Burjuva uygarlığı potansiyelini tüketti, yolun sonuna geldi – Fikret Başkaya

6442

Son dönemde Dünyanın nerdeyse her yerinde mantar gibi biten halk isyanlarının, protestoların asıl nedeni, isyancıların, taleplerinden ibaret değil. İşte, vergi artışları, zamlar, yolsuzluk, kamu hizmetlerinin yetersizliği, vb. Aslında bu dünyada devrimlerin asıl nedeni, bardağı taşıran son damla değil, bardağın dolu olmasıdır… İtirazlar, çözdüğünden daha çok sorun yaratan ve genel bir ‘sürdürülemezlik durumu’  yaratmış olan ‘bunak kapitalizme’ yönelik…

Artık hiç bir şey eskisi gibi değil… Halk isyanları da artık ‘küreselleşmiş bulunuyor ve bu bir dönemin sonunu müjdeliyor… Bir çöküş tablosu söz konusu ama bir sosyo-ekonomik sistemin, bir üretim tarzının çöküşü bir canlının ölümüne benzemez… Zamana yayılmış bir eğilim veya bir süreç olarak tezahür eder… Söz konusu olan sadece ekonomik kriz değil, sistemik kriz!. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini girdabına almış bulunuyor. Dolayısıyla mevcut durumu artık kriz kavramı karşılamıyor… Malûm kriz, normal denge durumundan bir sapma demeye gelse de, ‘normale dönüşü’ de imâ eder…. Artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor… Ekonomik krize sosyal sefalet, politik kriz, ekolojik yıkım, iklim krizi, etik yozlaşma eşlik ediyor… Bir krizler sarmalı söz konusu ve bunların her biri de diğerini azdırıyor.. Artık oligarşiler hiç bir yerde yönetemiyor. Asgarî meşruiyetlerini yitirmiş durumdalar… Yönetenlerin çapına bak anlarsın… Ellerinde bağnaz milliyetçiliği, şovenizmi, şiddeti, devlet terörünü, savaşı, çatışmayı araçlaştırmak, manipüle etmekte dışında bir koz yok…

Zemin çöktüğünde, üzerindeki her şeyle birlikte çöker… Muhalefeti, iktidarıyla birlikte çöker… Artık, mevcut politik aktörlerin çözüm üretme yeteneği yok. Kitleleri aldatma, oyalama, “rıza üretme” yetenekleri de aşınmış bulunuyor… Yeni zemin de yeni aktörleri, yeni politik özneleri, yeni paradigmayı varsayar…

Eğer öyleyse, buraya nasıl gelindi ve neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı sorusuyla devam edebiliriz. İkinci emperyalist savaşın ardından kapitalist dünya sistemi yeniden ama son defa yükselme dönemine  girdi… Ve kapitalizmin tarihinde ilk defa ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine ‘göreli’ bir güç dengesi oluştu… Faşizmin yenilgisi temelinde Batı’da işçi sınıfının morali yükselmiş, mücadele yeteneği artmıştı. Sömürge halkları devletler hukuku karşısında bağımsızlıklarını kazanmışlar, ilerlemek. kendi kaynaklarını kendi refah ve kalkınmaları için seferber etmek, dünyanın zenginliğine ortak olmak, yüzyıllardır uzak tutuldukları sofraya dahil olmak istiyorlardı… İlk defa sermaye ‘uyumlanmaya’ zorlanmıştı. Verimlilik ve üretim artıyor, reel ücretler yükseliyor, sermayeden, varlıklı sınıflardan alınan vergiler artıyor, sosyal hizmetler ve kamu hizmetleri alanı genişliyor, velhasıl her şey yolunda görünüyordu…

Yeni bağımsızlığa kavuşan ülkeler ‘yeni bir uluslararası ekonomik düzen’ talebini dillendiriyor, ünlü Bandung Konferansının ardından ‘Bağlantısız ülkeler Örgütü’ kuruluyor ve o zamanlar ‘azgelişmiş ülkeler’ veya ‘Üçüncü Dünya’ denilenler etkili bir aktör olarak sahnedeki yerlerini almak istiyorlardı…

Fakat bir şey vardı. Kapitalizm kriz üretemeden yapamazdı. 1970’li yılların ortalarında kapitalist dünya sistemi yeniden krize girdi, üstelik söz konusu olan  “yapısal krizdi”… Yaklaşık otuz yıl kadar süren balayı bitmiş, sermaye yeniden kapsamlı bir karşı saldırıya geçmişti… 1980’den itibaren de ‘neoliberal politikalar dayatılmaya başlandı. Sermaye cephesi savaş sonrası dönemde kaybettiği mevzileri geri almak, kâr oranlarını restore etmek,  işçi sınıfının pazarlık gücünü zayıflatmak ve Üçüncü Dünya Ülkelerini  ‘kalkınmacı’ hedeflerden uzaklaştırmak, yeniden kompradorlaştırmak istiyordu… Zira, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, dünyanın ger kalanının doğal ve beşeri kaynaklarının yağma ve talanına dayanıyordu… Söz konusu ülkelerdeki rejimler, önce askeri darbeler, komplolar, çatışmalar peydahlayarak, ardından da Yapısal Uyum Programları dayatılarak etkisizleştirildiler, yeniden kompradorlaştırıldılar… Ve Üçüncü Dünya’nın yağma ve talanı kaldığı yerden devam etti…

