“Ne gul-i nağma hun, na parda-e saz
Me hun apni şikest ki avaz”
Mirse Esedullah Han Gâlip[i]
Anayasa Mahkemesinin “Ali İsmail” kararından bu yana, kategoriler üzerine düşünüyorum: Miting, Gösteri Yürüyüşü, Çevre Hakkı Protestosu, Direnme, Ayaklanma…
Tekli tarihsel olayı –diyelim ki 2013’ü– biricikliğini gözden çıkarmadan sınıflandırarak temsil edecek kategorilere ihtiyaç duyuyoruz. Bu gayret, bizim hangi niyetle giriştiğimizden bağımsız olarak, hukukla, tarihle ve siyasetle ilişkilendirilebilir gibi duruyor.
“Kategori” ile “temsil” şimdilik anahtar kelimeler olarak kenarda dursun, hukuk ve tarih üzerine konuşalım; siyaset zaten her birini boydan boya keserek kat edecektir.
Aynı gayretin, bundan yaklaşık yirmi yıl önce, gecenin geç saatlerinde havasız küçük bir duruşma salonuna sıkıştırılmış “suçüstü” yorgunu topluluğun da gündemini işgal ettiğini hatırlıyorum. Bugün artık yürürlükte olmayan 3005 sayılı “Cürmü Meşhut Muhakemesi” hakkında Kanun-u Muvakkat usulü şöyle işlerdi: Sabah erken kalkıp pankartınızı boyar, dövizlerinizi yazardınız; kuşluk gibi toplanılır, öğle ortası okkalı bir cop dayağını takiben ikindi sularında eller kelepçeli polis otobüsüne doldurulmuş olurdunuz. Akşamüzerine telaşla yetiştirilmiş birkaç yazışma piyasada dolaşır, yatsıya doğru, o günün şenliğine katılmış herkes adliyede toplanırdı. Sanık sıfatı kazanmış eylemciler, yatsıya doğru, o günün şenliğine katılmış herkes adliyede toplanırdı. Sanık sıfatı kazanmış eylemciler, bazen inmiş cam çerçevenin mağduru fakat genellikle tanık sıfatını haiz esnaflar, her zaman müşteki ve tutanak mümzii –imzacıya öyle denirdi– polisler, avukatlar, savcı, mübaşir ve elbette hâkim.
Bu özel yargılama usulünde, henüz o gün gerçekleşmiş eylemin hemen o gün açılmış davası, yine o gün karara bağlansın diye uğraşılırdı. Cürmü Meşhut: Şahitli Suç! Yani, şimdiki gibi önce bir soruşturma başlatılıp, savcı iddianameyi hazırlayıncaya kadar –ihtiyaç duyacaksa– tutuklama incelemesi yaptırsın diye Sulh Ceza Hakimi’ne değil: yargılamanızı doğrudan şıpınişi yapacak Asliye Ceza Mahkemesinin önüne çıkarılırdınız. Genellikle davayı o gün karara bağlamak başarılamaz, duruşma ertelenirdi ama en azından niyeti öyleydi diyelim, neredeyse seksen yıl kesintisiz yürürlükte kalmış bu “geçici” düzenlemenin.
Kötü müydü? Belki. Yine de savcıya önce insanları tutuklatıp, aylarca sonra kopyala-yapıştır iddianameleriyle garip davalar açma fırsatı vermediği için severdik. İddia hezeyanına dönüşmüş ideolojik kurgulardan çok, önümüzdeki olayı temaşaya zorlayan bir tarafı vardı.
Salonun o geç saatte yargıcın gözüne yukarıdan nasıl göründüğünü hayal etmek zor; kıyafetlere sinmiş gazın, boyalı suyun, terin ve kurumuş kanın kokusunu alırdınız. Dumanı üstünde “gerçek zamanlı” yargılamanın kendine has kokusu, rengi ve havası olurdu.
Olağan mesaisinde tükettiği gündüzün üzerine, sırf onun nöbetine denk geldi diye; eylemin heyecanından, dayağın öfkesinden ajite durumdaki üst baş derbeder onlarca kişinin sorgusunu almak zorunda kalacak yargıç, önce oturup odasında biraz evrak inceler, ancak gece yarısına doğru işe başlardı.
Aslında dayağı onlar atmış da olsalar, arada yedikleri birkaç tekmeyle kaldırım taşının acısını henüz çıkaramadıklarına inandıkları için hala itiş kakışa meyyal polislere; muhtemelen bizzat eyleme katıldıkları halde, doğru zamanda gösterilmiş mesleki kimliğin yüzü suyu hürmetine sanık sıfatıyla ortaya dikilmekten kurtulup, yanda, terli gömleklerin üstüne cüppe çekmiş avukatlar; kapının önünde çocuklarını bekleyen anne-babalar; gündüz suçüstünde “enselenmemeyi” becermiş ve şimdi de arkadaşlarını geri isteyen eylemciler ile birkaç adliye muhabiri eklenirse, panayırın gerçeğe yakın bir manzarası gözünüzde canlanabilir: Bir tür Agora hayal edin, akşam pazarı.
