Üçü de Kıbrıs sorunun yıkıntıları üzerinde top oynadı. İnsiyatif almaları gerektiğini kabul ettiler, ancak bir perspektif sunmadılar.
Kıbrıs sorunu ile ilgili tartışma programının belli noktaları yorucu olsa da kesinlikle sıkıcı değildi. [Çevirmenin notu: Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçim yarışındaki üç ana adayın konuk olarak katıldıkları televizyon programına atıf yapılmaktadır] Tartışmada entrika, karakter tanımlamaları ve belden aşağı vurmalar vardı. Eğer birileri bu üç adayın, bu fırsatı değerlendirerek neyin yanlış gittiğini veya daha da önemlisi gelecekte neyin doğru gidebileceğini açıklayacaklarını düşündüyse – hamasetle değil, içerikli bir şekilde – hayal kırıklığına uğrayacaktı. Ancak tartışma programı seçim sürecinin çelişkilerini bizlere teyit etmiş oldu. Bir “suçlama oyunu” ve Kıbrıs sorununun gidişatına dair önemli rol oynamış üç kişinin, Kıbrıs sorunu “kapanmış” ve işgal altındaki bölgelerin ilhakına yakın olduğumuz bir ortamda, ülkenin itibarını yeniden tesis etmek için kimin en uygun olduğuna bizi ikna etme çabasını gördük.
Nikos Hristodulidis artık resmen “Merkezin” adayıdır. Nasıl ilerleyeceği konusunda ortaya bir plan koymamış olabilir ancak neyi temsil ettiği konusunda net bir duruş sergilemiştir. DİSİ’nin büyük bir bölümü de dahil toplumun geniş bir kesimindeki popülaritesinin sadece bir imaj meselesi olmadığını, aynı zamanda duruşla alakalı olduğunu göstermiş oldu. Kendisi, Türkiye’nin bölgedeki stratejik rolünü görmezden gelerek, Ukrayna’daki savaştan dolayı ortaya çıkan durumdan “ivme” kazanılması gerektiğini ve yaptırımların üzerine gidilmesi gerektiğini savundu. AB içerisinde mukayeseli üstünlüğe sahip olduğumuzu savunarak yeni stratejinin yanılsamalarını kucakladı. [Çevirmenin notu: DİKO başkanı Nikolas Papadopulos’un 2017’deki seçim manifestonun bir parçası olan Kıbrıs sorununa ilişkin stratejisine referans yapılmaktadır] “EDEK” gibi konuşarak, Kıbrıs sorununun özünü (48 yıl sonra) bir istila ve işgal sorunu yeniden tanımlamamız gerektiğinin altını çizdi. Belki de yaptığı en büyük hata, genel tavrı benimseyerek Andreas Mavroyannis’i Türkiye’nin argümanlarını savunmakla suçlaması oldu. Saldırıya maruz kalmasına rağmen, zıtlaşmaya girmedi, (tartışmayı) ılımlı bir tonda sürdürdü ancak bizi çözüme yaklaştıracak gerçekçi bir planı olmadığını da gözler önüne serdi. Tam aksine, bizi mevcut duruma getiren o aynı politikaların devamını önerdi ve aynı zamanda (adada) bir çözüm bulunana kadar Türkiye’yi kontrol etmek için hiçbir şey yapılamayacağını da itiraf etti.
Andreas Mavroyannis ise geçmişte müzakereci olarak savunduğu görüşlerle AKEL’in yeni adayı olarak savunmak zorunda kalacağı görüşler arasındaki çizgiyi aşmakta büyük zorluk çekeceğini bizlere göstermiş oldu. Bu durumun en önemli göstergesi, Crans Montana’da önerilerimizi daha erken sunmadığımız için bir fırsatın kaçırıldığı yönündeki açıklaması oldu, oysa iki ay önce, sürecin Çavuşoğlu’nun garantilerin ortadan kalkmasını kabul etmediği için çöktüğünü söylemişti. Doğrudan Nikos Hristodulidis’i hedef alarak – başarısız bir şekilde – sorumluluktan sıyrılmaya çalıştı. Eski Dışişleri Bakanını süreci engellemek ve Cumhurbaşkanının altını oymakla suçladı. Anlaşmazlıklarının doruk noktası olarak ise Crans Montana’dan (Türk tarafı toprak ve güvenlik konularını konuşmayı kabul ettiğinde) Hristodulides’den dolayı ayrıldığımızı işaret etti.
