfları arasındaki uzlaşmazlıkta, zorba sınıfının yüzü olduğu, hayatın gerçeğidir. Venezüella’da diktatör bir yönetim olduğu öngörüsünü, ikna edici, hümanist bir söylem olarak kullanmaktadırlar. Fakat Avrupa halklarının refahlarını da, kapitalizmin esenliği için elbette feda edebilirler. Eğer bu feda, sermayenin esenliği için gerekli ise tereddüt bile edilmez…
Ada ‘geleceği’ için;
Yerli yönetimler, statükocu olmak zorundadırlar. Emperyalist icazet, bunu gerektirir. Bu olmadan, işbirlikçi sınıf, varlığını sürdüremeyeceğini bilir. Toplumlar arası görüşmeler süreci ile sisteme eklemlenmiştirler. Toplumu bu şekilde esir etmişlerdir. Bu süreç sayesinde, halkları yeniden ve yeniden sömürge sisteminin mağduru haline getirmişlerdir.
Böylece, kapitalizme karşı gelişebilecek, halkın memnuniyetsizliğinin, baskı düzenlerini reddeden sol ve sosyalist muhalefete dönüşmemesini ve mevcut serbest yağmacılık düzeninin devamlılığını ve ‘toplumlar arası sorunun’ devamlılığını sağlarlar. Halklar, zavallı, bağımlı bir kurmaca yaşama mahkûm hale getirilmiştir. Şartlar ağırlaştıkça, işçi, esnaf ve dar gelirlilerin krizi derinleşmektedir. Tasarruf ve fedakârlık, önlem paketi haline getirilerek, yaşam şartları daha da kötüye gitmektedir. Oluşan hoşnutsuzluklar karşısında hükümetin her şeyi bırakıp gitmek ya da düzenin bekası için acımasız bir iç düzene ön ayak olması gerekecek. İkinci seçeneğin gerçekleşmesi durumunda, şundan emin olunmalıdır ki AB, TC, ABD, BM ve diğerleri arkalarında olacaktır. Adadaki yönetimlerin, gerçek iradeymiş gibi geliştirecekleri her tavrı, sonuna kadar destek görecektir. Yeter ki bankacılık-tefecilik sistemi garanti edilsin ve bölge enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda, tarafmış gibi varlıklarını sürdürsünler ve pratikte bir önemi olmamasına karşın, enerji faaliyetlerine meşruluk kazandırmak için onay versin…
Ülkenin yönetimi, ekonomisi, eğitimi, sağlılığı, üretimi ve yaşamsal tüm faaliyetleri bağımlılık esasına göre hayat bulmaktadır.
Kapitalizmin başı bozulmuşluğunu, genel tanımları ile yaşarken, kaçınılmaz olarak, Türkiye’deki sonu gelmez emperyalist sermaye sarmalı ve buna bağlı olarak yönetememe sorununu birebir yaşamaktan kaçış yoktur.
Ada halkı, hem genel ekonomik ve hem de bölgesel politik yönüyle, kapitalist hegemonyayı çevre halkları ile tek bir kader olarak yaşamaktadır.
Sonuç olarak, ada yönetimleri ve bölgesel sömürü hareketleri senkronize bir şekilde, ‘demokrasilerini’ yaşatıyorlar. ‘Sorunu çözmek için uğraşıyorlar.’ Yarım yüzyıl!
Kendi dar bölgemiz adına, yönetimi-devleti ele alırsak, ne olup ne bittiğini kabaca gözlemleyebiliriz.
Pratikte, bölge hegemonyasının yüzü suyu hürmetine ya da aslında icazeti ile varlığını sürdürebilen yönetim yapısıyla, halkın asgari yaşam gereksinimlerini sağlayıp, yaşamı yönetmeyi önlerine hedef koyan, gelmiş geçmiş yönetimler, ülkeyi yönetecekleri konusunda toplumu ikna ederler. Fakat toplumla uzlaşmaları, deniz yağmacılarının iş birlikçisi oldukları gerçeğini değiştirmez. Şu anda, sözde Kıbrıs görüşmelerindeki öncelikli konu, enerji kaynaklarının, sermaye güçleri arasında nasıl paylaşılacağıdır. Oluşturdukları izlenim ise ‘adadaki halkların, kaynaklar ile ilgili haklarının nasıl korunacağıdır.’ Yalanın daniskası…
Oyunun bozulması, doğal gazın çıkarılmasına muhalif olunmaktan geçer.
Gerçek şu ki, Kapitalizmin sınırsız kazanç dürtüsü ile yeraltından çıkarılan her damla yakıt, neslimizin ve doğanın sonunu hazırlamaktadır. Bu süreç artık geriye dönülmez eşiği aşmak üzeredir. Kapitalist sistemin, sonunun gelmek üzere olması, daha da vahşi ve acımasız olmasına sebep olmaktadır. Zaten bu yüzdendir ki zorbalıklar artmakta ve tüm dünyadaki sivil toplum kazanımları törpülenmektedir. Yarın, bir gün kendimizi bir savaşın ortasında bulursak, şaşırmamalıyız.
