Kıbrıslı Rumlar, 1974’te vatanımızın yarısına mal olan bir savaş kaybetti. Her şey göz önüne alındığında, 48 yıl sonra, görünen o ki Kıbrıslı Türkler de savaşın kazananı değildi. Bu yenilgi ve daha önemlisi, varılan nokta, bizi ne kadar rahatsız etmişti? Binlerce yitirilen hayat, kayıp şahısların bulunması için yürütülen sonuçsuz arama çalışmaları, 160,000 mülteci ve tüm bunların yanında maddi kayıplar. Kıbrıs’ın altı şehrinden iki tanesi (Girne ve Mağusa) ve 204 köy (92’si Mağusa ilçesinden, 60’ı Lefkoşa ilçesinden, 48’i Girne ilçesinden ve 4’ü Larnaka ilçesinden) kaybedildi. Altmış bin Kıbrıslı Türk kuzeye taşındı ve bugün, dilenciler dışında herkes Ankara’nın Yeni Osmanlıcılık tehdidiyle karşı karşıya. Ülkemizin yüz yıllar içerisinde Yunanlar, Türkler, Maronitler, Ermeniler ve Latinler tarafından uyum içerisinde örülen kültürel dokusu yerle bir edildi. Dokuma dikiş tutmamaya başladı, ritim kayboldu ve bize kalan eşi benzeri görülmemiş bir trajedinin çirkinliği ve yüzümüzde bıraktığı izler oldu.
1974 trajedisinin sorumlularını bulma çabası içeresindeki birçok kişi yukarda yazılanları kayıt altına alıyor ve değerlendiriyor. Bunu yüzeysel olarak yaptıklarını söyleyebilirim. Olayların tarihsel önemini anlamadan onları değerlendirmeye çalışıyorlar. Yani, 9000 yıllık tarihinde ve kültüründe, bu ada ülkesi birçok fetih görmüş, ancak ilk kez nüfusunun etnik hatlara göre şiddetli bir şekilde ayrıştırılmasını yaşıyor. Ada tarihinde ilk kez, son 48 yıldır, adanın bazı toplumları, birbirinden ayrı yaşıyorlar ve üçüncü tarafların etkisi altında kökenlerinden ve kültürlerinden uzaklaştıkları bir değişim sürecinden geçiyorlar. O farklılıkları yumuşatabilen, işgalcileri bile asimile eden ve Choirokotia halkı [Çevirmenin notu: Kıbrıs’ta neolitik çağa ait bir yerleşim yeri], Yunanlılar, Finikeliler, Romalılar, Bizanslılar, Franklar, Venedikler ve Osmanlılar tarafından ortak kabul edilen sevgi tekerlemeleri besteleyebilen o birleştirici, o kırılmaz bağ ve uyum artık yok. Görünen o ki Kıbrıslılar geri dönüşü olmayan bir yol ayrımına girdiler. Ulus üstü “saksımızdaki yasemin”, yerini ulusal savaş naralarına ve tanımlayamadıkları bir şeyi kurtarmak isteyen, var olanı yok eden aptalların çığlıklarına bıraktı, rahmetli şairimiz Michalis Pashiardis’in bana sürekli söylediği gibi, “Kıbrıs bir kültür kıtasıdır”.
