Genellikle iki noktaya fazla odaklanıyorum: jsistemin özü ile işleyişini anlatmak ve yalan yanlış bilgileri veya haberlerin doğrusunu yazma konusunda istemesem de ağırlık vermek zorunda kalıyorum. Zaman zaman “ki bu dahi bize yakın olanlarca eleştiriliyor” kendimize de dokundurtmayla sorgulama da yaptığım zorunlu olarak gerçekleşiyor. Sistemin yanlışı ve yalanı kadar, gerçeğin kendisi ile seçenek sunma alternatifi de olunca ancak tamamlayıcı bilimseliğe ulaşılabilinir. Konuyla alakalı makalemi, hafta ortasında yazmayı düşündüm. Fakat, yakın tarihin önemli “22 24 Ocak” günleriyle buluşunca, bunu hafta sonuna erteledim. Nede olsa, söz konusu yakın tarihi günler ile günümüz bağdaşlaması önemliydi. Fakat, gerçeğe bakın ki ben tam da “Kendimize dokunalım” diyecek hazrılığını klavyeye yansıtmaya çalışırken, birden gündeme TC depremi ile birçok yan etken, gündeme bonba gibi düştü. Elazı depremi kadar, yan gelişmeler ve takınılan tutumlar yanında olayın Kıbrıs gerçekli yüzleşme gereksimi, beni tüm konuları içerecek makaleye yöneltmeye zorlamaktadır.
Halbuki, Kendimizle biraz sorgulayarak yazmak da artık kaçınılmazlığın daniskası oldu. Bana bu mesajı, enson, Niyazi Kızılyüreğin düzenlediği ve amacın “Yurtaşlar” hareketi hazırlayacak toplantı sonrası, yayınlanan bildirgenin önemli bir anlayışına yöneltiyordu. Elbet, toplantı yapmak, eylem düzenlemek önemlidir. Hele de sistemi sorgulayan yönleriyle de belki ilerde siyasal seçenekleşme aşamasına dek gelme olasılığı koşulunu da besler. Ben bilgiirgenin içeriğini veya seçilen katılımcı profiline deyinmeyecem. Niyazinin duruşunu eskiden beri gayet iyi izleyenlerden de birisiyim. Olay, bunu sorgulamak deyildir. Fakat, son bildirgeyle ortaya çıkan ve seksenlerden başlayıp, doksanlarda artan ve günümüzde gayet olmazsa olmaz olan bir kültürleşen düşünce aktarımına deyinmek istiyordum. Üstelik, ayni dönemde iki başka aşamalı eylem ve seçimde de ayni yanlışlar sanki kazandıracakmışcasına haykırılıyordu.
Konu şu: yayınlanan ve nerede ise olmazsa olmaz ilke gibi her konuya damıtılan şu kültürleşen düşünceyin artık miğdemi bulandırdığını belirtecem. Elbet, görüşlerinizi koyarsınız.n Seçenek ilkelerinizi de sunmak normaldir. Fakat, seksenlerden günümüze taşınan şu yanlış damıtmalar artık hep gerçekten kaçış ve birielrine yakınlaşma mesajı verdiğini de belirtecem: Nedense, hangi konu olursa olsun, sanki şu cümle konulmadıkça eksik kalma korkusu, normal duruşa dek getirildi: “Türkiyesiz veya Türkiyenin çıkarı” sözleri hep ekleniyor. Kıbrıs Türk toplumunun durumu veya geleceği söylenirken, nedense konu olan olayla alakası veya alternatifi de düşünülmüyor. Israrla barışta veya Kıbrıs çözümünde Türkiyenin çıkarı veya bölgenin konumu kondurtulup sanki birilerine çıkarları aktarma veya ürkütmeme tavrı normal hale sokuldu. Halbuki hep yaşadık: nekadar, Türkiyeye karşı olunmadığı, Türkiyenin çıkarları kelimeleri sıralansa da TC devlet idolojik yapısı bunları hep karşıt görme tutumundan çıkmadı. Tam aksi, bu çevrelere inanılmaz saldırıları da sürdürdü. Dahası, kendilerine barışçı diyenlerin Türkiye imajlı cümlelerine TC siysetinin kendince çıkarları banbaşka alanda yol almaya da devam etmektedir.
Bir başka nokta da şu: hala K. Kıbrısta yaşayan ve sistemi deyiştirmek isteyenler, adanın bütünleşmesini savunanlar, nedense günümüz K. Kıbrıs yapısının özü ve gidilen yolun ne olduğunu da konuşmuyor. K. Kıbrısın birleşik Kıbrıs ile Türkiye ekseninde hangi tarafa yapısal yönelmeyi de okumuyorlar. K. Kıbrıs ile Kıbrıs Türk toplumu denip aslında buradaki deyişken nifusu oluşan siyasal yapı ile yönlendirilen yönleri konuşmayarak, “barış” kelimesi ile “2 lider” ifadelerle tüm K. gerçekliğini örtmektedir. Bundandır ki hem siyasal sistemleşme hem de gerçeklerden kopmanın boşluğu resmi alanın yerleşmesine de kolaylık hazırlamaktadır.
