Üç ay işveren tarafından ödenmeyen sosyal sigorta primleri yüzünden, sigortalının eczaneye gitme hakkı engelleniyor.
Bıkmadan söylenmeli: Sermaye düzeni, işçi sınıfı yoksunluk içinde yaşarsa vardır.
Devlet, toplumun müştereki olan bir şey, sosyal olan bir şey diye anılır. Aslında öyle değildir. Sermaye sınıfının ilişki kurma biçimidir ve bu ilişkinin dışına çıkılmasına izin verilmez. Yasalar ve anayasalar bunu korumak ve farklı olan şeyleri cezalandırmak için vardırlar.
Devletin, herkesin olanları çoğalttığı dönemler olmuştur. Fakat bu durum, devletin sermayeye ait bir şey olmadığı anlamını taşımaz. İşçi sınıfının zorlaması sayesinde gerçekleşmiş sosyalleşmenin, geri alınması için fırsat kollanmıştır.
Bu yüzden ‘Muhalif’ parti ve diğerlerinin, yeri geldiğinde, toplumla ilgili bir sorunla karşılaşıldığında, nerede KKTC, ‘Nerede bu devlet?’ veya ‘Devlet devlet olsaydı, böyle mi olurdu?’ şeklindeki mevcut düzeni kutsayan yaklaşımlar, anlamı olmayan yaklaşımlardır. ‘Sözde muhalefet’ olmak anlamını taşımaktadır. Çünkü devlet, halk için bir şey yapmamak için vardır…
Üç ay işveren tarafından ödenmeyen sosyal sigorta primleri yüzünden, sigortalının eczaneye gitme hakkı engellenmiştir. Cezalandırılan işçi sınıfı olmuştur. Diğer yandan işverenin ayakta kalıp çarkların döndürülebilmesinden bahsediliyor. Demek ki işçi sınıfından ne kadar fazla alırsanız, o kadar çark döndürülebiliyormuş. Öyle ya, devlet işveren yerine sigorta primlerini ödemeyi düşünebilir. Ne de olsa devlet denilen şey işçiden gasp edilen anlamını da taşır. İşçi sınıfından alınanı, işçi dışında herkes paylaşabilir.
Devletin-sermaye sınıfının, nispeten sosyalleşmeye mecbur bırakılabildiği dönemlerde, sömürülen sınıfın, düzen içi kazanım elde etmesi mümkündü. Mevcut düzen koşullarında daha iyi yaşam için elde edilebilecek şeyler tükenmemişti. Artık her şey, politik veya ekonomik, bu düzenin ‘sürdürülebilirliği’ için kullanılmaktadır ki başarılabilmesi mümkün değildir. Sermaye ve devletin ayakta kalabilmesi ve çarklarının dönmeye devam edebilmesi, işçi sınıfının daha çok çalışması ve yaşam koşullarının daha kötüye gitmesi ile mümkündür. İşsizliğin hızla çoğaldığı, işçi sınıfının çaresizliğe sürüklendiği koşullarda, salgın döneminde bile işçi sınıfına hiçbir şey önerilmedi. İşveren ve finans-tefeci sektörünün ayakta kalması ile ilgili çaba sarf edildi. Fakat işçi sınıfının imha edilince yok oluş kesindir. Çünkü her şey bu sınıfın sırtındadır.
Bu ‘çarkın’ dönmeyeceği kesin:
Sermaye çoğaltmaya fırsat bulabilen her güç, finans veya inşaat sektörüne adım atmaya çalışıyor. Kasalarındaki paralar hareket etmeyince yok oluyor. Avrupa’da bazı bankaların eksi faizle kredi vermeleri bundandır. Banka, yüz lira kredi veriyor, doksan lira olarak geri ödenmesini koşul koyuyor. Yarım Kıbrıs kadar yerde yığınla tefeci – banka olması bundandır. Bu günlerde yapılan en büyük girişim kredi verebilme yöntemlerinin daha yaratıcı olması konusundadır…
Bu sürükleniş, ezilen sınıfa doğru sürüklenişi hızlandıracaktır. ABD’de salgın öncesi yirmi beş milyon olan işsiz sayısı, dört ay içinde kırk beş milyon oldu. Bizde ise ne olup bittiğini sayısal olarak dillendiren yok. Ortada rakam olmasa da kapanan iş yerleri ve güvencesiz kendini sokakta bulan çok sayıda işsizin, kurumlar önünde birikmeye başlamaları kendini anlatıyor. Önemli olan ise sorunun işçi sınıfından kaynaklanmadığının anlaşılmasıdır.