Neoliberal saldırının üç sloganı, ‘üç saldırı silahı’ densin, Liberalisation (serbestleştirme), Privatizasyon (özelleştirme), Deregülasyon (kuralsızlaştırma) tam bir yıkım tablosu ortaya çıkardı. Liberalizasyon, sermayenin hareketini kısıtlayan, zora sokan tüm engellerin tasfiye edilmesi, dünyanın sermaye için bir ‘gül bahçesine’ dönüştürülmesi, özelleştirme, kamuya ait olan, herkesin olan kaynakların, araçların, alanların sermayeye peşkeş çekilmesi, bir toplum için vazgeçilmez olan, toplumu bir arada tutan tutkal olan müştereklerin tasfiye edilmesi; Kuralsızlaştırma da, emekçi sınıflar lehine kazanılmış tüm mevzilerin, hakların ve düzenlemelerin tasfiye edilmesi demekti…

Aradan geçen yaklaşık 40 yılda, sermaye reel ücretleri düşürerek kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, üretim ve verimlilik artışı bahsinde umulan, beklenen başarıyı gösteremedi… Bunun anlamı sermayenin büyüyememe paradoksuna hapsolmasıdır. Sistem yeteri kadar değer, yeni değer üretmekte zorlanıyor. Geride kalan yaklaşık 40 yılda sömürü oranı yükseldi, gelir dağılımı dengesizliği [adaletsizliği] tarihte görülmemiş düzeylere fırladı, yoksulluk ve sefalet derinleşti… Bir şey daha oldu. Ekolojik yıkım da aldı başını gitti… Zira, kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz. Yegane amacın kâr olduğu durumda başka türlü olabilir miydi? Kapitalizm sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir… Her seferinde daha çok üretme zorunluluğu var… Kapitalist durmak nedir bilmez. Ürettiğine değil, üreteceğine bakar… Aksi halde çılgın rekabet ortamında varlığını sürdüremez… O halde iki şey: Birincisi, kapitalist üretim dahilinde  sınırsız üretim ve  sınırsız tüketim zorunluluğu var… Lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı; ve ikincisi, kapitalist, üretim sürecinde doğaya verilen zararlar dikkate alınmıyor… Alınırsa, kâr oranı düşer, kâr kütlesi küçülür… Oysa bir şey üretmek, doğadan bir şeyler çekmek, eksilmek ama üretirken de, tüketirken de kirletmek demektir… İşte şimdilerde vahim bir hâl alan iklim krizi denilenin ve ekolojik yıkımın asıl nedeni bu… Sistemin çözdüğünden daha çok sorun yaratmasının nedeni de bu… Sosyal ve ekolojik krizlerin birbirlerini karşılıklı olarak azdırmasının da…

İnsanlar sadece kendilerine dayatılan sosyal kötülüklerle, işte, işsizlik, iğretilik, açlık, yoksulluk, sefalet, etik yozlaşmayla cebelleşmiyorlar, doğa tahribatının, ekolojik yıkımın da  bu dünyada yaşamı tehlikeye attığını yaşayarak öğreniyorlar, bilincine varıyorlar… İşte itirazların, isyanların, protestoların gerisindeki asıl neden bu…

Artık eski, politik aktörler, eski söylemler, eski yöntem ve araçlarla yola devam etmenin mümkün olmadığı zaman gelip çattı… Hiç bir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… Kapitalizmin eni-sonu beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin de iki yüz elli yıllık bir geçmişi var ki, bu insanlık ve uygarlık tarihinde küçük bir parantezdir… Öyle bir sistem ki, bu kadarcık zamanda bir uygarlık krizi, bir sürdürülemezlik durumu yaratmayı ‘başarmış’ bulunuyor… Kapitalist paradigma iflas ettiğine göre, yenisini oluşturmaktan başka çare yok… Üstelik o işi de vakitlice yapmak şartıyla, zira zaman daralmakta… Velhasıl insanlığın ve uygarlığın geleceği, küresel işçi sınıfının,  yeryüzünün lânetlilerinin ve organik entellektüellerin basiretine bağlı olacak!  Şeyleri anlamadan değiştirmek mümkün değildir. Anlamanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor… Her halde radikal eleştiri hiç bu kadar gerekli olmamıştı…