ABD İkinci emperyalist savaşın sonunda tartışmasız hegemonik bir güç haline geldi. O kadar ki, bir başına dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını sağlıyordu. Faşizmin yenilgisinde başat rol oynayan Sovyetler Birliği’nin de etkinlik alanı Avrupa’nın ortalarına kadar genişledi, prestiji arttı. ABD başkanı Roosevelt’le Stalin arasındaki bir kompromiye göre, “Hür Dünya”, ABD’nin, “Komünist Blok” da Sovyetler Birliğinin nüfuz bölgesi olacaktı…
Fakat ABD 1949 yılında bir askeri (militer) saldırı paktı olan NATO’yu kurdu. Türkiye 1952’de NATO’ya üye oldu ve o tarihten sonra bir ABD (Batı) uydusuydu. Bağımsız dış politika uygulama yeteneğini kaybetti… 1955’de de Sovyetler Birliği Varşova Paktı’nı kurarak cevap verdi… Artık ondan sonraki dönem ‘Soğuk Savaş’ dönemiydi ve silahlanma yarışı hız kesmedi…
1990’da Sovyetler Birliği dağıldı. Varşova Paktı’nın varlık nedeni ortadan kalktı ve lağvedildi. Hasım sahneden çekildiğine göre, NATO’nun da lağvedilmesi gerekirdi ama tam tersi oldu. NATO genişlemeye devam etti. 1990’da 16 olan üye sayısı bugün 30 ve üç aday da sırada bekliyor…
Sovyetler Birliği dağılınca ABD ve bir bütün olarak NATO cephesi düşmansız kaldı. Oysa, emperyalizm savaşsız, hegemonya düşmansız yapamazdı. Ve “İslamcı Terörü” keşfettiler. Cihatçı katilleri eğittiler, donattılar, finanse edip sahaya sürdüler… 2000’li yılların başlarında Rusya gücünü toparladı ve Çin etkin bir güç olarak sahnedeki yerini aldı. Artık emperyalist Batı’nin bir değil iki düşmanı var… Rahatlamış görünüyorlar…
1990’dan sonra NATO cephesi Rusya’yı Batısından kuşattı. Batı sınırında NATO üyesi olmayan ülke kalmadı. Ukrayna’nın da ittifaka katılması, NATO’nun Rusya’nın karnına kadar girmesi demeye gelecekti… Büyük ölçüde NATO’cu cephenin dahliyle peydahlanan ‘renkli devrimle’ (2014) Ukrayna’da Batı yanlısı bir rejim iktidara taşındı. Rus asıllı nüfusun yaşadığı Donbas bölgesindeki halk isyan etti ve özerklik talep etti. 2014’den beri Donbas halkı Ukrayna ordusunun desteklediği paramiliter-neofaşist unsurlar tarafından aralıksız bombalanıyor… Bugüne kadar binlerce çocuk, kadın her yaştan insan katledildi… Katliamlardan özgürlüğün, demokrasinin, hukukun timsali olan Batı’nın hiç haberi oldu mu?
