Kıbrıs iktibasNiyazi KızılyürekKibir, Trajedi ve Kıbrıs’ın Trajik Figürleri Üstüne - Niyazi Kızılyürek

Kibir, Trajedi ve Kıbrıs’ın Trajik Figürleri Üstüne – Niyazi Kızılyürek

Orjinal yazının kaynağıyeniduzen.com
diğer yazılar:

Temmuz ve Ağustos ayları normalde ülkemizde sorgulamaya, yüzleşmeye, başkalarının acısına bakmaya vesile olmalıydı. Ne var ki, ülkenin darbe ve savaşla sarsılıp ikiye bölündüğü 1974 yazının üzerinden tam 48 yıl geçmiş olmasına karşın toplumlar maalesef hala birbirlerini suçlamakla iştigal ediyorlar.

Ne gerçek anlamda sorgulama söz konusudur, ne de yüzleşmeden eser var. “Biz”den sayılmayanların yaşadığı acılara ve adaletsizliklere hafızamızda yer yok!

Kıbrıs sorununu adeta bir melodram olarak yaşıyoruz. “İyiler” ile “kötüler” birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmışlardır, iyiler bir tarafta, kötüler başka taraftadırlar ve tam bir zıtlık içindedirler.

Olup bitenleri yüzeysel bir anlayışla melodram olarak algılamamıza yol açan şey, aslında tam da bu yüzleşmeme, sorgulamama halidir!

Oysa Kıbrıs’ta yaşananlar bir melodram değil, bir trajedidir.

Trajedilerde “iyi-kötü”, “haklı-haksız” ayırımı yoktur. Her şey karmaşık ve muğlaktır. Hatta Hegel’e bakarsanız, çatışan tarafların trajedi ile sonlanan serüvenlerinin kaynağında ayrı ayrı haklı olmaları vardır. Yani, çatışmada bütünüyle haklı ve bütünüyle haksız taraflar yoktur ama gelgelelim çatışan taraflar kendilerini haklı, ötekini haksız olarak görürler.

Kıbrıs sorununun doğuşu ve gelişimine baktığımızda, çatışma tarihinin her aşamasında kendini bütünüyle haklı, öteki toplumu da bütünüyle haksız sayan bir anlayışın baskın olduğunu görürüz. Çatışmayı doğuran ve trajediye yol açan bu inatlaşma ile zıtlaşmanın arkasında genel olarak “ötekini” görmeyen milliyetçi ideolojinin aklamacı aklı vardır.

Kuşkusuz, toplumları yönlendiren liderlerin kibirli tutumları trajedinin ortaya çıkışında son derece önemli bir rol oynar. Nitekim Eski-Yunan tragedyalarının hepsinde kibre (hybris) rastlarız.

Hybris, (kibir) Eski Yunan’da ölçüyü kaçırmak, ifrata kaçmak, sınır tanımamazlık olarak tanımlanır ve trajedilere yol açan kötülüklerin kaynağı olarak gösterilir.

Hybris, Devrim Sezer’in isabetli tanımlamasıyla, “kibir, küstahça büyüklenme, aşırılık ve ihlal anlamına geliyor. Kişinin ve hatta bazen koskoca bir toplumun, çoğunlukla elde ettiği başarı ya da kazandığı zaferlerin yarattığı sarhoşlukla, her şeyi ama her şeyi yapmaya muktedir bir varlık, adeta bir tanrı olduğu yanılsamasına kapılmasıyla ortaya çıkan, yıkıcı ve sınır tanımayan bir güç ve gurur zehirlenmesidir.” (Devrim Sezer’in “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı makalesinden.)

Ülkemizin yakın tarihini mercek altına alırsak, çatışan etnik toplumların farklı zamanlarda hybrise kapıldıklarını ve zafer sarhoşluğu içinde bir “güç ve gurur zehirlenmesi” yaşadıklarını görürüz.

Örneğin, 1960 yıllarda Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Türkler karşısında zafer kazandığını düşünüyor ve uzlaşmaya yanaşmıyordu. 1974 sonrasında ise başta Rauf Denktaş olmak üzere, Türk tarafı benzer bir yanılsamaya kapıldı.

Kıbrıs trajedisinin uzayıp gitmesinde iki tarafta da hüküm süren hybrisin önemli payı vardır.

Eski-Yunanda hybris en büyük hatalardan biri sayılırdı ve hybrise kapılanlar sonunda mutlaka ağır bedeller ödeyen trajik figürler olurlardı.

Kıbrıs trajedisinin yaratılmasında ve sürdürülmesinde önemli rol oynayan aktörlerin sonu da trajik oldu.

Örneğin, Başpiskopos Makarios ve Rauf Denktaş siyasi yaşamlarını trajik figürler olarak noktaladılar.

Bunun nedeni, hybrise kapılan bu kişilerin narsis bir kişilik yapısına sahip olmaları ve “her şeyi, ama her şeyi yapmaya muktedir bir varlık olduğunu” düşünmeleridir. Hannah Arandt’in tanımlamasıyla, koşullar ne olursa olsun kendi bakış açısına uygun bir hayat süreceğini zannederler ve başkalarının eylemleri nedeniyle başlarına istemedikleri şeylerin gelebileceği gerçeğine sırtlarını dönerler.

Örneğin Başpiskopos Makarios, 1964 sonrasında oluşan statükoyu her koşulda sürdürebileceğini var sayıyordu ve hiç kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini düşünüyordu. Kendini beğenmiş bir edayla Kıbrıslı Türklere yukarıdan bakıyordu ve kendisi açısından en iyi koşullarda bile anlaşma yapmaya yanaşmıyordu.

Sonunda bir darbe yaşadı ve hem tahtından oldu, hem de ülkesi ikiye bölündü.

Rauf Denktaş da 1974’te Türk askerlerinin yarattığı oldu-bitti’yi her koşulda sürdürülebileceği zannına kapıldı ve hiçbir esneklik sergilemedi. Kıbrıslı Rumların acılarına karşı kayıtsız kaldığı gibi, kendi toplumunu da çok zor durumlara düşürdü.

Fakat sonunda kendisi de zor duruma düştü. Bir zamanlar omuzlarda taşınırken, sonunda siyasi yaşamını halkı tarafından terk edilmiş, yalnızlığa mahkum edilmiş biri olarak sonlandırdı…

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin