Roma, 1914 yılı, bahar ayları. Savaş rüzgârlarının etkisi giderek daha fazla hissedilirken İtalyan Sosyalist Partisi’nin otuzlu yaşlarının başındaki ideologlarından biri, Benito Mussolini, parti yönetiminde baskın olan eğilime karşı tepkisini artık gizlemiyordu. Aslında partinin pek çok yöneticisiyle aralarındaki ayrışmalar birkaç yıl öncesine uzanıyordu. Genç Mussolini yazılarında ve konuşmalarında Marx’tan ve Engels’ten saygıyla bahsetse de düşüncelerinde 1900’lerin başlarında son derece etkili olan “devrimci sendikalizm”in etkisi çok daha baskındı. Georges Sorel ve Arturo Labriola gibi devrimci sendikalistlerden etkilenerek, geniş halk kitlelerini kahramanlık mitleriyle, hatta gerekirse savaş çağrılarıyla harekete geçirecek bir politik hat kurmayı ümit ediyordu.
Devrimci sendikalizm on dokuzuncu yüzyıl sonunun giderek güçlenen işçi sınıfı hareketleriyle “yaşam felsefesi” (ya da “vitalizm”, Öztürkçe karşılığıyla “dirimselcilik”) akımının birleşimiyle oluşmuştu. Yaşam felsefesi, doğal ve toplumsal gerçekliği modern bilimin yöntemleriyle açıklayabilme iddiasını taşıyan yaklaşımlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı; pozitivizmi (ama bu arada Marksist materyalizm gibi başka akımları da) gerçekliği donuklaştırmakla, indirgemecilikle itham ediyorlardı. Önerdikleriyse “yaşam”ın, varoluşun her alanına sirayet eden canlılığıyla ve anlaşılmazlığıyla kucaklanması ve coşkulu övgüsüydü. Sosyalist siyasette bunun karşılığı işçi sınıfını (örneğin artık-değer sömürüsüne dair) karmaşık teoriler yoluyla bilinçlendirip devrim hazırlığı yapmak yerine “hemen şimdi ve burada” var olan yaşam dinamizmini devrimci bir yöne doğru evriltmeye çabalamaktı. Sorel, Şiddet Üzerine Düşünceler’inde proletaryanın zafer için mücadelesini bir tür mitik mücadele olarak anlatmış, şiddetin veya proletaryanın toplumdaki konumunun kapsamlı bir bilimsel incelemesine yer vermek yerine devrimci şiddetin devrimci duyguları ve hareketi uyandırmasından bahsetmeyi yeğlemişti. Bu düşüncelerin İtalya’da önde gelen bir temsilcisi vardı: Arturo Labriola (19’uncu yüzyılın önde gelen Marksist düşünürlerinden Antonio Labriola ile karıştırılmamaldır).
Aslında bütün bu katkıların arka planında neredeyse tüm yirminci yüzyıla damgasını vuracak bir teorik bir de stratejik tartışma vardı. Strateji bakımından, konu Ernst Bloch’un 1950’lerde Umut İlkesi’nde “Marksizm’in soğuk ve sıcak akıntıları” olarak adlandıracağı ikilikte düğümleniyordu: “[Marksizm’in] tükenmemiş beklenti doluluğu devrimci teori- pratiği coşkunlukla ışıtır, onun kesinkes gözardı edilemez belirlemeleri soğukkanlı bir analizi, dikkatli ve dakik stratejiyi gerektirirler; ikincisi soğuk kızıldır, ilki sıcak.” Bloch bu iki “akıntı”, yani coşkulu ajitasyon ve soğukkanlı analiz arasında bir diyalektik ilişki, bir bütünlük olduğunu düşünüyordu. 20’nci yüzyılın başında Yaşam Felsefesi’nin etkisi altındaki sol düşünürlerse soğukkanlı analizi coşkulu nutuklara kurban ediyorlardı; teorisi olmayıp pratikle yetinen ajitatif bir söylem ister istemez halkın “şimdi ve burada” bulunan duygularını coşturmaya çalışırken “şimdi ve burada” bulunan egemen ideolojiyi, örneğin milliyetçi fikirleri yeniden üretiyordu. Üstelik bu tercihin felsefi bir zemini de vardı: Nietzsche ve Bergson kabına sığmayan yaratıcılık övgüsüyle bilim ve rasyonalite temelli açıklamaların donukluğuna eleştiriler yöneltmiş, geleceğin öngörülemez olduğunu anlatmışlardı. Doğada olduğu gibi insanda da öngörülemez ve açıklanamaz olanın dikkate alınması gerektiği kanısındaydılar.
Mussolini daha 1910’ların başında İtalyan Sosyalist Partisi’nin dinamizmden yoksun olduğu sonucuna varmış, Marksizm’den çok devrimci sendikacılığın dilini kullanarak yeni bir devrimci radikalizm yaratmaya kendini adamıştı. Ancak bu devrimci dinamizmin sınıfsal içeriği giderek muğlaklaşıyordu. Mussolini ve çevresindekiler mikro düzeyde insan psikolojisinin dikkate alınmasını, makro düzeydeyse “sınıf” yerine “ulus”a çağrı yapılmasını salık veriyorlardı. Pratikte bu, insanların duygularına hitap eden ve ulusu temel aktör olarak gören bir politika anlamına geliyordu. Savaşın arifesinde, belirginleşen bu düşünceleri savaş sırasında, özellikle de 1915’ten itibaren açıkça anti-Marksist bir hal almıştı. Toplumsal mücadele işçi sınıfı ve burjuvazi arasında değil, “üreticiler” ve “asalaklar” arasındaydı; üreticiler işçi sınıfının yanında burjuvazinin kimi fraksiyonlarını da kapsıyordu, asalaklarsa burjuvazinin yalnızca belirli bir kesimiydi. Bu görüşlerde, yaşamının sonlarına doğru ütopik sosyalist tınılar edinse de aslında tam anlamıyla bir kapitalist-burjuva ideoloğu olan Henri Saint-Simon’un fikirlerinin yankısını bulmak mümkündür: Saint-Simon’un pek çok eserinde olduğu gibi 20’nci yüzyıl başının devrimci sendikalistleri ve Mussolini’nin yazılarında da kapitalist ya da işçi sınıflarını içeren, ulusal nitelik taşıyan ve üretime katkıda bulunan bir “üreticiler” kitlesine yönelik övgüler sıralanır.
Özetlemek gerekirse, Mussolini’nin faşizminin belirli açılardan “sol”da izleri sürülebilir. Ancak faşizmin kökenindeki “sol”, sınıfsal analizi ve politikayı bir kenara bırakan, sermaye sınıfının ve kapitalist üretim biçiminin bütünsel eleştirisini yapmak yerine kapitalist sınıfın belirli kesimlerini hedef almakla yetinen, halkın duygularını harekete geçirmek adına egemen ideolojinin sınıflar-üstü ulus söylemini kullanmakta beis görmeyen bir “sol”dur. Mussolini çevresinin 1920’lerde karşıdevrimci bir hareket kurmasını kolaylaştıran faktörlerden biri de bu siyasal hattın 1910’lardaki “devrimci” döneminde bile sermayedar sınıfla uzlaşmaya hazır olmasıdır.
Ateş Uslu, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi 3, İstanbul: Yordam Kitap, 2022 (ikinci basım), s. 351-353.
Ernst Bloch, Umut İlkesi: Cilt 1, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 260.
Zeev Sternhell vd., Faşist İdeolojinin Doğuşu, çev. Şule Çiltaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012, 5. bölüm.