Çocukken yaz aylarında komşular molehiya ayıklamak için evin önünde toplanırlardı. Biz mahalle çocuklarının en büyük zevki de molohiya saplarıyla kılınç oynamaktı.
Gürültümüzden rahatsız olan büyüklerimizden biri bize seslenirlerdi: “annenizin yanına oturmazsanız goncolozu çağracağım ve sizi goncoloza vereceğim”
Biz korkudan oyunu bırakıp annemizin yanına sıkışırdık.
Korkutma, insanları istediğiniz şekilde etkilemek için bir yönetimdir.
Küçücük aklımızda biz de goncolozun nasıl bir yaratık olduğunu anlamaya çalışırdık.
Tüm dinlerde inandırma korkutma ile başlar. Dini inançlar korkutarak inandırılır. Yaratıcı denilen güç öyle bir şekilde anlatılır ki korkudan varlığına inanırsınız. Her an her yerdedir ve sizi gözetliyor. Her istediğini yapabilecek bir gücü vardır. Siz artık nasıl bir varlık olduğunu halay ediniz.
Dini kitaplar insanları korkutmak ve yaratıcının buyruğu olduğuna inandırılan yazılarla doludur.
Korku tek başına yeterli gelmediğinde mükafatlar da vardır. İnsanlar, bu mükafat ve cezalar genellikle öldükten sonra mahşer gününde sorgulanıp yerine getirileceğine de inandırılır.
Peygamberlerden sonra din adamı denen kişiler bu inandırma ve inançları hem yayma hem de sürdürme görevini üstlenmişlerdir. Bu şekilde kendilerine toplum içinde önemli bir konuma yerleştirirler.
Dinin siyasete etkin olduğu dönemler her zaman olmuştur.
Günümüzde laik düzeni değil de dini esaslara göre bir devlet yönetimi hayal edenler hâlâ vardır. Bilimi dışlayarak dini esaslarla ülke yönetmeye örnek son zamanlarda Türkiye’de vardır.
Erdoğan’ın ekonomiyi Nas’a göre yönetmek istemesi, bilim yerine kaderciliği ön planda tutması hep din eksenli yönetim anlayışındandır.
Okullarda Darvin’in Evrim teorisi yerine yaratılışı öne çıkaran anlayış bugünkü bilime ters olsa da bunu savunarak Türkiye’yi Ortaçağ’ın Hristiyan kraliyet yönetimine benzetmektedir.
Soma’da ölen 301 işçinin ölümünden sonra Erdoğan’ın yaptığı açıklamada “işin fıtratında var “demesi o zaman da eleştiri konusu yapılmıştı. Tedbir alınmadığını söyleyen bilim insanları, maden işletmecisinin gerekli iş güvenliğini sağlamadığına vurgu yapıyorlardı.
Sonuçta ölen 301 işçinin ailelerine ateş düştü. Mahkemeler suçluları bulup caydırıcı cezalar vermedi. Adalet yerine gelmedi acılar katlanarak arttı. Hatta yerde yatan işçiyi tekmeleyen mükafatlandırıldı. Elçi yapıldı.
Aynı zihniyet ve aynı kaderci anlayış devam etti. Geçtiğimiz gün Amasra’daki maden ocağındaki patlama işe bu kez 41 maden işçisi öldü.
Yine aynı açıklama: “Kader”. Oysa iş güvenliği konusunda Sayıştay raporlarına göre gereken yapılmadığı ortaya çıktı. Göz göre göre 41 işçinin ölümüne sebep olanlar yine ortada yok.
Bu kez işin içine bir de “şehitlik” sokuldu. Hani şehit cenazelerinde mikrofonu eline alıp: “Allah şehitliği keşke bize nasip etse, benim duam odur” diyen politikacılar ne kadar samimidirler? Sanki ölenler nu şekilde mükafatlandırılmış gibi açıklamalarla sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar.
Hepsi yalan ve palavra.
Kader denilen şey insanları avutmak için dini duyguları sömürerek yapılmaktadır.
Araç trafiğinin yoğun olduğu bir caddede sağa, sola bakmadan yola atılmak bir kader konusu değildir. Bu dikkatsizlik ve aklını kullanmamaktır. Tedbir almamaktır.
Aynı şekilde kadere inanan devlet yöneticileri niçin korumasız gezmiyorlar. Eğer kaderlerinde ölmek yoksa onlara hiçbir kuvvet etki etmemeli. Ellerini kollarını sallayarak dolaşmalıdırlar.
Görüleceği gibi insanları aldatarak, uyduruk yalanlarla kendilerini savunan kişiler gerçekleri dini inanç üzerinden perdelemektedirler.
Ne böyle bir yönetim anlayışıyla yönetilmek ne de bu yalanlara inanmak kaderdir. Kendi aklımızla kendi düşüncelerimizle en doğruyu bulmak sadece ve sadece bilime inanmakla olur. Gerisi yalandan ibarettir.
yazarın tüm yazıları:
Nidai MesutoğluKader yalanı korkutma ve sindirme düşüncesinden kaynaklanır – Nidai Mesutoğlu
"Bu Memleket Bizim" yayınlarını izleyin
"Gündem" yayınlarını izleyin