Böyle gecelerde, sanıklar sırayla “Basın açıklaması yapıyorduk, bunlar saldırdı” derken; polisler “İzinsiz gösteri yapıyorlardı, dağılın dedik dağılmadılar”; avukatlar “Gösteriye izin alınmaz ona bildirim denir” ve nihayet savcı mübaşire “taze çay demlet arada içelim, sabahı buldururuz biz burada…” diyor olurdu genellikle. Hâkim de oturup uğultuyu dinlerdi.
O gün bir ara, yorgun hâkimimiz –niyeyse– bu rutinden sıkılıp avukatlara döndü:
“Bir şey sorabilir miyim? Gerçekten merak ettiğim için soracağım…”
Esasen hâkimler hiçbir şeyi “gerçekten” merak etmez, ayıptır, ama yeterince yaşlıysanız ve vakit gece yarısını geçmişse her şey mubah tabii; “Buyurun” dedik.
“Ne olunca Basın Açıklaması ne olunca İzinsiz Gösteri deniyor buna?”
Soru bildiğimiz yerden gelince dört bir yandan cıvıldadık:
“Beyanname! Temel Haklar! İkiz sözleşmeler! Anayasa, 2911 sayılı kanun, Yargıtay İçtihadı…”
Elini sallayıp durdurdu.
“Yok yahu, onu sormuyorum. Yani kaç kişiyle, nerede, nasıl yaparsan ne deniyor diyorum…”
Ezberlenmiş liberal tabii haklar diskurundan, polis tarafından kıstırıldığımız ara sokakta sahnelenen coplu-taşlı maceraya hızlı geçiş yapmaya yaşı ve deneyimi uygun olmayanlar sustu mecburen. Kısa sessizlikten sonra zihni açık bir meslektaşımız;
“Şimdi sayın Hâkim, benim anladığım kadarıyla, ne yaptığınızın, kaç kişi olduğunuzun pek önemi yok; polis müdahale etmiyorsa bin kişi de toplansanız basın açıklaması, ama bunlar gelip götürecekse üç kişi de yapsanız izinsiz gösteri…” dedi.
Salondaki varlığımızı her türlü hak sahipliğinden ve soyut hukuk özneliğinden soyundurup, taze kapışmış iki cepheyi de gerçeğin ayazına veren tespitin hak ettiği kahkahayı bile atamadık. Onun yerine, birkaç saat önce eylemci, avukat, esnaf ve polis cinsinden yakın fiziksel ilişkiler kurmuş gündelik toplumsal varlığımızla birbirimize bakıp geniş geniş sırıttık sadece.
Mekânda kendi varlığını fuzuli hale getiren müşterek sırıtışımızı “suçüstü” yakaladı elbette kıdemli hâkim. Günler önceden randevu kesmiş, hazırlık yapmış, dövüşmüş, bağırıp çağırmış ve bu esnada onun sunabileceği kategorilere hiç ihtiyaç duymamış bir güruh huzurundaki. Birbirlerindeki her yaranın hikayesine sahipler. Emekliliğine kalmış azıcık vaktin, tarafları ıslah etmeye yetmeyeceğini bilmenin hüznüyle;
“Eh, bugün duyduğum tek akıllı laf buydu…” dedi adamcağız bıkkınlıkla. Bıkkınlık yahut Bilgelik, artık geceye dönmüş gün hakkında söylenecek her sözün, Minerva’nın baykuşu havalandığı için söylenebildiğinin farkında olunmasından ibaret fakat biz burada kalmayıp devam edelim. Çünkü bu davalar, bitişik oldukları eylemi kolaylıkla temsil ederlerdi. Sözle yahut kategoriyle değil; koku, yara, ter ve fiziksel mevcudiyetin geniş sırıtan devamlılığıyla. Artık kendimizi suçüstünde hissetmiyorsak, şimdi işimiz biraz daha zor.
Kategori “aleni şekilde itham etmek” anlamı taşıyan Kategoreisthai’den gelir. Aleni derken “agorada suçlamak” kast ediliyor: kata-agoreuin.[ii]
Tanımlayarak, suçlayarak, üstlenerek yahut inkâr ederek yaşamı kategorize ederiz. Gayet düşünsel bir faaliyet görüldüğü üzere; herkes kendi bildiği, canının istediği gibi yapmakta serbest.
Yalnız canının istediği gibi yapabilmenin, “canının neyi isteyeceğini belirlemek” anlamına gelmediği materyalist uyarısı şimdilik bir kenarda dursun, döneceğiz.
Tanımlamak herkese serbest, ancak nihayetinde içlerinden bir tanesi resmî olarak onaylanır ve o kategorinin sırtında gerçek yaşama dönüş yaparız. Şu açıdan önemli ki; resmî, baskın, hâkim kategori sadece düşüncede değil, maddi yaşamda da sonuçlar üretir. Mahkeme hükmünün infazından daha geniş sonuçlarından, yaşamın dönüştürülmesinden söz ediyorum.