Minks anlaşaması (2014), ateşkes ve Ukrayna güçlerinin (neofaşist unsuların) geri çekilmesini, Donetsk ve Luhansk bölgelerine özerklik tanınmasını öngördüğü halde, Ukrayna Minks anlaşmasına uymadı, özerklik tanımaya yanaşmadı. Eğer Donbas özerklik kazanırsa, Parlamento’da Rusya yanlısı çoğunluk oluşacaktı… Bugünkü Ukrayna hükümetinin öyle bir şeyi kabullenmesi mümkün değildi… Bunun üzerine iki halk cumhuriyeti bağımsızlık ilan ettiler. Rusya tanıyınca da NATO cephesi ayağa kalktı… Neymiş efendim ‘tanıma’ Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlali, dolayısıyla ‘uluslararası hukukun ihlaliymiş’… ABD ve müttefikleri Irak’ı Libya’yı, Suriye’yi, Afganistan’ı çökertirken Yugoslavya’yı paramparça ederken ‘uluslararası hukuk’ akla geliyor muydu… Türkiye Kıbrıs’ın ve Suriye’nin kuzeyine yerleşirken uluslararası hukuk akla geliyor muydu? Kaldı ki, ABD ve müttefikleri Westfalya Barışından (1648) beri oluşan uluslararası hukuku geride kalan 30-40 yılda bypass ettiler… Yeni hukuk teorieri geliştirdiler… “Önleyici savaş”, “insanî müdahale”, “müdahale zorunluluğu” gibi…
Aslında uluslararası hukuk ‘söylemi’, ahmakları aldatmaya yönelik ideolojik bir manipülasyon olmanın ötesine geçmiyor… Zaten ABD Minks Anlaşmasının uygulanmasını istemiyordu. Öyle bir şey çıngar çıkarma olasılığını zayıflatırdı… Dolasıyla, Donbas bölgesinde sekiz yıllık savaşın sonunda ortaya çıkan durumdan Moskova değil, asıl Washington ve müttefikleri – NATO’cu cephe- sorumludur. Zaten bütün bu zaman zarfında Kiev’in ipi hep ABD’nin elindeydi…
Büyük bir devrimin eseri olsa da Sovyetler Birliği hiçbir zaman kavramın gerçek anlamında sosyalist bir ülke olmadı. Bürokratik-totaliler bir rejim söz konusuydu. Ukrayna da bir “oligarklar” cumhuriyeti… Halkın ezici çoğunluğu açlık ve sefalet sınırında yaşıyor. Ukrayna’ya Rusya’nın işgal girişimi tam da ABD başta olmak üzere emperyalist kampın istediği bir şeydi… Tabii buradan bir üçüncü dünya savaşı çıkmaz… Eğer çıkarsa da o savaşın kazananı olmaz… Üçüncü Dünya Savaşı nükleer bir savaş olacağına göre…
İnsanların “bilinci”, “dünya görüşü” kapitalist oligarşilerinin hizmetindeki büyük medya, kendilerinden menkul “düşünce kuruluşu” denilenler ve (bilim yuvaları sayılan çok prestijli) Batı üniversitelerinde oluşturuluyor… Dünyanın geri kalanı Avrupa (Batı) merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl… Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmayla hesaplaşmadan şeylerin yerli yerine oturması mümkün değil… Kendi gerçekliğimize kendi gözümüzle bakmayı becerinceye kadar bir şeylerin değişmesi mümkün değil…
Batı demokrasisi, temsilî demokrasi denilenin aslında gerçek demokrasiyle bir ilgisi yok. O kadarı da dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı sayesinde mümkün oluyor… Bir fikir vermek için, bugün Afrika’nın doğal kaynaklarının ve emeğinin sömürüsü, ‘doğrudan sömürge” oldukları dönemdekinden daha büyük… Fakat bir şeyin bilinmesi gerekiyor. Zaten kapitalizm dahilinde gerçek bir demokrasi mümkün değildir. Zira, demokrasi ve kapitalizm antinomik kavramlardır… Biri olursa diğeri olmaz…
Savaş söz konusu olduğunda sadece insan ölümleri akla geliyor. Oysa savaşlar sadece insanları öldürmüyor. Ekolojik yaşamı da yok ediyor. Ekolojik dengeleri aşındırıyor. Yaşamın temelini yok ediyor… Fakat, kapitalistler sadece savaştan kâr etmezler… Yıktığını inşa ederek savaş sonrasında da kâr ediyorlar…
Kapitalizm-emperyalizm var oldukça, savaşlar, çatışmalar, boğazlaşmalar da var olmaya devam eder… Fakat bir şey var: Kapitalizm dahilinde insanlığın ve uygarlığın bir geleceği yok… Vakitlice bu netameli sistemde çıkılamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmaya bilir…
‘Savaşa karşıyım demek’ iyi-güzel de, o kadarı yeterli değil. Savaşın gerisindeki nedenleri, savaşın gerçek faili olan sistemi de sorun etmek ve gereğini yapmak gerekiyor… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmiştir…