iktibasPınar DemircanNükleer paylaşım savaşı ve ‘Ak’ bir Kuyu - Pınar Demircan

Nükleer paylaşım savaşı ve ‘Ak’ bir Kuyu – Pınar Demircan

Bu yazının iddiası, Ukrayna’nın Rusya tarafından işgalinin kapitalizmin çıkmaz sokaklarından birinde gerçekleştiğine ve dışa bağımlılığın bir nükleer endüstri devini bile çaresiz durumda bırakarak saldırganlaştırmış olma ihtimaline yaslanmakta; nükleer enerji penceresinden bakarak ülkemiz dahil başka coğrafyalarda yaşananların vuku bulma ihtimaline işaret etmektir

Orjinal yazının kaynağıyesilgazete.org
diğer yazılar:

Tarih boyunca devletler arasındaki rekabet, çeşitli eşitsizliklerin kaynağı olmuştur. Harvey’in ifadesiyle sürekli birikime dayanan kapitalizmin içkin çelişkilerini dünya sahnesine taşıyan bu ilişki biçimi bize savaşın kaçınılmaz bir sonuç olduğunu hep hatırlatır. Bu durum, kapitalizmin tekelci karakterinden ileri gelirken emperyal devletler arasında kurulan bölgesel ittifaklar ve azalan fırsatlar karşısında kaynak ihtiyacı içinde bulunmanın itici kuvvetiyle bir başka ülkenin toprağını işgal biçiminde tezahür eder. [1]

Bu yazının iddiası Ukrayna’nın Rusya tarafından işgalinin kapitalizmin çıkmaz sokaklarından birinde gerçekleştiğine ve dışa bağımlılığın nükleer endüstri devi Rusya’yı da çaresiz durumda bırakarak saldırganlaştırmış olma ihtimaline yaslanmaktadır. Bununla birlikte yazının gayesi nükleer enerji penceresinden bakarak benzer koşullar doğduğunda ülkemiz dahil başka coğrafyalarda Ukrayna’da yaşanan işgalin vuku bulma ihtimaline işaret etmektir. Hele bu ihtimal siyasi iktidarların ticari bağlantılarla elini güçlendirdiği ve kendi bekası için kapıyı açmaktan imtina etmediği durumlarda işgalci güçlerin pencereden değil, kapıdan girmesine olanak veriyorsa, bu süreç yazının ilerleyen kısmında açıklayacağımız üzere iktidarın “Ak” kuyusuna da dönüşebilir.

Geçmiş deneyimler referans alındığında enerji kaynaklarının savaş çıkarma payını azımsamak mümkün değildir. Bilindiği gibi 1. Dünya Savaşı’nın bitmesinden kısa bir süre sonra nüfus artışına bağlı olarak endüstrileşmede ilerlemenin sağlanması için doğal kaynaklara ihtiyacın artması, gelişme ve kalkınma ideali ikinci bir savaşı başlatma eğilimlerini beslemiştir. Akabinde, kaynak bağımlılığı ve uluslararasılaşmanın derinleşmesiyle bu ihtimalin güçlendiği de zamanında Soğuk Savaş döneminde görülmüştür. Maalesef bundan önce en son Suriye’de yaşandığı gibi bu saldırganlık hali çeşitli şekillerde de gerekçelendirilmektedir. Öyle ki yalnızca yenilenebilir enerji kaynağı olarak bilinen güneş ve rüzgar enerjisinin kapitalizmin “el koyma” yoluyla sürekli birikim hedefine hizmet etmediği söylenebilir. Bu enerji çeşidinin bağımlılık yaratmadığı gibi alınıp götürülemeyeceği için bir savaşı da tetiklemeyeceği kabul görür.

 

Çernobil’deki radyasyon artışının ardındaki sorular

Ukrayna’nın işgalinde beni yukarıdaki bağlam üzerine düşünmeye sevk eden şey Rusya ile çekişme çerçevesinde kuşatmanın Çernobil’den başlaması oldu. İki ayrılıkçı bölge (Donetsk ve Luhansk) üzerinden yapılan açıklamalar, düşmanlık mesajları, Rusya Devlet Başkanı Putin’in SSCB’nin mirasına sahip çıkma kararı nasıl bir perdelemeydi de dünya kamuoyu olarak, Çernobil’de bir nedenle 20-30 kat yükselen radyasyon dozlarını konuşmaya başlamıştık? Fakat daha da ilginci bu artışın askeri araçların tesis sahasına girmesiyle topraktaki radyoaktif tozların havalanmasıyla gerçekleştiği yönündeki açıklamalar oldu. Böyle komik bir gerekçe, Rusya’ya ait güçlerin Çernobil’de radyoaktif kirliliğe yol açmayacağına dair dünya kamuoyunu teskin etmek için mi yapılmıştı yoksa, bir başka operasyona dair soru işaretlerinin doğmasını gizlemek için mi ortaya atılmıştı? Zira uzmanlara göre de Rusya’ya ait güçler bölgede ateş açmamış ve patlama meydana gelmemişken yalnızca topraktaki radyasyon tozlarının havalanmasıyla radyasyon dozunun 20-30 kat yükselmesi pek mümkün değildi. Peki sahadaki radyasyonun yayılımının izlenmesi için kullanılan ölçüm monitörleri neden devreden çıkarılmıştı? Ya Rusya’ya ait güçlerin Çernobil tesisinde Ukraynalı askerlerle mücadele etmesi, onları esir alması ve Çernobil tesisinin yönetiminin el değiştirmesi nedendi? Üstelik Çernobil’de üzerinde lahit olan 4’üncü reaktörün içindeki havuzlarda soğutma prosesine devam edilen 21 bin adet yakıt çubuğuna ek olarak tesis sahasında inşa edilerek yeni kullanıma açılan nükleer atık deposunda 4 bin metreküp yüksek seviyeli nükleer atık varken.

Ayrıca bu tesislerdeki teknik görevlilerin zapturapt altına alınması Rusya güçleri için de risk demek değil miydi? Rusya’ya ait güçlerin yanında nükleer uzmanlar ve bilim insanları mı vardı? Kimi siyaset bilimciler ve bilirkişiler Çernobil’in Kiev’e gitmek için en kısa yol olduğundan, yani yol üstünde olduğu için kuşatıldığından bahsediyor ancak, tesisin ele geçirilmesi bizim daha derin düşünmemizi gerekli kılıyor ki bu yazının derdi de nükleer enerjiye dair büyük resmi gösteren bir perspektif sunmak. Zira “el koymak” insanlık tarihine kök salmış olan kapitalizmin doğasından gelir ve çirkin sureti bütün eşitsizliklerin arkasında görülebilir. Dolayısıyla bugün yaşananlar da bu el koyma alışkanlığının nükleer enerji boyutunda yaşandığını bize söylüyor olabilir. Gelin şimdi büyük resmi görmemiz için eksik parçaları tamamlayalım.

 

‘Kıymetli’ atıkları kaybetmenin maliyeti büyük

Nükleer enerji üretimini önceki ve sonraki prosesleriyle birlikte düşünmek gerekir. Yani nükleer enerji üretimi asla sadece bir tesis içindeki operasyondan ibaret değildir. Bu operasyonun gerçekleşmesi için nükleer yakıta ihtiyaç vardır. Ham uranyumun işlenmesiyle elde edilen yakıt, kullanım sonrasında nükleer atık haline gelir ve bu kez 20-30 yıl soğutulmasının ardından ya Ukrayna’daki gibi kuru depolanması yapılır ya da dünya genelinde (Fransa, İngiltere, Rusya, ABD, Hindistan, Japonya) sınırlı sayıdaki tesislerden birinde yeniden işlenir. En son ise dünyada henüz tam anlamıyla faaliyete geçmiş örneği bulunmamakla beraber nihai olarak depolanması söz konusudur. [2] Nükleer atığın işlenerek yeniden yakıt haline getirilmesinde ise Rusya’nın başı çektiği söylenebilir. Esasen dünya genelinde pek çok ülke ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde Rusya nükleer atıklardan yakıt üretme prosesinin de lideridir. Bu da Rusya tarafından üretilen reaktörlerde uranyum yakıtına göre bir kaza veya sızıntı halinde çok daha büyük ekolojik felakete neden olan bir yakıtın kullanıldığına işaret olarak düşünülebilir. [3]

Rusya nükleer atık geri dönüşümü anlaşmalarından birini de Ukrayna ile yapmıştır. Buna göre Ukrayna her yıl ülke sınırları içindeki 15 reaktörün atıklarını 200 milyon dolar maliyete katlanarak Rusya’ya göndermektedir. Ne var ki 2005 yılında Ukrayna’da dönemin Enerji Bakanı Yuriy Nedashkovsky, 250 milyon dolar karşılığında Çernobil tesis sahasında 100 yıllık bir koruma vadeden bir depolama tesisi kurulması için ABD menşeili Holtec firması ile anlaşır ve Rusya ile bu alışveriş sona erer. ABD menşeili Development Finance Corporation (DFC) şirketinin sağladığı finans kredisi desteğiyle Holtec tarafından inşa edilen (en fazla 100 yıl koruma taahhüt eden) kuru-depolama tesisi 16 yılın sonunda deneme testleri yapılmış olarak 6 Kasım 2021 tarihinde faaliyete açılır. Şimdilik 4 bin metreküp atık bulunsa da bu depo artık Ukrayna’nın ihtiyacı olan enerjinin yüzde 51’ini üreten 15 nükleer reaktörün atıklarının muhafaza edileceği yerdir. Böylece Ukrayna bir seferde 250 milyon dolarlık maliyete katlanarak nükleer atığın Rusya tarafından alınması için her yıl 200 milyon doları Rusya’ya ödemekten kurtulmuştur. Yani ABD tarafından bu deponun inşa edilmesiyle Rusya hem nükleer yakıt üretimi için nükleer atık tedarikini hem de her yıl için 200 milyon dolarlık bir gelir kapısını kaybetmiş durumdadır. Üstelik 1991 yılından itibaren faaliyet gösteren Rusya menşeili nükleer yakıt şirketi TVEL en son nükleer atıklardan yakıt üretmek üzere yüz milyonlarca dolarlık yatırım yapıp yeni bir tesisi Moskova’da operasyona başlatmışken.

Çernobil’de atıkların saklanması için inşa edilen dev koruyucu kubbe.

Öte yandan Rusya’nın son 10 yıldır yurt dışı yatırımlarıyla dünya genelinde atağa kalktığı dikkate alınırsa yakıt ihtiyacının arttığı göz önüne alınmalıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun Rusya yapımı reaktörlere yakıt tedarik etmek üzere kurulmuş bir kamu işletmesi olan TVEL ülkedeki 76 reaktörün ve Türkiye’de Akkuyu NGS gibi inşaat halindeki reaktörler hariç, bugün operasyon halindeki 13 reaktöre ek olarak 30 araştırma reaktörü ile yüzen ve buzkıran reaktörlerine yakıt üretmek için yıllık olarak 5500 ton uranyuma ve nükleer atığa ihtiyaç duymaktadır. Zira bugün Ural Dağları‘nda, Kalmika’da ve Hazar Denizi’nde açtığı madenlerle dünya genelinde uranyum rezervinin yüzde 9’una sahip olan Rusya için bu miktar, değil genişleyen nükleer portföyüne, kendi nükleer santrallerin ihtiyacını karşılamaya bile yetmiyor. Esasen ihtiyaç duyduğu yakıtın ancak yarısını karşılayabilen Rusya’nın önümüzdeki dönemde altı yeni uranyum madeni daha açmaya hazırlanması da bu ihtiyaçtan bağımsız değil.

Rusya’nın nükleer yakıt üretimi yapmak için darboğaz içinde olmasının bir diğer nedeni de 2014 yılından itibaren Avustralya’nın Gürcistan ve Ukrayna’nın işgal girişimleriyle gerekçelendirerek bu ülkeye yönelik uranyum ihracatını askıya almış bulunması. Bu konuda Avustralya Başbakanının parlamentoya verdiği demeçte, “Avustralya’nın şu anda Rusya gibi uluslararası hukuku açıkça ihlal eden bir ülkeye uranyum satmaya niyeti yok” sözleri de bir süredir Rusya’nın nükleer santralleri için gereksinim duyduğu nükleer yakıt tedarikinde örtük bir ambargoya mı maruz kaldığı yönündeki tespitimizi doğruluyor.

