Son yıllarda aşırı sağ hareketlerin küresel ölçekteki belirgin yükselişi, faşizm meselesini politik gündemin merkezine yerleştirdi. Faşizm geri dönüyor: Kimse onun yalnızca tarihsel bir inceleme nesnesi olarak geçmişte kaldığını iddia edebilecek bir durumda değil -ki İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana kamusal alanda bu denli yoğun bir şekilde tartışıldığı da olmamıştı. Bu mühim tartışmanın terimlerine açıklık kazandırmasından ötürü Ugo Palheta’ya bir teşekkür borçluyuz. Palheta’nın metni,[1] bu yeni “faşist” dalganın hem nedenleri hem de özelliklerine ilişkin analitik boyutunun yanı sıra, onunla savaşmanın yolları üzerine programatik bir sonucu da içeriyor. Palheta’nın teşhisine birçok yönden katılıyorum, ancak kimi çekincelerim de yok değil. Burada, başka katkıları da teşvik etmesi umuduyla, gerekçelerimi açıklamaya çalışacağım.
Ugo Palheta’ya göre faşizm, homojen etnik ve ırksal özellikler etrafında inşa edilmiş hayalî bir topluluk olan ulusu “yeniden canlandırma” projesinden başka bir şey değildir. Bu hayalî topluluğun kendi “olumlu” ve olumsuz mitleri vardır. Bunlar, düşmanlara karşı savunulacak veya yeniden tesis edilecek sözde hakiki bir saflığa işaret eder. Göç (“büyük yer değiştirme”), “beyaz karşıtı ırkçılık”, geleneksel değerlerin feminist ve LGBTQI yozlaşması, İslam ve onun müttefikleri (“İslami-solculuk”), ve benzerleri ise bu “hakiki saflığın” düşmanlarıdır. Palheta, bu neo-faşist dalganın ortaya çıkmasının temellerinin, küresel seçkinlerin “hegemonya krizinde” yattığını savunuyor. Ona göre, bu küresel seçkinlerin eskimiş ulus-devletlerden miras aldıkları yönetim araçları artık hükmünü yitirmiştir ve giderek de etkisiz gibi görünmektedir. Gramsci’nin Machiavelli’ye referansla ifade ettiği üzere tahakküm, baskı aygıtları ile kültürel hegemonyanın bir bileşimidir. Siyasi bir rejimin gaddar ve baskıcı değil de meşru ve yararlı görünmesini sağlayan da bu bileşimdir. Egemen sınıflar, onlarca yıldır uygulanan neoliberal politikaların ardından zenginliklerini ve iktidarlarını muazzam ölçüde genişletirken aynı zamanda önemli bir meşruiyet ve kültürel hegemonya kaybına da uğradılar. Neo-faşizmin yükselişinin temel dayanakları da burada yatmaktadır: Bir yanda egemen sınıfların giderek artan bir biçimde “vahşiliğe kapılması” (vahşileşme), diğer yanda bu sınıfların tahakkümünün doğurduğu genel otoriter eğilimler (faşistleşme). Buna binaen Palheta, faşizmin yapısal bir çelişkiyle şekillendiğine dikkat çekiyor: Faşizm, neoliberalizme bir alternatif sunuyor olma iddiasındayken aynı zamanda tehdit altındaki bir düzenin yeniden inşasını istiyor. Tıpkı kendini kapitalizmin ve sosyalizmin, liberal demokrasinin ve Bolşevizmin karşısında bir “üçüncü yol” olarak tanımlayan klasik faşizm gibi neo-faşizm de kendini “müesses nizama” karşı mücadele ediyormuş gibi sunuyor, ama aynı zamanda kanun ve nizamı yeniden tesis etmek istiyor. Tarihsel olarak bu, Muhafazakâr Devrimin özelliklerinden biriydi.
Palheta’nın ulusu “yeniden canlandırma” projesi olarak faşizm tanımına katılıyorum, ancak bu tanım faşizmin kurucu unsurlarının bütününü kavramadığı sürece bana tam veya tatmin edici gelmiyor. Tarihsel merceklerle bakıldığında faşizm, bir radikal milliyetçilik biçiminden ve ırkçı bir ulus fikrinden daha fazlasıydı. O aynı zamanda bir siyasi şiddet pratiği, militan bir anti-komünizm ve demokrasinin tümden imhasıydı. Şiddet, bilhassa da Sola ve komünizme karşı şiddet, onun siyasi eyleminin ayırt edici biçimiydi; iktidara geldiği her yerde –ister İtalya ve Almanya’da olduğu gibi yasal yollarla isterse de İspanya’da olduğu gibi askerî bir darbe yoluyla olsun- demokrasiyi yok etti. Bu açıdan bakıldığında radikal Sağdaki yeni hareketler, hem şiddetle hem de demokrasiyle farklı bir ilişki kuruyorlar. Bu yeni hareketler silahlı milislere sahip değiller; yeni bir siyasi düzen talepleri yok ve geleneksel kurumların istikrarına yönelik bir tehlike de arz etmiyorlar. Elitlere karşı “halkı” savunuyor ve düzeni yeniden tesis ediyormuş gibi görünseler de yeni bir düzen yaratmak konusunda istekli değiller. Avrupa’da, AB’nin kurumlarını yok etmekten ziyade, onun içinde kalarak otoriter ve milliyetçi eğilimleri uygulamakla daha çok ilgileniyorlar. Macaristan’da Victor Orban’ın ve Polonya’da Mateus Morawiecki’nin duruşunun yanı sıra nihayetinde Euro’yu kabul etmiş üç siyasal gücün, İspanya’da Vox’un, Fransa’da Marine Le Pen Ulusal Birliği’nin ve İtalya’da Matteo Salvini’nin Lega’sının yönelimleri de bu yöndedir. İtalyan Lega, geçtiğimiz günlerde, finansal seçkinlerin temsilcisi ve neoliberalizmin vücut bulmuş hâli olan eski Avrupa Merkez Bankası direktörü Mario Draghi liderliğindeki bir koalisyon hükümetine katıldı. Euro’dan en çok yararlanan ülkeler olan Avusturya, Hollanda ve Almanya’da aşırı sağ elbette yabancı düşmanı ve ırkçı; fakat özel olarak AB, Euro veya neoliberalizm karşıtı değil. Bu hareketler siyaseten daha ziyade kültürel muhafazakârlığa yaslanıyor. Hindistan, Brezilya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de aşırı sağ liderler iktidara geldiler ve kendi devletlerinin kurumsal çerçevesini hesaba katmaksızın otoriter ve yabancı düşmanı eğilimler geliştirdiler. Bolsonaro ve Trump, parlamentoyu feshetmeyi başaramadıkları gibi ya yetkilerine son verildi ya da çeşitli görevden alma prosedürleriyle karşı karşıya kaldılar.
Son ayların en çok dikkat çeken ve tartışılan vakası olan Donald Trump özellikle öğretici. Trump’ın faşist gidişatı, başkanlığı sona erdiğinde yenilgisini kabul etmeyi reddedip seçim sonucunu geçersiz kılmaya çalıştığı zaman açık bir biçimde ortaya çıktı. ABD Kongre Binası’nı (Capitol) işgal eden Trump yandaşlarının folklorik “kalkışması” başarısız bir faşist darbe değildi; demokrasinin en temel kurallarını açık bir biçimde çiğneyen -ki bu, onun faşist olduğunu söylemeyi mümkün kılıyor- ancak siyasi bir alternatif gösterme kudretinden de yoksun olan bir liderin seçimleri geçersiz kılmaya yönelik umutsuz bir girişimiydi. Capitol olayları, Amerika Birleşik Devletleri’nde kitlesel bir faşist hareketin varlığını tartışmasız bir şekilde ortaya koymuş olsa da bu hareket iktidarı ele geçirmekten henüz oldukça uzak. Yaşanan olayların dolaysız sonucu, Cumhuriyetçi Parti’yi derin bir krize sokması oldu. Trump; 2016 seçimlerini ekonomik seçkinlerin, tek derdi vergi indirimleri olan üst orta sınıfların, muhafazakârların, tutucu Hristiyanların, ve ötekileştirilmiş ve yoksullaştırımış beyazların müesses nizama duyduğu tepkiye yaslanarak, son kertede Cumhuriyetçi Parti’nin bir adayı olarak kazanmıştı. Onun artık böyle bir kitleye hitap ettiğini söylemek zor. Geldiğimiz noktada beyaz ırkçılar ve gerici milliyetçilerden oluşan bir hareketin lideri olan Trump’ın tekrar seçim kazanması pek mümkün görünmüyor. Şüphesiz ki Trump’ın arkasındaki faşist hareket, Black Lives Matter [Siyah Yaşamlar Değerlidir, BLM] ve diğer sol hareketlere karşı şiddetli çatışmalara yol açabilecek bir siyasi istikrarsızlık kaynağıdır, ancak bu hareket kendi özel bağlamında anlaşılmalıdır. 1920-1925’teki faşist milisler veya 1930-1933’teki SA, savaş sonrası İtalya ve Almanya’da devletin şiddet üzerindeki tekelinin çöküşünün birer işaretçisiydi. Öte yandan Trump’ın milisleri, bireysel silahları yüzyıllardır siyasi özgürlüğün temel bir özelliği olarak gören ABD tarihinin mirasıdır.
Klasik faşizm, topyekûn savaşın harap ettiği bir kıtada doğdu; bir iç savaş ikliminde, son derece istikrarsız ve keskin siyasi çatışmalarla kurumsal olarak felç olmuş devletler içinde büyüdü. Radikalizmi ise ona “devrimci” karakterini veren Bolşevizm ile çatışmasından doğdu. Faşizm, “Yeni İnsan” ve ulusal büyüklük mitini yaratan ütopyacı bir ideoloji ve tahayyüldü. Yeni aşırı sağ hareketler ise bu dayanakların tümünden yoksundur: Avrupa’nın 1930’lardaki çöküşüyle kıyaslanamayacak bir “hegemonya krizinden” doğuyorlar; radikalizmleri “devrimci” hiçbir şey içermiyor ve muhafazakârlıkları da (geleneksel değerlerin, geleneksel kültürlerin, tehdit altındaki “ulusal kimliklerin” ve cinsel “sapkınlıklara” karşı bir burjuva saygınlığının savunulması) faşist ideolojileri ve ütopyaları bu kadar derinden şekillendiren bir gelecek fikrine sahip değil. Onları “post-faşist” olarak nitelemenin daha uygun olacağını düşünmemin nedeni de bu.
Palheta, çağdaş radikal sağ hareketlerin ideolojisini ve propagandasını göz önünde bulundurarak, bu hareketlerin faşist anti-Semitizmin kimi unsurları ile devamlılık da içeren güçlü anti-kozmopolit eğilimlerini yerinde bir şekilde vurguluyor. Bu, gayet esaslı bir tespit olmakla birlikte son yirmi yılda meydana gelen ve bu hareketleri klasik faşizmden önemli ölçüde ayıran büyük bir değişimi garip bir biçimde ihmal ediyor. Bu hareketlerin başlıca hedefi artık Yahudiler değil, daha ziyade Müslümanlardır –ki aşırı sağ hareketin çoğunun İsrail ile ilişkileri çok iyi. İslamofobi, post-faşist retorikte anti-Semitizmin yerini aldı: Yahudi-Bolşevizme karşı mücadele mantrası yerini “İslami-solculuk” ve “dekolonyal” veya anti-kolonyal hareketlerin reddedilmesi söylemine bıraktı. Çağdaş sol hareketlerin -bilhassa da ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTQI olanların- kayda değer bir etkiye sahip oldukları tartışmasız olsa da bu etki, alternatifin SSCB tarafından somutlaştığı iki savaş arası yıllardaki Bolşevizm’in etkisiyle kıyaslanamayacağından, post-faşizm akla tarihsel faşizmden daha ziyade “kültürel karamsarlığı” (Kulturpessimismus) getiriyor.
Yeni aşırı sağ hareketlerden bir “karşı devrim” olarak söz etmek -ister devrimin ardından gelen, ister de devrimi engellemek niyetinde olan bir karşı devrim- bana pek kullanışlı yahut açıklayıcı gelmiyor, çünkü ondan bu şekilde söz etmek, tarihsel faşizmi mevzubahis ideolojik ve politik niteliğinden arındırılmış alelade bir hareketler toplamına dönüştürüyor. 1920’li ve 1930’lu yıllar söz konusu olduğunda, faşizmi bir karşı devrim olarak ele almak anlamlıydı zira bu yıllar; Ekim Devrimi, İtalyan biennio rosso (1919-20 fabrika işgalleri), Ocak 1919’da Berlin’deki Spartakist ayaklanması, 1920’de Bavyera’da ve Macaristan’daki iç savaşlar ve 1930’larda İspanya İç Savaşı tarafından karakterize olmuştu. Hâlbuki mevzubahis Marine Le Pen, Matteo Salvini, Victor Orban, Jair Bolsonaro ve hatta Donald Trump olduğunda bu ifade neredeyse anlaşılmaz bir slogana dönüşüyor. Devrimin olmadığı yerde karşı devrim de olmaz.
Palheta, toplumsal denetim ve gözetim teknolojilerinin güçlendirilmesi ve polis baskısının kapsamının genişletmesi eğilimlerine dikkat çekmekte haklı. Ona göre bu eğilim, çağdaş devletlerin çoğunu biçimlendirmesinin yanı sıra egemen sınıfın genel bir “vahşete kapılmasının” (vahşileşmesinin) ifadesidir. Ne var ki bu değişimler, en liberal demokrasilerde vuku bulmaktadır, dolayısıyla faşizmin yükselişiyle ilişkilendirilemezler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Obama, Trump’tan daha fazla kayıtsız göçmeni sınır dışı etmişti. Üstelik artan ırkçı polis şiddeti, Donald Trump’ın seçilmesinden üç yıl önce, 2013’te, Black Lives Matter eylemlerinin doğmasına yol açmıştı. Fransa’da ise 2015’teki terör saldırılarının ardından OHAL yasaları Hollande’ın başkanlığında yürürlüğe girerken, 2017’de Macron’un seçilmesinden bu yana başta Sarı Yelekliler olmak üzere toplumsal hareketlere yönelik polis şiddetinde çarpıcı bir artış yaşanmıştı. Bütün bu eğilimler bir “faşistleşme dinamiğinin” değil, daha ziyade otoriter neoliberalizmin yeni biçimlerinin ortaya çıkışının bir yansımasıdır. Aşırı sağ partiler bu uygulamaları, birçok durumda, üzerinde hiçbir söz hakları olmamasına rağmen destekliyorlar. 1930’larda Avrupalı sanayi, finans ve ordu seçkinleri faşizmi bölgesel siyasi krizlere, kurumsal çöküşe bir çözüm olarak, ama en başta da Bolşevizme karşı bir savunma amacıyla desteklediler. Bugün egemen sınıflar, “ulusal egemenliklere” dönmeyi vadeden popülist, milliyetçi ve neo-faşist hareketlerden ziyade AB’yi destekliyor. ABD’de ise egemen sınıflar, Demokrat Parti’nin geleneksel bir alternatifi olarak Cumhuriyetçi Parti’yi destekleyebilirler, fakat Joe Biden’ın karşısında beyaz üstünlüğü yanlılarına arka çıkmayacaklardır. Demokrasiye inandıklarından değil, müesses nizamı savunmak konusunda Biden, beyaz üstünlüğü savunucuları ile kıyaslanamayacak denli etkili olduğu için.
Peki, bu, faşist bir tehlike olmadığı anlamına mı geliyor? Asla. Aşırı sağ hareketlerin, partilerin ve hükümetlerin dikkat çeken yükselişleri, özellikle de genel bir ekonomik kriz, ABD ekonomisinin uzun süreli depresyonu veya Euro’nun çöküşü bağlamında düşünüldüğünde, faşizmin bir alternatif olabileceğini çok açık bir biçimde gösteriyor. Bu tür gelişmeler, sözü edilen hareketlerin faşizme doğru radikalleşmelerine neden olabileceği gibi onlara geniş kitle desteği de sağlayabilir. Bu hareketlerin egemen sınıflarla ilişkisinin değişmesi kaçınılmazdır, keza 1930’larda yaşanan da buydu. Ne var ki böylesi bir eğilim bugün için hâkim olmaktan uzaktır. Pandeminin bir yabancı düşmanlığı dalgasına veya günah keçisi arayışına yol açmadığını gözlemlemek ilginç. Pandemi, ABD’de Trump’ın seçim yenilgisine (Trumpizmin radikalleşmesine rağmen); Brezilya’da Bolsonaro için artan zorluklara; Avrupa’da ise beklenmedik neo-Keynesçi politikalar benimseyerek alışılagelen neoliberalizmi tahfif eden AB’nin güçlenmesine neden oldu. “Faşizm ihtimali” devam ediyor, ancak pandeminin yol açtığı ekonomik kriz bu ihtimali pekiştirmiş değil. İtalya’da, pandemi gibi bir acil sağlık durumunun en beter aylarında tanık olduğumuz şey mültecilere ve göçmenlere yönelmiş bir nefret değildi; tam tersine, bitkin meslektaşlarına yardım etmek için gelmiş Çinli, Arnavut ve Afrikalı doktorların içten dayanışmalarına, ve İtalyan halkının bu doktorları bağrına basmasına tanık olduk. Bu eğilim elbette bu şekilde sürecek diye bir şey yok, ancak tüm bunlar önlenemez bir faşistleşme süreciyle karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor.
Şu an için görünen o ki, neo-faşist ve post-faşist hareketler, Palheta’nın sözünü ettiği çelişkiye hapsolmuş durumdalar: ya “sistem karşıtı” bir alternatif olarak görülüyor ve iktidardan dışlanıyorlar ya da kuralları ve kurumlarıyla “sistemi” kabul ederek, kanun ve nizamın yeniden inşasına iştirak ediyorlar. Lakin bu durumda, evvelinde reddettikleri müesses nizamın bir parçası oluyorlar. Palheta da neoliberalizmin mevcut “hegemonya krizinin” olası bir sonucu olarak “burjuva normalleşmesini” işaret ediyordu. Oysa “burjuva normalleşmesi”, genel bir “faşistleşmedinamiği” ile bağdaşmaz. Böylesi bir gidişat -bazı akademisyenlerin “Bonapartist” dönüş ya da defaşizasyon dediği şey- genellikle faşist bir rejimin kurulmasından sonra meydana gelmiştir (geç Frankoculuğu anımsayın). Şayet bu “normalleşme”, iktidarı ele geçirmeden önce bir faşist hareketi biçimlendiriyorsa, bir “faşistleşme dinamiği” de oluşmamış demektir. İtalya’da Lega’nın “burjuva normalleşmesi”, herhangi bir “güçlü halk tepkisi” olmaksızın gerçekleşti –ki bu, Palheta’nın böyle bir “normalleşme” için belirttiği koşuldur. Faşizm heyulası aynı zamanda diğer ülkelerdeki elitlerin kendi “hegemonya krizlerini” idare etmesine yarayabilir. Bu heyula; Biden, Macron ve Merkel için herhangi bir sol muhalefeti susturmanın elverişli bir bahanesi olabilir.
Palheta’nın sonuç olarak önerdiği strateji, antifaşizmden başka bir şey değildir; “parçalı bir mücadele, özgül bir mücadele yöntemi veya soyut bir ideoloji” olarak değil, sol siyasetin merkezî bir boyutu olarak, “tüm özgürleşme hareketlerine nüfuz eden ve onları kapsayan” bir şey olarak tasarlanan bir antifaşizm. Tarihsel bilince ve geçmişin belleğine sahip bir Sol, bu önermeye katılmadan edemez. Palheta, monolitik bir antifaşist ideolojiden ziyade heterojen bir antifaşist ethos’a ihtiyaç duyulduğu konusunda ısrar etmekte haklı; ne var ki ortaya koyduğu faşizm tahlili, bugün karşı karşıya olduğumuz özgün post-faşist dinamikleri gözden kaçırmamıza sebep olabilir. Antifaşizm, evrensel ‘faşistleşme süreci’ için evrensel bir reçete değildir. Yapılması gereken, antifaşizmi ulusal bağlamların çeşitliliğine uygun biçimde uyarlamak ve ortaya koymaktır.
[1] Çevirmenin notu: Ugo Palheta’nın “Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm” başlıklı makalesi, Gencer Çakır ve Ulus Atayurt çevirisiyle, Express’in 176. sayısında yayımlanmıştır.
*”Universal Fascism? A Response to Ugo Palheta” başlığıyla 31 Mart 2021 tarihinde Historical Materialism’in web sitesinde yayımlanan Enzo Traverso’nun bu yazısı, Halil Can İnce tarafından Türkçeye çevrildi.