Maddi varoluşumuzun bilincimizi, onun da düşüncelerimizi belirlediğini zaten biliyorduk, şimdi fazladan söylenen “düşüncenin” de maddi yaşamı belirlediği olabilir mi? Eğer öyleyse, madde ve düşünce arasındaki tanıdık materyalist hiyerarşi açısından bir soruna yol açma ihtimalimiz doğduğundan burada biraz durabiliriz. Durduğumuz yerden daha derli toplu söylenirse; “… resmi olarak onaylanmış sınıflama uğruna verilen mücadele, salt ideolojik bir mücadele değildir. Hâkim temsilin dayatılması için verilen mücadele, hâkim temsilin gerçek olması için verilen mücadeledir…”[iii]
Bu anlamıyla, gerçeğin bizzat parçası olduğu gibi, gerçekliği tesis etme gücüne sahiptir. Şimdi uyanık olalım; zira maddi gerçek üzerine düşüncemizin, sadece kategori tercih etmek yoluyla, dönüp maddi gerçeği değiştirebileceğinin söylenmesi materyalist çekincemizi derinleştirebilir. Onun için tam tarif edelim: 2013 yılı Haziran ayı boyunca gerçek yaşamda olup biteni, “Çevre Hakkı Protestosu amacıyla bir dizi Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı kullanımı” şeklinde kategoriye bağlamakla; “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya ve görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” diye sınıflandırmak arasındaki fark, gerçekte olup bitene, hatta olmuş ve olarak olana etki edebilir mi?
Şöyle de sorulabilir ”… faillerin toplumsal dünya hakkında sahip oldukları kısmi, kurgusal, mitleştirilmiş temsilin, toplumsal dünyanın nesnel gerçekliğinin bir parçası olması mümkün mü?”[iv] Bourdeiu ile farklı gerekçelerle “Evet” demek niyetindeyim ve yine evet; kendimi hâlâ materyalist hissediyorum.
Kategori nihayetinde sözdür. Kendinizi Toplantı ve Gösteri Hakkı’nın öznesi, Polis Şiddeti’nin mağduru, Adaletsiz Yargılama’nın kurbanı olarak düşünüp dile getirmenizin yahut bir ayaklanmanın tutsak neferi olarak kabul etmenizin önünde engel yok. Muhatabınız da sizinle ilgili başka bir kategori oluşturacaktır. Burada ilginç olan, bu sözün gerçekle ilişkisi sırasında yaşanacak hâkimiyet mücadelesidir. Daha da ilginci, muhatabınızın Anayasa Mahkemesine sunduğu görüşte “hükümete karşı ayaklandığınızı” kabule tenezzül etmiş olması ki genellikle bundan sakınırlar zira eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeye benzer.
Söz, kurbanın ağzında mite, duaya, ağıta ve –nadiren– hak talebine bağlanırken; nezih galipler her zaman hukuk ve tarih yazımıyla yetinir. Karşımızdaki gerçekten galipse, ancak kurban olmaktan çıkarak elde edeceğimiz bilinç –kendimizi “bu kerre mağlup” kabul etmenin bilinci– eylemi yeniden inşa edebilmenin ve bilgisine –henüz– sahip olmadığımız “bir dahaki seferde” galip gelmenin tahayyülüne dönüştürülebilir. Bu aynı zamanda hukukun öznesi olmaktan –kısmen– kurtularak mağlup sıfatıyla politik fail kategorisine dâhil olmaktır. Kurban, edilgenliğinden yola çıkılarak zannedildiği gibi, hukukun nesnesi değil öznesidir ve zaten çoğunlukla o sebepten kurbandır.
İşte aşığın; “na gul-i nağma hun, na parda-e saz” dediği yere geldik. Onun “ne nağme gülüyüm, ne saz perdesiyim; ben sadece kendi yenilgimin sesiyim” diyerek aşkın kurbanı olmayı terk edişi, mağlup failin, potansiyel sevgili olarak aşkta umut ilkesini muhafaza edebilmesini sağlar. Bu, ne kendini kurban hissetmenin ne de kayıplarına ve şehitlerine kurban statüsü istemenin size verebileceği bir umuttur. Anma gününde kurbanın mezarına bırakılmış güle iliştirilecek sözden, ağıtın ezgisine bağlanacak yakarıştan ve elbette hukukun temellük ettiği hiçbir kategoriden Aşk çıkmaz.