Sonuç olarak, ‘yöneterek’ yaşamını idame ettiren ‘yönetici sınıfa’, muhalif olmak zorundayız. Bu güne kadar, buraları yönetenler, dünya çapında güçler ile işbirliği ile üretimin yok edilmesine, tefeci sermaye akışlarından komisyonlarla toplum ekonomisi yönetimine ve göçlere ön ayak olmuşlardır.
Bunlar, Adadaki tüm insancıl ve doğa dostu değerlerin, ada ve çevre halklarının çıkarına, herkesin ortaklığı için kullanılması gerektiğinden bahsedemezler. Her yerin, herkesin olması düşüncesi, bu sınıflar için duyulmaması gereken, rahatsız edici şeylerdir.
…
Denizaltı kaynaklarının sondajları için ada yönetimlerinin onayları reddedilmeli, muhalif tavır geliştirilmeli ve ayni zamanda ekonomik-demokratik direnmeyi ve özgürlükçü mücadeleyi ve güç birliğini gerçekleştirmeyi düşünmeliyiz. Sol muhalefet, gerçek bir zemin kazanmalıdır. Emperyalist güçler, ada üzerinde yaratmış oldukları, sonu gelmez savaş tehdidi ile yönetme icazetlerini vermeleri karşılığında, çevrede oluşturdukları enerji sömürü ağlarına, meşrulaştırmak adına onay almaktadırlar…
İcazet ve bölge hegemonyası arasındaki denge ile yürüttükleri işbirliği, enerji sondaj ve ticaretine zemin yaratmaktadır.
Üretim yok edildi ve yönetebilme, tamamen dışa bağımlı, siyasi ve ekonomik-askeri işbirliği koşulu ile yürütülmektedir. Genel bunalım ve belirsizlik süreci ile tutsak edici maaş diktatörlüğü, toplumu esir almıştır. Bu sistemin, zoraki, görece refah düzeyini sürdürebilecek yeteneği bile yıpranmaktadır. Aylardır, maaşların bir diğer ay ödenebileceği konusu tekrar tekrar gündeme gelmektedir. Toplumda, gittikçe yaygınlaşan bu gerçek endişe, sistemin temellerinin açığa vurulması konusunda alan yaratmaktadır.
Yönetenin gerçek olmadığı, ‘refahın’ aldatmaca ve aşağılayıcı baskı yöntemi olduğu açığa vurulmalıdır.
Böylelikle Ada ekonomi ve politikasının dünyadan soyut ve izole olmadığı, aynı sömürü düzeninin bir parçası olduğu açık edilmelidir.
CTP-HP-DP-TDP koalisyon hükümeti, Kıbrıs otantizmine dayalı bir tutkalla birbirlerine tutundular. Toplumun hoşnutsuzluk gerçeğini, önceki liyakatsizliklerle, iş bilmezliklerle, yetişmiş elemansızlıklarla, toplumlararası görüşmelere karşı duruşların olmasıyla ve hakkaniyet eksiklikleri ile açıkladılar…
Şöyle veya böyle, mevcut uluslar arası sermaye güçlerinin vaziyet alışlarına göre yönetecekleri konusunda, derin ayrılık yaşamazlar ve bunu normal karşılarlar. Kıbrıs Meselesi üzerinden diplomatik teknisyenler gibi farklı fikir jimnastikleri ifade etmeleri durumu değiştirmez. Bilakis, sözde varlık (yönetim) gösterisi ile mevcut durumun devamlılığı ile ilgili bir sorun ortaya çıkarmaz, zemin sağlarlar…
Ülkenin ‘kendi ayakları üzerinde durabilecek’ hale getirilmesi konusunda cesaret gösterileri yapmışlardır. Fakat işin aslının öyle olmadığı çok geçmeden anlaşılmış olmalı. Kendi varlık sebebini reddeden, kendisi de olmaz. Son tahlilde itaat edilir…
Süregelen, ülkenin yağmalanmasına, özelleştirmelerle peşkeşlere, doğanın beton yığını haline getirilmesine, iş cinayetlerinin birincil sorun haline getirilmemesine, ülke sularının ve denizlerinin şu veya bu şekilde peşkeş çekilmesine onay verilmesine, üretimin yok edilmesine ön ayak olundukları sürece, ‘karşılıksız’ destek göreceklerini anlamış olmalılar.
Kaldı ki bu koşullarda bile, kapitalizmin kaosa sürüklenmesinden dolayı yönetememe sorunu başlarının en büyük ağrısı olacak. Yani, yönetecek olanlar, toplumun asgari ihtiyaçlarını karşılayamama koşulunda, yönetmek zorunda kalabilirler. Bu da tek koşulda olur. Zora dayalı yönetim oluşturarak, karşı durma alanı bırakmamak.