Evrensellikten yerelliğe
Kıbrıs’ı yüz yıllardır canlı ve bir arada tutan şey eski Yunanlıların evrenselciliğinin olumlu versiyonunu korumayı başaran sakinlerinin şaşırtıcı DNA’sıydı. Yunanlılar, diğer halklardan daha fazla savaş lordu ve kahramana sahip oldukları için veya tüm savaşları kazandıkları için büyüklük elde etmediler. Görkemi ve büyüklüğü, diğer kültürlere hoşgörü, saygı ve uyum gösterdikleri için, sabanı Sümerlerden, matematiği Mısırlılardan, alfabeyi Finikelilerden aldıkları için elde ettiler. Özellikle de insanlık tarihindeki ilk ikonoklast toplum oldukları ve temsilcileri Prometheus’la birlikte Tanrıların yerleşik düşüncelerine meydan okudukları için büyüklük kazanmışlardır. Böylece, akademik bilim ve düşünceyi, anarşik sorgulama ve meydan okuma yolu ile yarattılar. Yunan düşüncesinin DNA’larından bağımsız bu taşıyıcıları (eğer böyle bir şey varsa) deneyim ve pratiklerini İndus Nehri kıyılarına taşıdılar, fethedilmelerine rağmen Roma’ya boyun eğdirdiler, Bizans gibi farklı halklardan oluşan bir imparatorluk kurdular ve Selçukluların çiftçi ve çobanlarına başka bir imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutan bir kültür aşıladılar. Örülmüş tatlı, kadayıf olmuş, diphthéra [Çevirmenin notu: üzerine yazı yazılan deri parçası] deftere dönüşmüş ve Aya Sofya, tüm Osmanlı binalarına mimari model olmuş.
Bugün, evrensel Yunan düşüncesinin taşıyıcısı kalmamıştır. Yunan düşüncesinin son pırıltıları sadece bazı Batı ülkelerinde varlığını sürdürmektedir. “Barbarların ayak sesleri” artık duyulabiliyor. [Çevirmenin notu: Pantelis Mikhanikos’un şiirinden bir satıra atıfta bulunuyor]. Ateş, kelimenin tam anlamıyla son kalıntıları da yakıp kül ediyor. Demokratik sistemleri yok ediyor, yeşil büyüme mantığını kabul etmeyen ve artık modası geçmiş 19’uncu yüzyıldan kalma sanayi devrimini devam ettirmenin ısrarının getirdiği bedeli ödemeye devam eden gezegeni yakıp kavuruyor.
Siyasi yelpazenin her köşesinde, “Ispartalılar” tarafından temsil edilen Helenizmin küçük versiyonları etkili olmaya devam ediyor. Çevresi kuşatılmış bir Isparta’yı toprakları ve çıkarları için ölümüne savunan bir avuç cesur yerelciler olgusu, artık evrensel bir hal aldı. Putin sözde Rusları koruyor, Erdoğan Osmanlılar için savaşıyor, Trump Amerika’nın Amerikalılar için olduğunu ilan ediyor, Boris Johnson İngiltere’yi Avrupa’dan izole etmekle gurur duyuyor. Kısacası, hoşgörü çağı sadece küçük Kıbrıs’ta yok olup gitmedi.
Kıbrıslı Rumlar
Son yıllarda bizler de benzeri bir yol izledik. 1974’e gelene kadar aşırılıkçılar, yerelciler, milliyetçiler. Ama hala hiçbir şey öğrenmedik. Son 150 yıldır, bu ülke, onu yok oluşa sürükleyen, tahammülsüz, dar kafalı rahipler ve müftüler sınıfı tarafından yönetildi. Güya biz KR’lar tüm olanları değerlendirdik ve Kıbrıs dosyasını kamuoyuna açtık. Ne yazık ki! 1974’ün acımasız Temmuz’u hakkında yapılan değerlendirme, ki bu değerlendirme Kıbrıs’ta yapılmıştı, açıkça sığ siyasi çıkarlara hizmet etmekteydi. Bu değerlendirme, kendilerini o anda tesadüfen tarihin doğru tarafında bulanlar tarafından yapılmıştı. Cunta’nın ve EOKA B’nin Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’te işledikleri suç o kadar büyüktü ki, başkaları rahat olabilirdi [değerlendirmenin sonucu anlamında]. Kendilerini vatansever ilan ettiler ve siyasi rakiplerini vatan haini olmakla suçladılar. Kimse cezalandırılmamıştı.
1974 sonrası, vatanseverler geçici olarak defne taçlarıyla donatıldılar, bu defne taçları güç tasarrufundan başka bir şey değildi. Makarios’u müteakiben gelen gözden çıkarılabilir birkaç lider dışında 1960-1974 yılları arasındaki klientalist devlet anlayışında hiçbir şey değişmedi. 10 yıl sonra, o kadar uzun sürdü ki, vatanseverler ve vatan hainleri söylemleri yıldönümlerinde ve seçim mitinglerinde sloganlara dönüşmeye başladı. Aslında, her zaman bir araya gelmemizi sağlayan o özellikler, bir kez daha bizleri allak bulak etti: Aşırılıkçılar, yerelciler ve milliyetçiler.
Geçtiğimiz çarşamba günü, hüzünlü işgalin yıldönümünde, 1974 öncesi ve sonrası dönemin sözde büyük düşmanlarının siyasi soyundan gelenlerin bazı etkinliklerde bir araya geldiklerini gördük. Ellerinde ELAM bayrakları taşıyan Grivas’ın edepsiz soyundan gelenler, Makarios’un torpilli destekçilerinden geriye kalanlar, Spiros Kiprianu’nun ve Tasos Papadopulos’un DİKO’sunun ve Vassos Lisaridis’in EDEK’li bazı gençleri, ve beyinleri 1950’lerde donup kalmış birkaç papaz. Aralarında hiçbir husumet yokmuşçasına aynı sloganları ve aynı ucuz sözleri sarf ederek birlikte eylem yaptıklarını gördük.
Birlik, diyebilirsiniz. Bu tür etkinlikler, zaman içinde, ülkede yaygın hale gelen bir eğilimi temsil etmektedir. Bizlerin nasıl insanlar olduğumuzu kısmen anlatan korkutucu tarih dışı etkinliklerdir bunlar. Direnişin [Çevirmenin notu: faşizme ve özellikle 15 Temmuz 1974 darbesine karşı] ve Makarios’un eski destekçisi Baf’ın [Piskopos] Yorgos’u, X Örgütü [Çevirmenin notu: 1940’ların başlarında Yunanistan’da Grivas liderliğindeki anti-komünist, aşırı sağ militan örgüt – Hi diye okunur] ve EOKA B’nin soyundan gelenlerle tam bir ittifak içinde, vatanperver konuşmalar yapıyor ve altında olanlar, eski düşmanlar Milli Marşı okuyorlar. Sanki hiçbir şey olmamış, sanki hiç çatışmamışlar gibi. Sanki hiçbir şey öğrenmemişiz gibi.
Sorumluluk
Gerçekte tarih, günün siyasi çıkarlarının bir aracı haline geliyor ve böylece parça parça değerlendirilerek, bazı ucuz siyasiler için elverişli söylemler sunuyor.
1974 Türkiye’nin yayılmacı politikasından da kaynaklandı. Ama aynı zamanda, 1960’tan bu yana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin KR liderlerinin beceriksizliklerinden de. Makarios ve Grivas siyasi tahakküm kurma mücadelesinde halkı radikalleştirip böldü. KR toplumu olarak KT’leri hem küçümsedik, hem de ötekileştirmeye çalıştık. Hem KR’lar, hem de KT’ler sözde anavatanlarının milliyetçi söylemlerinden çok kolay tahrik oldular, ki bu sözde anavatanlar 1974 öncesinde, çoğunlukla kötü üvey anneler olarak algılanıyordu.
Cunta darbesi bir taraftan, Türk işgali diğer taraftan sözde milliyetçi merkezlerin iradesini Kıbrıslılara dayattı ve dayatmaya devam edecek.
Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ülkemizin iyi niyetli menfaatleri için bir işbirliği kültürü oluşturamadılar. Bugün hepimiz bölünmüş bir ülkede yaşıyoruz ve hepimiz bu içinden çıkılmaz problemin bir parçasıyız. Bizler, bu kısır döngünün gözden çıkarılabilen parçalarıyız. 48 yılın ardından, sözde 1974’te özgürleştirilen KT’ler bugün Ankara’ya itaat eden bir toplum, KR’lar ise boş laflarla zenginleşen küçük bir profesyonel vatansever sınıfının şakşakçıları haline geldi.
Bizler tabii ki bunu ilk yaşayanlar değiliz. Bizler de Dünya’nın kısır döngüsünün bir parçasıyız: Ukrayna, Suriye, Filistin, Kürt ve Kıbrıs sorunları. Mahallemiz tüm gezegen tarafından incelenmesi gereken bir vaka çalışmasıdır.