Zaman zaman küstahtı, örneğin Averof Neofitu’nun NATO’ya ilişkin açıklamasında tarihi bilgiden yoksun olduğunu söylemesi gibi. Diğer anlarda siyasi geleneğin dışına çıkarak, Nikos Hristodulidis’le yapmış olduğu özel bir konuşmadan söz ederek bu kişinin kendisine, ülkeye ihanet etme adına “siyasi sermayesini” tüketemeyeceğini söylediğini iddia etti. Darbeye değinerek ve AKEL’in kendisine verdiği destekten gurur duyduğunu söyleyerek sol görüşlü izleyicilere oynadı. Ancak, fikir ayrılıklarına rağmen, zamanında neden müzakerecilik görevini bırakmadığı konusunda ikna edici değildi. Nasıl ilerleyeceğimiz konusunda net bir planı olduğunu söylemesine rağmen bizi bu konuda da ikna edemedi. Çözüm öncesi gaz konusunda işbirliği önerisi hakkında bir soruya karşılık, bu konunda ısrarlı olmayacağını söyledi. Ne de “Mağusa’yı koruma” adına şehrin ara bölgede telli olarak kapalı bırakılmasının gerçekçi bir öneri olduğu konusunda ikna ediciydi.
Averof Neofitu adaylığının sınırlarını kabul edercesine bir kez daha parti tabanına odaklandı. Partisinin, ülkenin bugün Avrupa’da olması yönünde önderlik yaptığını hatırlattı ve Crans Montana’daki çerçeveyi “bizim taraf için bir çeyiz” olarak tanımladı. Vermek istediği mesajlar konusunda rahat, kendinden emin ve net olan Neofitu puan kazanmış gibi göründü. Gerektiği yerde müdahale etti, kimlerin sorumlu olduğu konusundaki çekişmeyi muhataplarına bırakarak etkili bir şekilde güvenirliliklerini sorgulattı. Bunu Mavroyannis’in istifasıyla ilgili yaptığı açıklamayla ve Hristodulidis’in ifşaatlarını kullanarak “Kıbrıs sorununun kariyer yapmakla ilgili olmadığını” belirtirken de yaptı. Siyasi eşitlik temelinde iki bölgeli iki toplumlu federal (BBF) bir çözümü desteklediğini açıkça belli etti ve pozitif bir gündeme gerek duyulduğunu belirterek, gaz konusunun bir katalizör olabileceğini, güvenirliliği ve doğru değerlendirme yapmanın “kilit” olduğunun altını çizdi. Ancak onun da net bir plana sahip olmadığı görüldü. Kendisini iyimser biri olarak ilan etmiş olsa da Mağusa’nın nasıl kurtarılabileceği veya görüşmelerin nasıl devam edebileceği konusunda bir açıklamada bulunmadı. Aynen kendi sorumluluklarından başarılı bir şekilde sıyrılamadığı gibi. Hükümet neden Crans Montana’daki “çeyizden” vazgeçti? Ama aynı zamanda ülkenin güvenilirliğini son 9 yılda yerle bir eden bir yönetimin devamı olarak bu güvenilirliği yeniden nasıl kazandıracağını da belirtmedi. Bir kez daha bizlere, Anastasiadis’e olan desteği ile kendini geçmişte olayların yönetim şeklinden ayrıştırma ihtiyacı arasında sıkışıp kaldığını gösterdi.
Tartışmada öne çıkan bir şey varsa, üçünün de yıkıntılar üzerinde top oynamasıydı. İnisiyatif alınması gerektiğini kabul ettiler ancak herhangi bir perspektif sunmakta başarılı olamadılar. Kıbrıs sorununun “kilidini açmak” için gerekli anahtara sahip olduklarına ikna etmekte başarılı olamadılar. Bilakis, bu seçim öncesi sürecin ne kadar çelişkilerle dolu olduğunu teyit etmiş oldular. Ve milli davayla en iyi kendilerinin başa çıkabileceği konusunda ikna oldular. Kıbrıs sorununu, onu çöküşün eşiğine getirenlerden daha iyi kim yönetebilir ki?