Freudyen “Libido” ile Spinozacı “Conatus” kolayca siyasal eylem arzusuyla birlikte okunabilirler. Denir ki Aşk’ın, erotik, estetik ve etik evreleri ayırt edilebilir.[v] Öyleyse bunların Ayaklanma, Devrimci Teori ve Sınıfsız Toplum diye okunması da gayet meşrudur. Her evrenin kendi duygusal ihtiyacını hissedebiliyorsanız; önce ayaklanmanın alevi, sonra bu güzelliğin teorisi ve nihayet alev söndüğünde dahi onda yakalanan fikre sadakat sizi devrimci yapar. Politik/ Estetik olan, kurbanın serzenişi ve kuşkulu haklarının temini/tazmini fikri değil; mağlubun çığlığıdır. Geleceğe dair umudun seksapelini, aşkın melankolisine değil, talibin “bu kerelik” yenilgisinde ve talebine sadakatinde koruyan âşık gibi.
“Gezi” Halk Ayaklanmasıydı.
Her ayaklanma gibi iktidara tesir etmek, mümkünse devirip yenisini inşa etmek arzu ve potansiyelindeydi. Sadece yenilmiş olmakla bunların hiçbirisini kaybetmez. Yenilginin nedenleri farklı bir tefekkürün konusudur, zaten yapıldı, yapılıyor, ama burada bize lâzım değil. Kaldı ki erotik aşamanın olumsallığı sadece yaşarken ilginçtir, şimdi estetik aşamadayız.
“Haziran Ayaklanmadır!” demenin, bu suçlama ile tutsak edilmiş insanların hukuksal durumunu pek çekici kılmadığının farkındayım. Türk Ceza Kanunu’nun 312 ve 316. Maddelerinin normatif “kütlesi” karşısında, tutkuyu rafa kaldırıp hukuksal akıldan yardım istemek gerekmez mi? Elbette mümkün ve meşrudur –yıllarca yaptım– ancak işi bu olan siyasi ceza davası avukatları dışında cevabım: Hayır. Avukatın bizzat sanık olduğu davalarda bile “eve iş getirmek” sayılır. Avukat sanıkları bekleyen en kolay tuzağın, davada eylemlerini değil lisans eğitimlerini hatırlamak olduğunu söyleyebilirim; hepimizin düşmüşlüğü vardır.
Pekâlâ, yine de deneyelim.
Parktaki ağaçları kesip, yerine tarihi kışla görünümlü alışveriş merkezi yaparak güzelim yeşil alanı yok etmeye kalkmışlardı. Bunu kolektif Çevre ve Kent Haklarımızın ihlali kabul ettik. Yeşil Haklar. Toplanıp tepki verdik. Dengesi bozulan siyasi iktidar, bu sefer Mavi Haklarımıza saldırdı! Toplantı ve gösterilerimiz dağıtıldı, yasaklandı, susturulmaya çalışıldık. Yılmadık, kalabalıklaştık ve direndik. Kültürümüz yok sayıldı, ayrımcılığa uğradık, Kırmızı Haklarımız sarsıldı. Renginden bağımsız olarak direnmek de “müstakil” hak sonuçta; yine de direndik. Hâl böyle olunca, nihayet bilcümle haklarımız pây-mâl edildi, doğrudan saldırdılar: Katledildik, gözümüzü çıkardılar, sakatlandık; işkence, hakaret ve linçi de gördük.
Elimizde şimdilik üç renk bulunduğundan durduk. Hırpalanmanın üstüne bir de “kategorize” edilmiş durumdayız: Hükümete Karşı Ayaklandınız!
Oysa bize göre, herhangi bir yasayı ihlal etmemiştik, bilakis bizim hakkımız ihlal edilmişti. Gerçek mağdur biziz. Şimdi artık, tutsaklarımızın serbest bırakılıp, suçlandığımız davaların ortadan kaldırılmasını; elbette yanında Hukuk Devleti, Adil Yargılanma, Hakkaniyete Uygun Tazmin ve nihayet ayrılırsak çocukların biz de kalmasını da istiyoruz korkarım. Evet, tam da evlilik sözleşmesine benzediğini kabul edin diyorum. Emin olun Aşk yok burada! Hak kuşaklarını renklerle tarif etmenin [vi] verimini takdir etsem de; Fransız bayrağında daha ince çubuklara daha geniş bir palet sığdırılmış olsaydı ve renk bazında hepsinde “eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği” kazanmış olsaydık bile; neticede sadece gökkuşağının altından geçmeyi umabilirdik: Optik yanılsama.
Uzun zaman oldu pratik yapmayalı, aklım başka yerde olabilir, belki de avukatlığı bırakmalıyım.