Görünüşe göre Ukrayna’ya savaş ilanıyla “işgalci güç” ilan edilen Rusya, bugünkü aşamada tüm diğer pazarlardan olabileceği gibi nükleer endüstri pazarından da dışlanacak. Bunun ilk emarelerini Finlandiya’da Hanhikivi 1 projesinin gözden geçirileceğine dair açıklamalar ortaya koyuyor; Macaristan’da Rosatom‘un yapması planlanan iki reaktörün inşasından vazgeçilebileceğine ilişkin duyumlar da iddiamızı destekliyor. Benzer şekilde devlet işletmesi TVEL ile 2016 yılında imzalanan anlaşma çerçevesinde Rusya’ya nükleer yakıt ikmalinde bulunan İsveç devletine ait enerji şirketi Vattenfall da bir sonraki açıklamaya kadar Rusya’ya nükleer yakıt sağlamayacağını duyurmuş bulunuyor. Avustralya’da uranyum satışlarının yeniden başlamasına dair bir ihtimal gözükmediği gibi diğer tedarikçilerin de Rusya’yı kara listeye alması söz konusu. Yukarıda belirttiğimiz gibi yerli madenler şu anda Rusya’nın yıllık uranyum ihtiyacının yaklaşık yarısını sağlayabilirken Rusya’nın uranyum ithalatının engellenmesi elinin kolunun daha da bağlanması anlamına geliyor. Rusya ile sivil nükleer ticarete dahil olan şirket ve kamu işletmelerinden de benzer duyuruların yapılacağı düşünülüyor.

 

Türkiye, nükleer atıklar için Rusya’ya büyük meblağlar ödeyecek

Nükleer yakıt tedarikini baltalayan süreçlerin daha ağırının bu kez Rusya’nın yurt dışı yatırımlarına karşı uygulanmak üzere olduğu açık. Yani Rusya’nın liderliğindeki tüm yeni reaktör projeleri “haydut devletin cezalandırılması” için iptal edilebilir. Zira gördüğünüz gibi nükleer endüstrinin başını çeken Rusya’nın örtük bir şekilde maruz kaldığı nükleer yakıt ambargosunun üstüne şimdi de nükleer endüstri pastasından aldığı pay küçültülmekte, hatta kendi dilimi artık başka tabaklarda. Nitekim nükleerin iklim krizine çözüm olarak enerji taksonomisine katılmasıyla kömürden vazgeçmek zorunda kalan Polonya’da, ABD tarafından bir nükleer santral kurulmasında anlaşılmış olması da ABD ve Rusya arasında nükleer endüstri pastasında bir çekişme ihtimalini güçlendiriyor.

Bu çerçevede Rusya’nın İran, Mısır ve Türkiye’deki nükleer santral yatırımları ne olacak?

Yazının bağlamı ve yukarıdaki açıklamaların ışığında ülkemizde siyasi iktidarın hegemonyasını destekleyen ticari bağlantılarını güçlendirdiği, bizim büyük “iş anlaşması” olarak gördüğümüz Akkuyu NGS diğer ülkelerde iptal edilen projelere göre açık ara bağımlılık, hatta teslimiyet içeren özellikte oluşuyla “Ak” bir kuyudan farksızdır. “Ak”lığı siyasi iktidarın projesi olmasından değil halen ülkemizde bu projenin gelişme ve kalkınma için kurulduğuna inanılmasından ileri gelmektedir. Bu projede “kuyu” olarak görünen en başta Akkuyu NGS’nin Rusya’ya toprak ve bir liman teslim edilerek gerçekleştirilmesi ve Rosatom şirketinin yönetim hisselerinin hiçbir zaman yüzde 51’den az olmayacağının garanti edilmesiyle, idarenin Rusya’ya verilmiş olmasıdır. Kaldı ki bugün bu projeye ait hisselerin yüzde yüzü Rusya’ya ait durumdadır. 20 milyar dolara inşa edilen Akkuyu NGS’nin Rusya devletine ait Rosatom’un bir şirket olarak 15 yıl boyunca toplam 35 milyar dolarlık garanti ödemesiyle yatırımın geri dönüşünü en az yüzde 42 karla sağlayacak olması işin sadece maddi boyutu olmakla beraber Akkuyu NGS, bu ülkenin çalınan geleceğinden, bu projenin alternatif maliyeti ile başat ihtiyaçlarının karşılanmasından feragat edildiği gerçeğinden ayrı düşünülemez.