Özetlediğim bu ve benzer gelişmeleri uzun uzun yorumlamak istiyordum. En azından tartışılmaktan kaçınılan, dokunursam yanarım sınırında dolaşarak hem de artık çıkarlarla da koruyan duvarda kalarak bu Türkiye sunum ezberini başta TC kesiminin karşılık vermediği etrafında yazacaktım. Dahası, son seçim başlangıcıyla da bunu adayların ikisi uzatarak “dünyanın Kıbrıs sorununun çözümünü istiyor” palavrasıyla da süslenince, olaya deyinmeği istedim. Ama, başka konular da geldi. Üstelik, kulandığımız Türkiyenin çıkarı ikna laflarına da nereye gelinmenin de yanıtıydı.****
Nitekim, ben iyi nieytle yukarda özetlediğim tutumu kendimce dokunarak ele almayı düşünürken; Türkiye depremi ve benzer konular kafamı karaştırdı. Yazmadan önce izlediğim TELE 1 kanalı, okuduğum Pelin Cengizden Ayşe Düzgüne, Mustafa Sönmezden öteki yazarların yazdıkları şöylesine herkesin adamızda “barış çıkarları” sıralarken, onların nerelere geldiğini de yazmanın birlikteliği beynime takıldı. Zaten hala şu yanlışa sarılma nedeni kurtarıcı olmuyor. Gazlar hikayeleri veya atışları söylenip sonra bölge “barışı eklerken” nedense hala Türkiyenin adaların münhasır alan konusuna dokunmadan yokmuşcasına yorumlar yapma yanlışına devam denilmektedir.
Türkiyede Elazıda deprem oldu. Pelin Cengizin özetiyle “Bilimin paranın zehiriyle zhirlenmesi” örneği oluyordu. Ayşe Düzgünün dayanışma denilip olayda siyasal gerçeğin yok sayılmaması uyarısı adeta belekten sildirtilen basitliğin hatırlatılmasıydı. Nitekim, daha Deprem duyulurken, herkese küfür ve tehtit yağdıran Süleyman Soylunun uyarısı geldi. Çünkü, biraz beyni olup düşünen hemen aklına şu soru geldi: 2019 Depremi sonrası önce 1 yıl denilip sonradan sürekli hale gelen deprem vergilerine ne oldu? Devamında da iki başka bilgi uçuştu: 4 Ay önce deprem uzmanı profesör N.G. Elazı Bingöl bölgesindeki deprem olasılığına dikat çekiyordu. CHP vekilerin verdiği “Elazı deprem uyarılı araştırma önergesi” başta AKP Elazı vekilerince ret ediliyordu. Bunlar daha fazla yayılmasın diye de Soylu baskıları ve bazı soruşturmaları hemen gündeme getirdi.
Türkiyede aslında rant ile inancın nasıl bilim ile insanı ikincil yapmanın ayaklarından birisi de Depremler de yaşanıyor. Fay hatları bilinirken “Akkuyu nükler santrali gibi” oralara yatırım yapma ve tehlikeli gerçekler yok saydırtarak paranın zehirlenmesi gerçekleri örtmektedir. Aynen bizde de olmuyormu? Onca sel gerçeklerine, tarımdaki alanların yok edilmesi, ormanların rantlaşması konularına hep nifus yığma ile emlak rantıyla örtülmüyormu?
Bu arada, Mustafa Sönmez de çokca övülen İstanbul Hava alanı gerçeklerine deyindi. Özellikle de Sabiha Gökçen hava alanında yapılanlarla gerçeklerin nasıl zorlanıp başkalaştırma uygulamasını anlatıyordu. Zaten, bilim yerine inancı koyma öylesine resmileşti ki son yayınlanan Eğtim bakanlığı rehber kitapcığı kadınlar üzerinden Türbanlaştırma okuralı çarpıcıdır.
Bunlar yumak hale geldi. Kördüyümler yaratıyor. Ama, sistem de böyle işliyor. Sistem, rantlaşma ile kendi yandaş sermayesinin çıkarına bunları gerçekleştiriyor. Medya tek yanlılaştırıp bunlar örtülüyor. Böylesi kendi halkına dahi yapılanlar ortadayken, biz hala bunlara “barışı” anlatma kolaycılığına hala devam edip, sonra kendi gerçekliğimizden uzaklaştıkca, sadece faliyet ötesine de gidilemiyorcasına kalınacaktır. Depremi dahi yorumlama şekli, bilimsel uyarılara deyer vermeme noktasında olmanın dinsel teslimiyetin kendisidir.
Yazıya son vermeden iki çarpıcı olayı yazacam: Geçenlerde Gardiyın gazetesi yeni IŞİD liderinin Türkmen olduğu ve kardeşinin de Suriyedeki Türkmen cepesi lideri olması haberi yayınlanıp yorumlandı. İkincisi ise Zülfi Livaneyi okurken Uyandım: Livaneli Uğur Mumcuyu yazarken, onun anısına güzel sözler dökerken, bir albumden, yani ilk devrimci ağıtların olduğu çalışmasını da birkaç defa yazdı. Livaneli bu albüm ile Mumcu konusunu bağdaştırırken, Livaneyi Türkiyede ünlü hale getirirken, nedense Zülfi bu albüm şarkılarını Yetmişlerden beri tüm ısrarlı isteklere rağmen konserlerinde söylememe tutumunu da açıklamadı!
Gördüğünüz gibi, kendimize kendimizce dokunmayı düşünürken, olaylar bana karmakarışık ama bütünleştirdikçe alınacak önemli bilimsel sonuçlar çıkaran yazıya ulaştım. Dileğim, her eksiklik veya kayışın yazılırken eleştiriden öte, bazen tamamlayıcı bilgi olarak da anlaşılmasıdır. Yoksa, yine son seçimlerde olacak gibi birilerin peşine takılıp destek verip, sonra da küfrederek ona saldırma paradoksunun gölgesinden çıkamayacağız. Buda, inandırıcılık kadar, gerçeklik ile seçenekleşmenin de ertelenmesini getirecektir.