Her neyse, ben aşk evliliği yaptıysam da “mazbut” bir evlilik uğruna aşktan vazgeçmeyi kınadığım düşünülmesin. Beklentiniz bununla sınırlıysa, gerçekleşmez demiyorum; hakkınızı istiyorsunuz sonuçta. Hak gelip batıl zail oluncaya kadar biraz daha diş sıkılır, hepimiz yatıyoruz zaten, yatarken yatılır. Pekiyi nasıl gelecek? Hak diyorum. “Cumhuriyet tarihinin en önemli” seçimleriyle iktidar değişebilir meselâ? Eğlenmiyorum, her kim icat ettiyse, sonsuza kadar her zaman bir önümüzdekinin “en önemli” olmasını gayet yaratıcı buluyorum ayrıca; sadece bıktırıcı biraz. Yahut iktidar değişmedi diyelim, seçmen sizinle aynı görüşte değil; yine de haklar rejimimizin bütünleşmiş sayıldığı müktesebatın kurumsal basıncına (Avrupa Konseyi deniyor) direnmekten vazgeçebilir meselâ mevcut iktidar. İlginç ama her ikisi de mümkün gerçek hayatta, oldu daha önce ve tekrar olabilir. Zaten kategoriler gerçeğe benzer yahut gerçekle uyum içinde olmalıdır ki gerçeğe dönüşebilsin ancak bu benzerlik hâlihazırda “gerçekliğe kayıt edildikleri” anlamına gelmez.[vii]
İsteğiniz buysa, biz gerçekleştiğini varsayalım. Politika ve Aşkı tutku üzerinden konuşmaya kalkınca, hukuka gereksiz bir normatif aseksüalite yahut nesnellik yüklemiş olduk. Oysa sizin Aşk yerine mazbut bir evlilik peşinde olmanız onun tutkuları bulunmadığı anlamına gelmez. Devlet’in hukuk üzerinden böyle soğuk bir itibara kavuşması büyük tehlike arz eder emin olun onun da kendi tutkuları vardır ve “normatif nesnellik miti” sadece kurban içindir. Nötr arabulucu-koruyucu devlet, kurbanın hayal gücünden ibarettir.
Hâlâ yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum, öyle tescilli norm düşmanı değilim. Tutkudan yahut devrimcilikten kastım normun ihlal edilmesine yönelmiş bir şehvet değil; beş yıldır hapiste tutulmakla beraber bireysel suç makinesi filan da sayılmam. Zaten eğer sadece ihlalden duyulan tatmin için yapılmamışsa (kleptomani, emre itaatsizlik, gece gidip çime basma gibi) kimse kendi eylemini suç olarak deneyimleyemez. [viii]
Yasanın ihlalini, normdan sapmayı, yani “suç” olarak tanımlandığı sürece yasaya aykırı olanı kutsamak faydasızdır. Norm, zaten her şeyin üzerine aynılık damgası basarak değil, fakat belli bir düzeyde ihlale müsaade ederek hükmeder. O bizzat izin vermeden, ihlal –bile– edilemez. İster bin kişi ister üç kişi toplanın, bağırın çağırın, bilge yargıcın da pek beğendiği üzere polis gelip götürmüyorsa toplantı ve gösteri suçu işleyemezsiniz. Normdan sapılması, onun gücüne halel getirmeyeceği gibi gücüne güç katar. Velhasıl mesele “hukuk” ise, ne uyarak ne ihlal ederek, egemen ideolojinin kapanından kurtulunabilir.”[ix]
Benim sorunum daha ziyade, devletin “kendinde” normatif itibarıyla: “Ne kadar güçlü olursa olsun ya da hukuksal aygıtları ne kadar etkileyici, sofistike görünürse görünsün devlet, kendinde ve kendisi sayesinde mutlak olarak hiçbir normatif değere veya yüceliğe sahip değildir.”[x]
Bu itibar “hükümet” değişikliği ile de sağlanamaz. Ziyaretime gelmiş zarif bir muhalefet milletvekilinin; “bizim iktidarımızda hukuk işleyeceği için zaten devlet sizi burada tutmaz…” deyişini sevgiyle hatırlıyorum. Bu bakış açısı, nasıl “iyi” yönetimlerin kendiliğinden hukuku işlettiğini varsayıyorsa, “iyi” vatandaşın da kendiliğinden yasalara itaat edeceğini varsayar. Böyle bir yükümlülüğümüz olmadığı gibi insan hayatının buradan anlamlandırılması da abestir. “Egemen bizim zavallı hayal gücümüzü ele geçirmiş olabilir, gerçekten zeki insanlar bile politik iktidarın –en azından belli biçimlerinin– ve hukuki buyruklarının meşru olduğunu düşünüyor olabilirler. Ama yasa sadece ahlaki meşruluktan mahrum değildir o aynı zamanda ilginç bir anlamda normatif meşruluktan da yoksundur…”[xi] Bu anlam, nispeten nominalist kabul edilebilecek “kategori”nin aksine genel buyruk olarak yasanın, herhangi bir maddi gerçeğin normatif ifadesini sunabilmesinin imkansızlığına dayanır. Yasa, ancak buyruk sahiplerinin kolektif tutkularına işaret edecektir.
Normatif itibar iddiasını reddetmek, varlığını normun güvencesine bindirmiş “Hak Mücadelesini”ni imkânsız mı kılar? Her zaman değil. Mesela benim hareket sensorum var: Doğuştan veya yurttaşlıktan gelen haklarınız olduğu çarpık fikri sizi eyleme, örgütlenmeye, mücadeleye yöneltiyorsa; bu durumu devlet gibi “ek suç sicil kaydı” veya belki sizin tercih edebileceğiniz gibi “kimlik” vesikalığı fotoğrafı olarak donmuş halde değil aksiyon formunda algılarım. Bu politik failliğinizi görmektir.