Sermaye aklı, Kapitalizmin sonsuz olduğunu ve varlıklarını çoğaltmalarının da sonsuza kadar devam edeceği ihtirasından hiçbir zaman vazgeçmez. Bunu sürdürmenin tek yolu ise işçi sınıfının hayatını yeniden mahvetmektir. Açlık sınırının daha da altında yaşatmaktır. Bunu yapmazsa sermaye çoğaltma sona erer.
Yaşamı ihtiyaçlara göre organize etmek ve ihtiyaçların karşılanmasını örgütlemek başka bir yaklaşımı öngörür. Üretimi ve tüketimi işçi sınıfının durumunu gözeterek organize etmemek mutlaka çıkmaz yolda kalacak. Bundan çıkış yok.
Mesela şunu sormalı: Asgari ücret ne kadar olmalıydı?
Devlet+sermaye ve başka bir düzeni öngörmeyen sendikacılıklar arasında yapılan uzlaşmalardan beklenen kadar mı? Açlık sınırı kadar mı? Altında mı?
Her zaman açlık sınırı altında oluyor. Hâlbuki bütün servet, artı değer, tümüyle sermaye ve asgari hizmetleri sağlayan tek şey, asgari ücret ve onun altında emeğini satmak zorunda bırakılanlar, ücretsiz işçiler ve işsizler sayesinde elde ediliyor. Bunların hemen hepsi açlık sınırının altında yaşarlar. Dünya nüfusunun yüzde beşi ise tüm varlıkların yüzde seksenine el koyarlar. Yüzde bir ise yüzde elliye.
Bütün varlık miktarı emeğini satan ve sefaleti yaşayan sınıf sayesinde oluşur. Bunun yanında, bir kenara atılıp istenmeyen ilan edilen işsizlerin varlığı, sermayenin varlığını çoğaltır. Sermaye büyümesinin devam etmesi için işsizler çoğaltılır. Sermaye için en iyisi, işsizlerin ( Yaşam hakkına tümüyle el konulanların) çoğalmasıdır.
Sermaye, büyümesini sürdürebilmek için sefaleti çoğaltır.
Devletin yan kurumları konumunda olunca, kendini daha mutlu hisseden muhalefet geleneği, işçi sınıfı açısından, iktidar tarafıdır. Bu gelenek, işçi sınıfının hükmedilen olmasını, bütün bu hiyerarşiyi, ne pahasına olursa olsun ‘olduğu gibi’ kalması gereken şeyler diye anlatır. ‘İşçi sınıfı dediğin fakir olur. Çok çalışırsa kazanabilir.’ gibi yalanlar söylerler. Yani düzen parti ve sendika-birlik yapıları, işçiyi,’İşveren ayakta kalmalı ki işçi çalışmaya (sömürülmeye) devam edebilsin’ diye kandırırlar. ‘Bunu yapsın ki yaşamını sürdürebilsin’ yalanına ikna ederler. Sömürülebilsin demezler. Başka bir düzeni, eşit yaşamı, olmayacak şeyler olarak dikte ederler.
Bu adadan yüz binlerce kişi açlıktan göç etmeye başlamışken pandemi yoktu. Ayaklarımız üzerinde duralım, kalkınalım, sürdürülebilir olalım diyen şaşırtıcılar, işçi sınıfı aç kalmadan zenginliklerini koruyamazlar. Bu yüzden yalan söylemek zorundadırlar. Ya biri olacak ya öteki. Bu gün asgari ücret bir buçuk ortalama ev kirası kadar. Bu nasıl iştir. İşçi sınıfı aç olacak, siz sürdürülebilir olacaksınız. Öyle mi?
Bıkmadan söylenmeli: Sermaye düzeni, işçi sınıfı yoksunluk içinde yaşarsa vardır…