Van Gogh, ‘‘gerçek hayattan bile daha gerçek’’ olarak tanımladığı Charles Dickens romanlarının hayranıydı. 1800’lerin sonunda, sanayileşme, kapitalizm ve emparyalizmin dünyanın en büyük şehirlerinden biri haline getirdiği Londra’ya geldiğinde henüz yirmili yaşlarının başındaydı. Dickens romanlarından tanıdığı yoksullar ve işçilerin zor koşullardaki hayatlarıyla sokakta karşılaştığında, hakikatin dayanılmaz ağırlığı zamanla omuzlarına çökmeye başlamıştı. Ailesine yazdığı ‘‘melankolik’’ mektuplarda ‘‘hayatın zor bir yolculuğa’’ benzediğini söylüyordu. Zaten bu dönemde yaptığı resimlerde de yollar ve yolda yürüyen figürler var.
Vincent’in zamanda yolculuk yapma şansı olsaydı eğer, yaşadığı dönemdeki Londra’yla benzerlikler bulacağından ve burada hiç yabancılık çekmeyeceğinden eminim. Pandemi ve enerji kriziyle ceplerini daha da dolduran zenginler ve işbirlikçisi hükümet yetkilileriyle uçuruma sürüklenen ülkeyi kaplayan sisler, kara bulutlar Viktoryen dönemi İngiltere’sini andırıyor. Kaldırım taşı, karton ve yorganla kendilerine yuva kurmaya çalışan sokaktaki evsizler, Dickens karakterlerindeki yoksullardan ya da Jack London’ın Uçurum İnsanları’ndan farksız. Bazı ekonomistlere göre bu finansal kriz batağına en az bir on yıl kadar saplanmış bulunuyoruz. Ortada gittikçe kızışan bir savaş olduğu doğru. Ama asıl savaş ülkeler arasında değil, sınıflar arasında. Ve bu hikâyede en çok kan kaybeden yalnızca işçi sınıfı değil, neye uğradığını bile anlamadan dibe çökerek silinmekte olan orta sınıf.
TRUSS’IN PARODİSİ
‘‘Kırkbeş günlük hükümet şimdiden iki istifa gördü ve devamı bekleniyor, özellikle de Margaret Thatcher parodisi olan Truss’ın’’ diye yazdığım dakikalarda Truss’in istifa haberi geldi bile. Truss ve hükümetinin başarısızlığı daha ilk günlerden kendini açıkça belli etmişti. Verilen geri alınan sözler, bütçe fiyaskoları, yalanlar… Fakat bütün beceriksizlerinin arasında, Truss’ın kendi partisinin içindeki muhalefete bile aldırmadan hayata geçirmek istediği plan, yüzün üzerinde petrol ve gaz arama lisansına imza atmak ve hidrolik kırılma sondajı (fracking) yasağını kaldırmaktı. Truss’ı götüren de bilanço fiyaskosunun yanı sıra, kendi partisi içindeki kırılma oldu. Kariyerine Shell firmasında başlayan Truss’ın, sondaj izinlerini yaşam maaliyeti krizine çözüm aramak için imzalamak istediği yalanına inananmış olanlar var mıydı bilmiyorum. Gerçek niyetinin yakın temasta olduğu dev enerji şirketlerini daha da devleştirmek olduğu, tarihin kaydını tuttuğu gerçeklerden. Şimdi Truss’ın ardından bu hikâye ne şekilde devam edecek merak ediyorum.
Bütün bunlar olurken sokaklarda da bir hareketlilik var. ‘‘Hayır kayıt böyle tutulmasın, çünkü tarihin akışı değişmek zorunda’’ diyen aktivistler günlerdir Londra sokaklarında ‘‘huzur ve düzen bozan’’ eylemlerle yolları işgal ediyorlar, bedenlerini asfalta yapıştırıp polise direniyorlar. Tutuklamalara rağmen her gün yeni bir eylemle geri geliyorlar. Bu eylemlerden en çok ses getireni, geçtiğimiz cuma günü Ulusal Galeri’de gerçekleşti. Just Stop Oil grubundan iki genç aktivist galeriye girdi, ellerindeki konserve çorba kutularını açtı ve içlerindeki çorbayı bir cam bölmeyle korunan Van Gogh tablosunun üzerine fırlattı. Galerideki ziyaretçiler, ‘‘Aman tanrım!’’ diye bağırırken, eylemciler kendilerini resmin altındaki duvara yapıştırdı.
TABLO VE ÇORBA
Alkışlar ve sert eleştiriler alan protesto, sembollerle doluydu: Tablo herhangi bir tablo değil Ayçiçekleri tablosu, çorba herhangi bir çorba değil domates çorbasıydı. Van Gogh’un huzurunda iki genç kız, “Durun ve güneşte parıldayan sarı sıcak ayçiçeklerinden kan çiçeklerine dönen manzaramızın resmine bakın” dedi bize. Sanatın ne olduğunu ve olmadığını, sanat eserinin gerçek değerinin ne olduğunu sorgulamak gerektiğini yeniden hatırlattı.
