Birçoklarımız için yukarıdaki başlık şaka gibi gözükebilir. Ama değil!
Neden?
Çünkü gündelik yaşamımızda bir ülkede ne kadar çok üretim olur ve ne kadar çok insan zorunlu ihtiyaçlarının ötesinde zorunlu olmayan ihtiyaçları için de harcıyor yani insanlar “aşırı tüketiyorsa” ülke ekonomisi de o kadar büyüyecektir. Ekonomi ne kadar çok büyürse, o ülkenin, daha az üretip tüketen ülkelerden çok daha kalkınmış ve daha refah içerisinde olduğu kabul görecektir. Böylece o ülkenin “zenginler kulübünde” olduğu var sayılacaktır.
Bu makalenin ilerisinde de göreceğimiz gibi, yukarıda kabaca özetlenmiş sosyo-ekonomik çıkarsama, son kırk yıldır dünya piyasalarına hakim olan neo-liberal düşünce kalıplarına hapsolmuş serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu.
Hükümetler siyasetteki başarılarını, muhalifler de hükümetlerin siyasi başarısızlıklarını, ekonomik büyüme ile ilgili rakamların artıp artmadığına bağlı olarak değerlendirip eleştiriyorlar. Buna göre eğer bir ülkenin ekonomisi önceki yıllara göre büyüyorsa o ülkede işler iyiye gidiyor demektir. Önceki yıllara göre ekonomik büyüme rakamları azalıyorsa, yani ekonomi küçülüyorsa, işler kötüye gidiyor! Bu düşünce kalıbı, siyasete o denli nüfuz etmiş ki, bugün dünyanın pek çok ülkesinde ekonomik büyüme, sağ ve sol siyasi jargonda, adeta “ekonomik başarının ölçütü” kabul görmüş. Böylece pek çok ülkenin, iki farklı dünya görüşünde olduğu iddiasıyla yola çıkan “sol” ve geleneksel sağ partilerini, farklı sivil toplum örgütlerini de birbirine yaklaştırmış.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden ABD ile Çin, son yirmi yıldır dünyanın en büyük siyasi gücü olmak uğruna özellikle ekonomik büyüme üzerinden büyük bir yarış içerisindeler. Yalnızca bu iki “süper güç” de değil, Avrupa Birliği üyesi ülkeleri başta olmak üzere, (1) Rusya’dan Brezilya’ya, Kanada’dan Avustralya’ya ve Türkiye gibi dünyada ilk 25’i arasına girecek kadar ekonomisi büyük olan ülkeler de böyle. Ekonomik büyüme ile kalkınmayı önerdikleri pek çok az gelişmiş ülkeler de benzer yolu takip ediyor. Serbest piyasa ekonomisinin ekonomik büyümeyi başarının ölçütü ve böyle düşünmeyi de adeta tartışılmaz kılan düşünce kalıbı, hala siyasi iktidarların en çok önem verdikleri konuların başında yer almaya devam ediyor.
Şimdi bu düşünce kalıbını biraz daha açalım:
Özellikle 1980’lerin başında, ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’den günümüze dünyada serbest piyasa ekonomisi, gelişmiş ülkelerden başlayarak daha az gelişmiş olanlara doğru hızla yayıldı. Bir sonucu ülkelerin ekonomik büyümesinin, Gayri Safi Milli Hasıla’sındaki (GSMH) artışa dayandırılıyor olması. Bir ülkede muhalefete düşen sol siyasetler de, hükümetlere karşı eleştiri oklarını, sağlık, eğitim ve hizmet sektörünün yanı sıra yoğunlukla ekonomik büyüme, yani GSMH rakamlarında bir önceki yıla göre yaşanan reel düşüş üzerine bakarak yöneltiyorlar. Ekonomik büyüme GSMH’de sürekli artışı, yani ülke içinde bir önceki yıla göre daha çok üretmeyi ve daha çok tüketmeyi gerektiriyor. Yani sol parti ve örgütler; “ben başa geçersem GSMH’da daha büyük bir artış yapar, ekonomik büyümeyi sağlarım diye sağ partilerin kaldığı yerden devam edeceklerinin de açıklamış oluyorlar. Sağ ve sol söylem ekonomide başarının ölçütünün ekonomik büyüme olduğu noktasında uzlaşınca, 1980’lerden bu yana dünyanın hızla içerisine savrulduğu “tüketim toplumunun” benimsenmesi de o kadar hızlı ve kolay olmuş. Siyasi iktidarların propagandalarının yanı sıra, yaygın ve yoğun reklam ağlarıyla da toplumların düşünce çeperlerine iyice nakşedilmesi hiç de zor olmamış. “Daha çok üretmek, daha çok tüketmek” ve bir önceki yıldan daha büyük bir GSMH rakamına, dolayısıyla ekonomik büyümeye ulaşmak. Hele de GSMH’nin bir ülkenin nüfusuna bölünmesiyle elde edilen ve ülkenin kişi başına ortalama gelirini gösteren rakamdaki artış, yalnızca sağ partilerin değil, kendini solda gören pek çok siyasi parti ve sivil toplum örgütünün (STÖ) de (halbuki sol siyasi jargonda, ülke genelinde kişi başına düşen gelir değil, gelirin toplumda nasıl üleştirildiği önemlidir) siyasi programlarına yerleşmiş.
Dünyada sürekli büyümeye odaklanmış ulusal ekonomilerin ancak daha çok üretim ve daha çok tüketimle bunu başarabilmeleri için enerji olarak daha çok fosil yakıtı tüketmek zorunda oldukları ise işin diğer yüzü. Bu makalenin de asıl konusuydu.
Çünkü şu an için dünyamızda, güneş, rüzgar, deniz dalgası vb. yenilenebilir enerji teknolojileri ile üretimin çok az bir kısmı gerçekleşmekte. Bugün yeryüzündeki toplam üretimin %85’i fosil kaynaklarla (%34’ü petrol, %28’i kömür, %23’ü doğal gaz) gerçekleştiriliyor.
Tüm fosil yakıtlar yandığında karbondioksit açığa çıkar ve atmosfere salınır. Bu olay iklim değişikliğinin yanı sıra, yanan kömür, petrol ve türevlerinden salınan gazın asit yağmurlarının oluşup artmasına katkıda bulunur.
Dünya ekonomik büyüme uğruna daha çok üretmek ve daha çok tüketmeye bağlı GSMH’nın bu hızdaki yükselişini yarım yüzyıl daha kaldıramaz. Ve insanlık tarihi, ülkelerin GSMH’lıları artar, ekonomiler daha çok büyür, kapitalistler daha çok kar elde eder, siyasi partiler bu statüko üzerinden iktidarlarını sürdürmeye devam ederlerse, dünya ekosistemi ve yaşanmakta olan iklim krizi de giderek derinleşir.
Dünyamız buna daha çok dayanamaz…
Bu nedenle ekosistem ve iklim krizini dikkate almayan, neo-liberal sistemin, serbest piyasa ekonomisinin, ekonomik büyümenin kalıplarından kendini kurtaramayan tüm siyasetler yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar için de zararlıdır.
Kıbrıs Sorununda yaşanacak gelişmeler dünyanın içine girdiği bu genel krizi ve sorunları ıskaladığı ölçüde, bu alanda siyaset yapmak yalnızca biz adalıları ilgilendiren ama dünyaya zerre kadar faydası olmayan bir SORUN olarak görülmeye devam edecek gibi…
Kıbrıs Sorununun çözümüne uluslararası destek arıyorsak dünyada insanları ilgilendiren ortak sorunlara faydalı olmayı da öğrenmeliyiz. Yoksa açgözlü sermayesinin karını katlamak için kasabalarının beton ormanına çevrilmesine, denizinin kirletilmesine, yeşilinin ortadan kaldırılmasına ve dolayısıyla dünyada iklim krizine, ekosistemin zarar görmesine zerre kadar duyarlılık göstermeyen bir topluma, dünyada hangi sol parti, çevreci, feminist, hümanist örgüt ve uluslararası ya da ulusüstü birlik değer verip de sorunlarına ilgi göstersin ki!…
Yazı uzadı ve makale sınırlarını aştı. Bu nedenle burada durayım.
Makalenin başlığı “dünyanı ekonomik küçülme kurtaracak” idi. Bu makale başlığa ancak girizgah oldu. Bir sonraki yazımda yakın gelecekte mevcut serbest piyasa ekonomisi bu sorunu aş(a)mazsa, 21’nci yüzyılda insanlık tarihini bekleyen yeni radikal değişiklikleri de ele alarak konuyu tartışmaya devam edeceğiz.