Türkiye, maalesef bir türlü Batı anlamında bir demokrasi kültürüne sahip olamadı. Belki de o birikim olmadı. Belki de egemen kesimleri, Batı anlamında bir demokrasi gelirse, kurdukları düzenin sarsılacağından da telaşlandılar. 1960, 27 Mayısında başlayan darbe kültürü, 12 Mart 1971 ve daha sonra da 12 Eylül 1980’le devam etti. En son darbe de ne idüğü belirsiz ve hala daha ortaya çıkarılamayan, adına FETÖ denilen ucube bir düşman tarafından güya yapıldı ama bir türlü hala daha ortaya çıkarılamadı. Darbeyi yapmaya çalışan siyasi güç belli olmadı ama Türkiye halkının başında ağır baskı olarak sadece KHK’lar ve Olağanüstü Hal (OHAL) olarak kalıp devam etmekte. Oysa bir ülkede eğer bir darbe olması engellenmişse bunun sonrasında esas yapılması gereken daha fazla özgürlük ve demokrasinin uygulanması demek değil miydi? Türkiye’de aksi yapıldı ve tüm Türkiye halkları baskı altına alındı. Kabak da aslında daha fazla Güneydoğu’daki halkın başında patladı. Yeni gelen tek adam yönetimi veya baskıcı sistemi, bir o kadar daha Türkiye’yi baskı altına aldı. Tek adamla çoğulcu denilen ama zaten bir türlü uygulanamayan Burjuva Demokrasisi de, ki çok pürüzleri vardı, o da yarım kalarak tek adamlığın diktatörlüğüne dönüştü. Aslında bu noktada bugün Putin gibi bir diktatörle, Türkiye tek adamının işbirliğine gitmesindeki en büyük sebep, Tek adamın ve Putin’in Batı demokrasisinden,uluslararası hukuktan, insan hakları değerlerinden, yeniliklerden, aydınlanma ve yeni fikirlerden korkmalarıdır.
Türkiye, insan hakları, uluslararası hukuk ve demokrasi anlamında büyük bir evrim geçirmeli. Osmanlı öncesinde de, 1878’in Aydınlanma Çağı olarak da nitelenen, o Fransız İhtilali veya Devrimi, demokrasi fikirleri maalesef bir türlü uygulanamadı çünkü Osmanlı Yönetimi de anti demokratik baskıcı bir tek adam yönetimiydi. Meşrutiyet reformları yapılmak istendi ama İttihatçılar da buna Padişahla birlikte temelde karşıydılar, onlar da Pan Türkist emellere dönmüşlerdi. Herşey yarım kaldı ve her zaman için Türkiye, bilhassa Güneydoğu Anadolu, hep Olağanüstü Yönetim veya rejimlerle yönetildi. İddia, Kürtlerin bağımsızlık ilan etmeleriydi ve bu bağımsızlık parçalanma demekti, parçalanmayı önlemek için de Kürtlere baskı yapılması gerekiyordu. Türkiye egemenleri solculardan da korktular. Solu da devamlı Osmanlı’dan başlayan fobilerle ezdiler. İşçi grevlerine veya demokratik reform hareketlerine pek de güven duyulmadı, onlar da devamlı bastırıldı. Oysa bir ülkede uyanan yenilenme hareketleri hemen Kabul edilmeli ve çağdaşlaşmada toplumun önü açılmalıydı. Hep aksi yapıldı. Hep aydınlar hapislere gönderildi ve doğmakta olan sol, ezilen yığınların istekleri veya talepleri hep ortadan kaldırıldı. Peki 100 yıllık tarihinde Türkiye’de bu ezme hamleleri neyi getirdi? 2002 yılında kendini Liberal olarak tanımlayıp gittikçe baskıcılaşan AKP ve onun tek adamının hegemonya kurmasına, Türkiye’yi ekonomik, politik ve kültürel olarak yıkım noktasına getirmesine…
Ülkeler, yeniliklerden, reform hamlelerinden ve gayretlerinden korkmamalıydılar. Korkulduğu zaman ve ezilmeler işkenceler başladığı zaman, bu yapılan gün gele yığınların tepkisini çeker, ülke içinde de ulusal sorunlar varsa, o da korkulanı getirip ülkeyi parçalayabilirdi.
Türkiye’de darbelerle, şiddetle ve baskılarla gelen sonuçta bugün çağdaşlaşması, Orta Doğu’da en refah içinde olması gereken Türkiye’nin demokratik, sosyal ve de ekonomik yapı olarak en güçsüz bir duruma gelmesi, aslında temelinde ülkede yüzyıla yakındır oligarşik egemen kesimlerin kurdukları bu korku çemberi oldu.
Türkiye’yi kalkındıracak ve saygınlık kazandıracak esas tema Türkiye’nin demokratikleşmesi olmalıydı ve olmalıdır..
Türkiye’nin başka çözümü de yok…