İşin başındaki materyalist çekincemizi şimdi kaldırabiliriz: “…şeyin, gerçekliğin; duyumlu insan faaliyeti, pratiği olarak değil, öznel olarak değil, yalnızca nesnel ya da seyirlik olarak kavranması…”[xii] erken materyalizmin sorunudur ve henüz Feuerbach üzerine birinci tezde çözüme kavuşmuştur.
O sayede sizi “belirlenmiş” sonuçtan ibaret olarak değil, etken olarak kavrayabilirim. Sonra, dünyayı değiştirmek için beraber mücadele ederiz. Ancak, kendinizi politik alana –sadece– hak mücadelesinin öznesi sıfatıyla, mağdur kimliğiyle dâhil edebiliyorsanız, kurdun ormandan geleceğini bilin. Hukuk, kaybettiği kurbanı yeniden temellük etmek üzere kapıya dayanacaktır ve kimlik/hak siyaseti üç küçük domuzun evinden daha fazla koruma sağlamaz.
İstisnası Devrimci Politika’dır.
Devrimci Avukatlık geleneği otuz yılı aşkın süredir hukuk-siyaset ilişkisini “daha dinamik fırsatlar ve direniş imkânı” olarak kabul ediyor. Ebru Timtik “Adil Yargılanma” talebiyle direndi ve şehit düştü. Ancak bu feda, hak talebinin değil; hakkındaki yakalama kararını tanımayan, tutuklu statüsünün yerine tutsak dinamiğini geçirmiş, büro-mekânını kendisi ve mücadelesi için bir sığınak/mevziye dönüştürebilmiş politik bir direnişin uzantısıdır. Hak öznesinden değil, politik failin bilincinden söz ediyoruz. Onu Adalet Mücadelesi konstelasyonuna kutup yıldızı yapan işte bu bilinçtir.
Hukukun; “…insan hakları görünümü altında siyasete ve toplumsal tarihsel olana yönelik ilgiyi geri püskürterek, onların yerine yerleşerek, kendini onlarmış gibi sunarak, demokrasinin dıştalayıcı hakikati…”[xiii] haline geldiği bilgisine sahip olunmadan eleştirel bir kabulün (Critical Affirmation)[xiv] tehlikesi savuşturulamaz. İnsan (ve yurttaş) Hakları’nın kısır, minimal “kötülük görmeme güvencesi” ütopyasından değil, yaşamı, dünyayı dönüştürmekten, devrimden söz ediyorum.
Bu durumda, zaten her koşulda omuz omuza yürüttüğümüz “eylemli” mücadelenizden çok; peşi sıra düşünürken kullandığınız kategorilerle; örgütlenirken, ikrar ve inkar ederken düşlediğiniz, temsil ettiğiniz şeyle ilgiliyim. Madem bugünün derdi budur, şimdi mahkemenin “agora etkisine” veya son anahtar kelimeye çalışayım: Temsil.
Representation yahut beni ayrı ayrı ilgilendiren her üç anlamıyla: Örnekleme, Yeniden Sunma, Mevcut Kılma. Tekrarlama eki olan –re ile sunma, mevcut kılma anlamına gelen presentation’un birleşmesinden oluşan kavram, mevcut olma anlamını da present kökü sayesinde taşıyor.[xv] Haziran ayaklanmasının “Temsili” ile ilgiliyim diyebiliriz o zaman. Kavramın bize tanıdığı üç imkânı da kullanalım:
“Bu afişte/şiirde/romanda Haziran Ayaklanması temsil edilmiştir.” Doğru bir temsil mi? Yahut örnek aslını güzel karşılamış mı diye soruluyor. Politik ve estetik bir soru.
“Haziran ayaklanması, halkın artık bu şekilde yönetilmek istemeyişini temsil ediyor.” Doğru bir temsil mi? Yahut halk gerçekliğini sunmak için doğru yolu mu seçmiş? Şimdi ve bu şekilde mi ayaklanmalıyız? Politik ve stratejik/taktik bir soru.
“Haziran ayaklanması bu davada temsil ediliyor.” Doğru bir temsil mi? Yahut başlayıp bitmiş bir tarihsel biriciklik bugün bu davada mevcut kılınabiliyor, yeniden sahipleniliyor, örnekleniyor, sürdürülüyor, temsil ediliyor mu? Dava, Haziran’ın representationu mu? Politik ve etik bir soru.