Akkuyu NGS’yi bu yazı özelinde Ukrayna’da yaşananlardan öğrendiklerimizle ele alırsak bu kuyunun derinliği yukarıdaki açıklamayla sınırlı değil, zira bu proje için katlanılan maliyetlerin aslında sonu yok. Çünkü Akkuyu NGS’nin ÇED sürecinde bir evin tuvaletsiz inşa edilmesi metaforuyla açıklanan şekilde asla operasyon proseslerinden ayrı düşünülmemesi gereken nükleer atık maliyetine dair verilmesi gereken bilgi kendilerine sorulmasına rağmen ne şirket ne de hükümet yetkilileri tarafından resmi olarak paylaşıldı. Fakat görüyoruz ki nükleer atık depolama maliyeti 250 milyon dolar ve yıllardır biz nükleer karşıtlarının telaffuz ettiği rakamları doğruluyor. Ne dersiniz ömrü 80 yıl varsayılan nükleer santralin atıklarını her yıl Rusya’ya göndermek için en az 200 milyon dolar mı öderiz? Yoksa bir seferde 250 milyon dolarlık maliyeti üstlenip daha ağır yükten artık kurtulalım diyerek atıkları Rusya’ya göndermez ABD’ye ya da bir başka ülkeye kuru-depolama tesisi yaptırır da bedelini “yerli ve milli” bir teslimiyetle mi öderiz? Ancak bu bir seçenek bile olmayabilir. Çünkü Akkuyu NGS yukarıda açıkladığımız gibi Rusya’nın malı, Rusya ne isterse öyle olur! Bununla beraber, nükleer atıkların yakıt yapılmak üzere her yıl 200 milyon dolar maliyete ve bu atıkların denizlerimizden ve boğazlardan geçiş riskine katlanıp Rusya’da işlenmesinden sonra nihai atık kısmının Türkiye’de depolanmak zorunda olduğu ve Türkiye’ye geri gönderileceği de bir gerçek. Zira Rusya kanunlarına göre nihai atıklar hangi ülkeden getirildiyse o ülkeye geri gönderilmek zorunda. Yani Türkiye nükleer atıklarını hem her yıl 200 milyon dolar ödeyerek Rusya’ya gönderecek hem de nihai atıklarını depolamak için 250 milyon dolarlık bir tesis inşa edecek!

Rosatom’un Orta Doğu projelerine gelirsek, resmi biraz daha netleştirmek gerekirse haritada görüldüğü gibi nükleer endüstri pazarı dünya genelinde ABD ve Rusya’nın başını çektiği toplam 4-5 ülke için bir paylaşım alanıdır ve kurulan nükleer santraller de konuşlandırıldıkları coğrafyaları kontrol aracıdır. Şunun altını çizmek isteriz ki, Akkuyu NGS, Rusya’nın İran ve Mısır’daki nükleer santral projeleriyle birlikte diğer emperyal devletlerle rekabetinde elini güçlendirerek Doğu Akdeniz‘i kontrol altına almasını sağlayacaktır. Özellikle Akdeniz’in karşı kıyısında Mısır’daki Rosatom girişiminin, geçen yıl Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji çekişmesi çerçevesinde Doğu Akdeniz’de hakimiyet kurmaya hizmet edeceği görülür.