İnsanlar kadar eşyaların ve sanat eserlerinin de hikâyeleri var. İçinde bulundukları zamanın, mekanın içinde ve geçirdikleri her yeni işlemde yeni bir hikâyeleri oluyor. Arkeolojide ve antropolojide en sevdiğim metod olan ‘chaine operatoire’ yaklaşımı bir objenin, eserin hamaddesinin çıkarıldığı coğrafyadan başlayarak, ona bir form kazandıran ve kullanan insanlar, onların hikâyeleri, her türlü yer değişiklikleri, kırılmalar ve onarılmalar, çöpe atılması gibi işlemler zinciri diyebileceğimiz tüm aşamaların daha iyi anlaşılması üzerine kurulmuştur. Bu yaklaşım, işlem zinciri sırasında obje üzerinde iz bırakmış insanın kararlarını ve sonraki kuşaklara aktarılmış geleneklerini araştırır. Çünkü arkeolojinin de antropolojinin de merkezinde olan obje, alet ya da eser değil, onu üreten insan ve hikâyeleridir. Bu yaklaşımın bana kattığına inandığım bütünsel bakış açısı, tarihi eserlere de onları metalaştırmadan, putlaştırmadan değer verip korumak gerektiği bilinciyle yaklaşmamı sağladı. Elbette gerçek dünya böyle değil, işler öyle yürümüyor. Sanatseverliğin büyük sermaye koleksiyonculuğuna dönüştüğü, renklerin değil paranın konuştuğu salonlarda kaçırılan, el konulan ve açık arttırmayla satışa sunulan kölelere benziyor eserler.
İKİYÜZLÜ DÜNYA
İşte bu sahtelik ve ikiyüzlülükle sarmalanmış dünyanın ortasında, “Daha değerli olan nedir, sanat mı yoksa yaşam mı?” diye haykırdı iki genç eylemciden biri olan Phoebe Plummer, domates çorbasını Ayçiçekleri’nin üzerine boca ettikten hemen sonra. Cam korumanın, alarmların, zincirlerin, dört duvarın içinde hapsolmuş Van Gogh’un da, Ayçiçekleri tablosunun da şimdi yeni bir hikâyesi oldu. Eylemin ardından tabloya zerre kadar zarar gelmediği raporlandı. Tablo tahrip olmuş olsaydı bile, dünyayı protesto biçimi olarak kendi bedenine zarar veren VanGogh’un bu duruma bozulacağını sanmıyorum.
Birkaç yıl önce Banksy’nin Londra’daki bir müzayedede kendi eserine ne yaptığını hatırlayan var mı? Balonlu Kız adlı eseri, 1 milyon sterline satıldıktan sadece birkaç saniye sonra, çerçevesinin içine gizlenen kağıt parçalayıcıyla kendi kendini imha etmiş, Aşk Çöp Kutusunda ismini alan başka bir esere dönüşmüş, sonunda da rekor bir fiyata satılmıştı. (18.582.000 sterlin)
İki genç kızın Van Gogh’un Ayçiçekleri tablosu önünde, onu bir medyum gibi kullanarak gerçekleştirdiği eylem, hem sanatsal hem de politik bir performans gibiydi. Tablonun önünde, “Sanat gıda ve adaletten daha değerli olabilir mi? Bir tablonun korunmasıyla mı yoksa gezegenin ve insanların korunmasıyla mı daha çok ilgileniyorsunuz?” sorularını sorduktan sonra, dünyanın bütün seyircilerine şöyle seslendiler: ‘‘Yaşam krizi, petrol krizinin bir parçasıdır, soğukta kalan milyonlarca aç ailenin bir kutu çorbayı ısıtmaya bile gücü yetmiyor.’’
Yazılarını severek okuduğum anarşist antropolog David Graeber, ölümünden önce attığı son tweetlerinden birinde, herhangi bir ideolojiye sahip olmadıklarını söyleyen, özellikle de ‘‘sosyalist değiliz’’in altını çizen çevreci Extinction Rebellion hareketini eleştirmişti. Son günlerdeki protestolarda, özellikle de Ayçiçekleri eyleminde gördüğüm en önemli şey, çevre hareketlerinde kayıp olan halkanın nihayet keşfedilmiş olduğu. Çevre hareketlerinin derdinin sınıf mücadelesini temel alan hareketlerle ortak olduğunun bilinci, bu berbat dünyadan çıkışı gösteren yolun belirginleşmesini sağlıyor. Gezegenin de, insanın da akaryakıt bedellerini kaldıracak halinin artık kalmadığı gerçeği iki hareket arasındaki bağı kuruyor.
https://www.birgun.net/haber/ayciceklerinden-kan-ciceklerine-40720