Böyle sorulara cevap vermek güçtür ancak kategoriler, kimlikler, isimler, niyetler bu cevaplarda şekillenir. “Bir isimde –verilmiş ya da üstlenilmiş kimlikte– politik açıdan önemli çok şey olabilir. Bu yüzden bir gül başka bir isim altında bu kadar güzel kokmayacaktır. [xvi]
Haziran ayaklanmaydı. Yenildik, katledildik, sakatlandık. Diyelim ki erken olmuştu yahut o zamanındaydı da biz geç kalmıştık. Blochçu/Aristotelesçi terimlerle ifade edersek “imkân dâhilinde olana ilişkin “dynamei on” kendi “kata to dynaton”unun önünde cereyan etmişti. Şimdi onu temsil ederken; “… geçmişin ters giden veya başarısızlık olarak görülebilecek veçheleri bugünün olaylarına ve onların geleceğine ışık tutmaya devam edebilir. Geçmişin başarısızlıklarını reddetmek yerine onlara dayanmak zorundayız…”[xvii]
Bloch’un en sevdiği Marx alıntılarından biri buna dairdir ve Arnold Ruge’ye yazılmış mektupta geçer:
“Dünyanın nicedir gerçekten sahip olması için mutlak bilincinde olması gereken bir şeyi düşlediğini (…) göreceğiz, sonra da geçmiş ile gelecek arasında büyük bir kavramsal kopuşun bulunmadığını, aksine geçmişe ait düşlerin tamamlanmasının söz konusu olacağını göreceğiz…”[xviii]
Tarihi, hukukun Haziran 2013’e yapmayı denediği gibi, açık seçik belirlenebilir günler ve olaylar silsilesiyle dolmaya hazır, homojen ve boş bir zaman olarak göremeyiz. Tarih –Benjamin’e göre– Kronos’a değil Kairos’a aittir. Tarih yazmak hukukun haddini aşar çünkü iddianamenin ihtiyaç duyduğu “mütemadi suçun tamamlandığı tarih” yerine, açık ve tamamlanmamış bir süreç olarak nitel zaman kavrayışı gerektirir. “Ne var ki geçmişi uyandırmak –ki bu ölüleri uyandırmak ve onlarla üretken bir ilişki kurup toplumlarımıza musallat olan varlıklarını tanımamız demektir– kolay değildir.”[xix]
Geçmişin yeniden harekete geçirilmesi, önce bugünün bilincinde temsil olunmasını gerektirir ve bu da gayet siyasal bir iş. Daha iyi bilinen bir metaforla “Tehlike anında birden parlayıveren bir anıyı yakalayabilmek”: Ayaklanmış olduğumuzun anısını.
Ben Marksistim. Yeniden ayaklanabilmenin bu devrimci bilinç dışında bir yolunu bilmiyorum, olduğunu da sanmıyorum. Bourdieu –bile– neticede hakkımızı teslim eder: “Eğer dünyanın kendi söylediği gibi bir yer olduğunu göstermiş ve insanları buna inandırmış, gerçeğe dönüşmüş bir teori varsa o da Marksist teoridir.”[xx] Onun endişesi, söylediğimiz ile gerçeğin kurucu ilişkisinden çok “söylediğimizin kendisi” hakkındadır.
Oksimoron gibi dursa da muzaffer (yahut doğurgan)[xxi] bir yenilgi vardır. Galibin veya kurbanın değil mağlubun mamelekindedir. Veraseti, ayaklanmış ve yenilmiş olmayı, hakların gri teorisine tırmanan sarmaşık dallarının yeşermeye devam ettiğini görmeyi, suyun ağır granit taşları azimle oyduğunu duymayı ve bütün bunları bilmek ise barok adliye sarayının kesme kemerlerinin ötesine bakabilmeyi gerektirir.
“Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
Ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
Dedi:
— Mademki bu kerre mağlûbuz
Netsek, neylesek zaid
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize ait
verin ki basak bağrına mührümüzü.” [xxii]
Fetva şöyleydi “Canı helal, malı haram” Hukukun sizi mülk edinmesine izin verip vermemek eylemden çok temsilin konusudur. İlginçtir, Bedreddin-i Simavnavi’nin en önemli eserinin adı “Varidat”, iki ayrı anlamı karşılar. İlki Şeyhin kastettiği üzere “İçe Doğanlar”. İkinci anlam ise mala dairdir; malvarlığımızın aylık ve yıllık kaynaklarını kasten “Gelirler.”
Gezi şehitleri o gün “canı helal” fetvasıyla katledildiler; malımız hakkındaki ertelenmiş fetva şimdi, bugün, burada verilecek. Bedreddin’in –fetvasına içkin olarak– egemene haram kılınan gerçek malvarlığı ayaklanmaydı; bizimki de öyledir. Fetvadan, hükümden, hukuktan kurtarılacak olan canımız değil, ayaklanmanın temsilidir.