Yazının sonuna gelirken dilerseniz ülkemizde hala nükleer santral sahibi olmayı güç sayan yurttaşlarımızın 15 reaktörü ve 4 bin ton nükleer atığıyla Ukrayna’nın “nükleer güç” olup olmadığı sorusunu yanıtlamasını isteyelim. Ardından gelin şunu da itiraf edelim; emperyal devletlerin sahip olduğu teknoloji pazarında piyon olmak ve dışa bağımlı bir teknoloji kullanmak yerine iştahlı şirketlerini doyurmak zorunda olan devletlerin el koyma güdülerini beslemeyen doğaya uyumlu ve ekolojik hakları tahrip etmeyen, kaynağını direkt doğadan alan, karmaşık prosesleri olmadığı için teknolojik bağımlılık yaratmayan enerji çeşidinin tercih edilmesi size de tek çözüm gibi görünmüyor mu? Ukrayna’nın acı deneyimi diğer devletlerin ders çıkararak nükleer enerjiden vazgeçmesini sağlamalıdır. Hazır iklim krizinde sürdürülebilirlik bağlamında iklim dostu taksonomisine nükleer enerjinin girip girmeyeceği tartışmasının eşiğindeyken nükleerden iklim krizine çözüm olmadığı [4] gerçeğinin yanı sıra bir de “Dünya barışı” için vazgeçilmesi sağlanmalıdır. Ukrayna’daki işgal ve ilhak girişimi dünya genelinde nükleer karşıtlarının Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) Rosatom projelerinden vazgeçilmesi yönünde baskı yapacağı bir kampanyanın başlatılmasının fitilini ateşlemelidir. Kaldı ki bugün Rusya’nın yaptığını yarın başka devletler de yapabilir.

Türkiye’ye dönersek, itiraf edin, en çok da Akkuyu NGS inşaatı iyi ki henüz bitmemiş diye içinizden geçirdiniz değil mi? Fakat bugün bitmediyse de inşaat tamamlanmaya yakın. Şimdi arkanıza yaslanın ve derin bir nefes alın. Zira Akkuyu NGS’nin durdurulması bugün her zamankinden daha mümkün. Dünya devletleri birbiri ardına Rusya ile imzaladıkları projeleri iptal ederken ve Türkiye’de nedense her zaman hep bir çekince olarak sunulan “proje iptal bedeli” Avrupa’daki iptallerde telaffuz dahi edilmezken bu rüzgarın akımından faydalanarak rahatlıkla Akkuyu için iptal girişiminde bulunulabilir. Kaldı ki Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş ve işgal ötesinde ilhak girişimi bile mücbir sebep sayılabilir. Ne var ki ülkemizde siyasi beka için kazanılmak zorunda olan bir genel seçim varken hiç şüphesiz bunu yerli ve milli şirketlerimize rant vaat eden, iş ve istihdam masalına yaslanarak Akkuyu NGS’yi her zaman seçim propagandası olarak kullanan siyasi iktidar yapmayacaktır. Fakat unutmayalım, Akkuyu NGS’nin durdurulması yönündeki talebi yükseltmek bu seçimlerden sonra imkansız hale gelecek. O nedenle bir kez daha yinelemekte yarar var: Ukrayna’nın acı deneyiminden yola çıkarak yani, başımıza gelecekleri şimdiden öngörerek Akkuyu NGS’nin durdurulmasını sağlamak yalnızca bizim elimizde ve şuna inanın bugün bu talebimizi iş insanlarından işveren derneklerine uzanan yelpazede iktidarın bütün kanallarına iletmek ve onları ikna etmek için elimiz hiç olmadığı kadar güçlü!

 

[1] Harvey, D., 2012, Sermayenin Sınırları, çev. Utku Balaban, Ankara, Tan Kitabevi Yayınları, 528-530

[2] Finlandiya’da 2004’te inşasına başlanmış olan Onkalo Atık Deposu’nun 2020’de operasyona başlatılması öngörülmekteydi. Yerin altında inşa edilen bu tesis de en fazla 100 yıllık koruma taahhüt etmektedir.

[3] Nükleer atıktan işlenerek elde edilen yakıtın bir kaza veya sızıntı halinde yol açtığı ekolojik tahribat çok daha büyüktür. Kullanılmış MOX yakıtları kullanılmış normal uranyum yakıtına göre beş kat daha fazla plütonyum barındırır. Pu-242’nin 380,000 yıllık, ve Neptunium-237’nin 2.14 milyon yıllık yarılanma ömürleriyle MOX atıklarının saklanması gelecek için çok daha ciddi riskler taşıyor. Daha fazlası için tıklayın

[4] Bu konuda Yeşil Gazete‘deki yazıların yanı sıra şu video da izlenebilir.

 

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin