“…Yüzyıllık Felaket olarak da anılan dönemin başlarında gezegenin dört bir yanında ‘Yaşam Şirketleri’ adı verilen kan emici kuruluşlar görünmeye başlamıştı. Felaket senaryolarının yarattığı korku atmosferi ve kitlesel boğazlaşmaların oluşturduğu cinnet hali içinde bir tekel oluşturabildiler bu yaşam satan kuruluşlar…” (Barış Onur Örs, Yeryüzünde Bir Mevsim, Ekofil Yayınları, s. 106)
İnsanın doğaya, yaptığı işe, ürettiği ve tükettiği ürüne, sonunda da kendine ve çevresine yabancılaşmasının en görünür ve hissedilir olduğu alanların başında geliyor kapitalist tarım-gıda sistemi. Dünyanın en büyük kakao çekirdeği ihracatçısı ülkelerinden birisi olan Fildişi Sahili’ndeki kakao çiftçilerinin, yaşamlarında ilk defa çikolata yediklerinde yüzlerinde beliren ifadeyi izlediğim belgeseli unutamıyorum.
Emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşmasının en etkili örneklerinden birisiydi sanırım. Ancak bunun için uzağa gitmeye gerek yok. Her gün farkında olarak veya olmayarak böyle bir yabancılaşmanın içindeyiz aslında. Örneğin bir süpermarkete gittiğimizde torbamıza koyduğumuz domatesler… Salatada veya yemek yaparken kullanacağımız yalnızca bir ürün bizim için. Oysa süpermarketin reyonuna gelinceye kadar kat ettiği sürece baktığımızda; üretim için gerekli girdilerin temini, üretim faaliyetinin kendisi, hasadı, kimi zaman işlemesi, paketlemesi, lojistiği ve son olarak perakende satışı gibi birçok aşama metalaşmaya tabi bir süreci ifade ediyor. Söz konusu metalaşma emek ve doğa sömürüsünden halk sağlığına, sınıfsallıktan bağımlılık ilişkilerine kadar kapitalist üretim ilişkilerini niteleyen birçok kodu bünyesinde barındırıyor.
Kapitalist sermaye birikim dönemlerine eşlik eden uluslararası tarım-gıda üretim ve tüketim ilişkileri literatürde gıda rejimleri olarak ifade ediliyor. Bu çerçevede 1870-1914 yılları arasında İngiltere hegemonyasındaki kolonyalizme dayalı Birinci Gıda Rejimi ucuz işgücü için başta tahıl olmak üzere ucuz gıda politikası üzerine kurulmuştu. İki dünya savaşının ardından 1947-1973 dönemi ise İkinci Gıda Rejimi adı altında ABD hegemonyasında şekillendi. Bu dönem aynı zamanda tarımda sentetik kimyasalların, hibrit tohumların, ağır makinelerin yoğun olarak kullanılmaya başlandığı yeşil devrim olarak adlandırılan gelişmelerin başladığı yıllar oldu. 1980 sonrası günümüze kadar olan dönem ise neoliberal politikalarca belirlenen üçüncü gıda rejimi, diğer bir ifade biçimiyle şirket gıda rejimi olarak adlandırılıyor. Bu dönemleri birbirinden büsbütün ayrı düşünmemek gerekir. Her biri bir öncekinin mirasının üzerinde şekillendi şekilleniyor. Zira şirket gıda rejimi varlığını, önceden çiftlik içinden temin edilebilen birçok girdinin yeşil devrim süreciyle birlikte metalaşmasına borçlu.
Kamunun neredeyse tamamen tasfiye edildiği, suretinin olduğu yerlerde ise piyasaya tabi olduğu 1980 sonrasında tarım-gıda sisteminde üretimden tüketime uzanan zincirin her aşamasında şirketlerin hâkimiyeti söz konusu. Şirketlerin birleşmeler ve satın almalar sonucu yatay ve dikey entegrasyonu yoluyla merkezileşmelerinin ise son on yılda hızlandığını söyleyebiliriz. Örneğin 2015 yılında ABD merkezli iki şirket DuPont ve Dow AgroSciences arasında 130 milyar dolarlık şirket birleşmesi anlaşması hissedarlarca kabul edildi. Bu büyük birleşmenin ardından 2016 yılında ABD merkezli Monsanto, Almanya merkezli Bayer’in 66 milyar dolarlık satın alma teklifini kabul etti. Yine aynı yıl içinde 43 milyar dolarlık İsviçre merkezli Syngenta ile Çin merkezli ChemChina birleşmesi gerçekleşti. Dünyanın önde gelen tohum ve tarım ilacı üreticileri olan bu ulusötesi şirketler birleşme ve satın almalar yoluyla piyasanın önemli bir bölümünü kontrol eder hale gelmişlerdir. Dünya tohum piyasasında 2007 yılında % 53’lük pazar payına sahip olan ilk dört şirketin pazar payı 2018 yılı itibariyle % 68,5’e yükselmiştir. Tarımsal ilaç (zehir) piyasasında ise 2007 yılında ilk dört şirket için pazar payı % 59 iken, Synenta-ChemChina, Bayer-Monsanto ve Dow-DuPont birleşmeleri sonucunda % 70,7’ye çıkmıştır . Bu oranlar tekelleşme eğilimine işaret etmektedir ve gıda tedarik zincirinin farklı aşamalarında çokça örnekleri bulunmaktadır.
Tarımsal üretimin girdi temininden başlayarak çoğu zaman perakende aşamasına kadar tüm süreçlerinde şirket hâkimiyetinin en görünür olduğu üretim şeklinin sözleşmeli tarım olduğu söylenebilir. Günümüzde birçokları tarafından güzellemesi yapılan bu üretim şekli sanayici tarafından istediği zamanda, istediği kalitede, istediği fiyattan hammaddeye ulaşmak için en etkili seçenek; çiftçi açısındansa pazarı garantilemenin ve girdi teminin en kolay yolu olarak tarif ediliyor ve bir kazan-kazan ilişkisi olarak pazarlanıyor. Oysa çiftçi ve şirket arasında eşitsiz koşulların bir yansıması olan sözleşmeli tarımda firmalar arazi için bir ödeme yapmadan, işçi çalıştırmadan, doğa kaynaklı risk ve belirsizlikler ile iş kazalarının doğuracağı sorumluluğu çiftçiye transfer ederek çok düşük maliyetlerle istediği hammaddeye ulaşırken, çiftçiler çoğu zaman kendi arazilerinde her türlü güvenceden yoksun işçilere dönüşmektedir. Sözleşmelerdeki eşitsizlik öyle bir hal alabilmektedir ki örneğin 2020 yılında domateste üretim maliyetlerinin kg’da ortalama 45 kuruş olduğu ve üretim dönemi öncesinde 55 kuruştan sözleşmelerin yapıldığı ortamda üreticiye ödenen fiyat 30-35 kuruş seviyelerine düşmüştür.
İktisat biliminin de temel soruları olan ne üretilecek, ne kadar üretilecek, nasıl ve kim için üretilecek sorularının cevabını günümüzde şirketler belirliyor. Bu soruların cevabının şirketler tarafından belirleniyor olması ile yaşadığımız pandemi, savaşlar, göçler, ekonomik ve ekolojik krizler arasında da bir nedensellik ilişkisi var. Son zamanlarda neoliberalizmin sınıra dayandığına ve kamunun yeniden çağrılması gerektiğine sık sık vurgu yapılıyor. Buradaki tuzağa dikkat etmeliyiz. Yeniden gelecek olan kamu kimin çağırdığı kamu olacak? Şirketlerin mi, yoksa emekçilerin mi? Geri çağrılan kamu neoliberalizm öncesine mi benzeyecek, yoksa ekolojiyi de odağına alan yepyeni bir toplumsallığın yansıması mı olacak? Bu soruların kısa cevaplarında ortaklaşanların bir an önce bir araya gelerek nasıl yapmalı üzerine kafa yormaları ve sistematik bir eylemlilik içine girmeleri ise en büyük ihtiyaç gibi gözüküyor. Ben bu ihtiyaca verilecek cevabın, tarım-gıda sisteminin ve yukarıda sorulan soruların gerçek muhatapları olan çiftçilerin, köylülerin, kır ve kent emekçilerinin öz-örgütlenmeleri yoluyla inisiyatifi ele aldıkları; odağında kır emekçilerini şirket hegemonyasından özgürleştirmeyi hedefleyen agroekolojik üretimin bulunduğu gıda egemenliği paradigmasında aranması gerektiğini düşünüyorum.
KAYNAK:
1.First taste of chocolate in Ivory Coast ( Belgeseli şu linkten izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=zEN4hcZutO0&feature=youtu.be)
2. ETC Group, (2008). “Who Owns Nature? Corporate Power and the Final Frontier in the Commodification of Life, http://www.etcgroup.org/sites/www.etcgroup.org/files/publication/707/01/etc_won_report_final_color.pdf.
3. ETC Group, (2018). Corporate control and mega-mergers in food and agriculture,, https://focusweb.org/wp-content/uploads/2018/12/ForumCCFA240718%E2%80%94Corporate-control-and-Mega-Mergers-in-food-and-agriculture-.pdf.