Hakkımızda dava açıldığında, hüküm kurulduğunda, tutsak düştüğümüzde “Adaletsizlik Kurbanı” rolünü benimsemeye daha yatkın olduğumuzun farkına varacak kadar uzun zamandır hapisteyim. İhlal edilmiş hakların melankolisi “işe yaramaz” demiyorum, arzumuzun biricik nesnesi değil diyorum. İçinizde hiç Aşk kalmadıysa, belki de hukukla “mazbut” bir evlilik mümkündür; bazı beklentileriniz gerçeğe dönüşür, tahliye edilirsiniz, yeniden yargılanır, bu sefer beraat eder hatta zararınızı tazmin ettirirsiniz.
Telafisi mümkün olmayan kayıp, ayaklanmanın sahilinden çok uzağa sürüklenmektir: “Driftn‘ too far from shore…”
Asıl mağdurun kendisi olduğunu, kuşak kuşak rengârenk haklarının ihlal edildiğini; yani kısacası mahkeme kürsüsünün yanlış tarafında zorla tutulduğunu düşünen kurban, tam da o kürsünün önünde yere serilip kendinden geçmiştir. “Knocked out loaded…”
Eh, teselli eder mi emin değilim ancak, artık hem albümün hem de parçanın adını telaffuz ettiğimize göre söyleyelim; ayaklanmayı bugün-burada temsil edebilmenin yolu, şarkının nakaratını da sevmekten geçer:
“Biz yanlış tarafta değildik tatlım
Yanlış tarafın ta kendisiydik.” [xxiii]
Hâlâ öyleyiz. “Cumhuriyet Tarihi’nin en önemli şeysi” geçtikten sonra da –sonuç ne olursa olsun– öyle kalacağız.
Ayaklanmıştık ve yine ayaklanacağız.
Biz Kazanacağız.
DİPNOTLAR
[i] Mirza Esedullah Han Galip, GALİP DİVANI, çev: (Urducadan) Celal Soydan, İş Bankası Yayınları, 2. Basım 2017, s.88
[ii] Pierre Bourdieu, GENEL SOSYOLOJİ [1981-83 College de France Dersleri] ,çev: Zuhal Emirosmanoğlu, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2021, s.34
[iii] Bourdieu, s.91
[iv] Bourdieu, s.87
[v] Alain Badiou-Nicolas Truong, AŞKA ÖVGÜ, çev: Orçun Türkay, Tellekt Yayınları, 1. Baskı 2021
[vi] Johan GALTUNG, İNSAN HAKLARI [BAŞKA BİR AÇIDAN BAKIŞ] , çev: Müge Sözen, Metis Yayıncılık, 2. Baskı 2013, s.147 vd.’dan aktaran Remzi Orkun GÜNER, İnsan Hakları Paradoksu [Özne ve Siyaset], Zoe Kitap, 1. Basım 2022
[vii] Bourdieu, s.91
[viii] Onur KARAHANOĞULLARI, MAKSİZM VE HUKUK [DİYALEKTİK HUKUK BİLİMİ], Yordam Yayınları, 1. Baskı 2018, s.115
[ix] Todd Mc Gowan, SAHİP OLMADIĞINIZ ŞEYİN KEYFİNİ SÜRMEK [PSİKANALİZİN POLİTİK PORTRESİ] , çev: Kemal Güleç, İmge Kitabevi, 1. Baskı 2018, s.202
[x] Otto Pfresman, “Spinoza Nominalizmde Hukukun Normatifliği”; SPİNOZA HUKUKÇUYA NE SÖYLER? Derl: Cemal Bali Akal, Z. Efe Antalyalı, Zoe Kitap, 1. Basım 2019, (95-118)
[xi] Pfersmann, (95-118)
[xii] Hımani Bannerji, MARX’TAN YENİDEN DOĞMAK, çev: Senem Özdemir, Yordam Yayınları, 1. Baskı 2016, s.170-171
[xiii] Marcel Gauchet’den aktaran Güner, s.67
[xiv] Güner, s.24
[xv] Gaston Bachelard, BİÇİMSEL ZİHNİN OLUŞUMU, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 1. Baskı 2013, s.13 (Redaktör Emine Sarıkartal’ın dipnotu)
[xvi] Bannerji, s.171
[xvii] Peter Thompson, “Giriş”; UMUDUN MAHREMLEŞTİRİLMESİ [ERNST BLOCH VE UMUDUN GELECEĞİ] içinde, çev: Çağatay Özyürek, Mustafa Yalçınkaya, s.34
[xviii] Thompson, “Din ve Olumsallığın Metafiziği”, UMUDUN MAHREMLEŞTİRİLMESİ…
[xix] Enzo Traverso, SOLUN MELANKOLİSİ [MARKSİZM, TARİH, BELLEK], çev: Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2019, s.305
[xx] Bourdieu, s.87
[xxi] Traverso, s.305
[xxii] Nazım Hikmet, “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin Destanı”, BÜTÜN ŞİİRLERİ, Yapı Kredi Yayınları- Delta, 18. Baskı 2020, s. 508-509
[xxiii] Bob Dylan, “Knocked Out Loaded” (1986) Albümü içinde; “Driftn’ too far from shore”, çev: Sevin Okay, Karaplak Yanıları, 1. Baskı 2019