“Mükellef ilan oldu gelin dediler
Cehennem deliğine girin dediler” *
Her gün birkaç, her ay yüzden, yılda binden çok işçi ekmek parası kazanmaya çalışırken ölüyor. Bu ölümlere “iş kazası” diyorlar… Aslında kaza istisnai bir şey değil midir? Sürekli tekrarlanan, binlerce işçinin ölümünü “kaza” deyip geçiştirmek uygun düşer mi? Eğer bu ölümler, bu cinayetler gerekli iş güvenliği tedbirlerinin alınmamasının, “bilinçli” bir tercihin sonucuysa, bunlara taamüden cinayet demek gerekmez miydi? Şeyleri adıyla çağırmak gerekmiyor mu?
Taamüden işlenen bu cinayetler, burjuva basını, gazeteler, televizyonlar için haber değeri bile taşımıyor… Onlar ‘önemli şeylerin’ haberini vermeyi tercih ediyor… Ne zaman ki, toplu bir cinayet işleniyor, burjuva siyasetçileri, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve medya katliam alanına üşüşüyor… Toplu cenaze töreninin ardından, ‘ölenlerle Allah’dan rahmet, yaralılara acil şifalar, ölenlerin ailelerine de sabır dileyip olay mekânından ayrılıyorlar… Ta… ki, yeni bir toplum cinayet (katliam) ortaya çıkıncaya kadar…
O halde bu ‘genel tekrarın’ sebebi ne? Kapitalizmden ve kapitalist devletten, emek sömürüsünden söz etmeden bu soruya uygun cevap verilebilir mi?.. Kapitalizm ve kapitalist devlet bir ve aynı şeydir, madalyonun iki yüzüdür… Kapitalizm demek “kâr” amacıyla meta (mal-şeyler) üretmektir. Kapitalist için işçi (insan), üretim sürecine sokulan şeylerden sadece biridir… Kapitalistin gözünde işçi ‘insan’ sayılmaz… Kapitalist bir mal veya hizmet üretmek için makine, enerji, hammadde, yarı-mamul şeyler, bir de işgücü (insan emeği) satın alır… Fakat üretim sürecine sokulan unsurların hiçbiri bir artı-değer, ‘fazla değer’, ‘yeni değer’ yaratmaz… Değeri yaratan sadece ve sadece canlı emektir, eti-kemiği olan insandır. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmiş proleterdir…
İşte ‘zurnanın zırt dediği’ yer de orasıdır… Kapitalistin işçinin yarattığı değerin en büyük kısmına el koymakta çıkarı vardır. İşçinin payı (ücret) ne kadar küçükse, kapitalistin payı, artı-değer (kâr) da o kadar büyüktür… Kapitalist, iş güvenliği, işçi sağlığı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için gerekli harcamaları ne kadar kısarsa kâr da o kadar büyür…
O halde ne yapmak gerekir? ‘Gerekli iş güvenliği tedbirlerini almaları için kapitalist patronları zorlamak gerekir… Bu da örgütlü, bilinçli işçi mücadelesiyle, kapitalistler ve burjuva devlet üzerinde bir basınç oluşturmakla mümkündür… Bu işi yapacak olan da işçi örgütleri, sendikalardır… Sendikaların kapitalist patronları ve kapitalist devleti önlemler almaya zorlaması gerekir… İşçilerin sahip olduğu yegâne koz da grevdir, üretimi durdurmaktır… Bildiri yayınlamakla olmaz… Bütün işçilerin bile değil, sadece üç işkolunda: enerji, ulaşım ve temizlik işçileri işi bıraksa, greve gitse, üretimi durdursa, anında hayat da durur… Kapitalist devlet binlerce işçiyi katledemeyeceğine göre, tavizler vermek, işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır… Aslında kullanabildikleri sürece işçiler önemli bir koza sahip demektir…
Fakat Türkiye’de (genel bir çerçevede dünyada da) işçi örgütleri, sendikalar bakımından temelli bir zaaf, bir sorun var. Ya birçok işyerinde, işletmede sendika yok, işçiler örgütlü değil ya da sendikalar gerçek misyonlarına yabancılaşmış durumda… Sendikaların çoğu gerçek sendikaya benzemiyor… Retoriğe rağmen ve genel bir çerçevede sendikaların kahir ekseriyeti misyonlarının uzağına savrulmuş durumda…
Türkiye’de tek parti diktatörlüğü döneminde (1923-1947) işçilerin örgütlenmesi, sendika kurmaları yasaktı… Sadece sendika değil, herhangi bir dernek kurmak da yasaktı… Üstelik 1940- 47 döneminde Zonguldak -Ereğli havzasında Mükellefiyet uygulaması, yani zorunlu çalışma söz konusuydu… Sanayide 12 yaş üstü kız ve erkek çocuklar da mükellefiyete tabii idi… Çalışma süresi günde 14 saate kadar çıkıyordu. Ağır iş olduğu için madenlerde çalışma yaşı alt sınırı 16 idi… İşçilerin kaldıkları barakalar ahırdan beterdi…
1947 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle sendika kurmak mümkün hale geldi ve birçok işkolunda çok sayıda sendika kuruldu ama grev ve toplu sözleşme hakları yoktu… 1952 yılında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) kuruldu… Aslında içi boş kabuktu… O tarihten sonra sendika yöneticileri bilgi ve görgülerini artırmak üzere ABD’nin yolunu tuttular…
1963’de Bülent Ecevit koalisyon hükümetinin çalışma bakanı iken, işçilere grev ve toplu sözleşme, kapitalist patronlara da lokavt hakkı tanındı… Ancak 1967 yılında DİSK’in (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulmasıyla işçi hareketi ‘sınıf temelli’ bir harekete dönüşebildi ama 17 yıl sonra, 1980 24 Ocak Kararlı ve 12 Eylül Amerikancı, NATO’cu, Kemalist Ordu’nun darbesiyle işçi hareketi ezildi. Sendikalar etkisizleştirildi…
Genel bir çerçevede ve retoriğe rağmen -birkaç istisna hariç- sendikalar işçi sınıfının değil, sermayenin ve devletin safında konumlanıyorlar… Misyonlarına ve varlık nedenlerine yabancılaşmış durumdalar… En büyük işçi konfederasyonu olan TÜRK-İŞ, aslında paralel devlet örgütüdür… Yaptığı yegane şey açlık ve yoksulluk sınırı açıklamaktan ibarettir… Aslında o iş için bir konfederasyona ihtiyaç yok… Siz bu güne kadar TÜRK-İŞ’in herhangi bir insanî-toplumsal soruna dair bir çift söz söylediğini, kılını kıpırdattığını hiç duydunuz mu?
Aslında bizde sendika bürokratlarının kahir ekseriyeti burjuva sınıfına dahildir… Yaşam tarzları, yaşam standartları ortalama bir işçininkinden 5-10 kat yüksektir… (Elbette istisnalar vardır ama “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denir). Sendika fonlarını istedikleri gibi kullanma olanağına sahiptirler… Aralarında ömür boyu sendika yöneticisi olanlar hayli çoktur… Sendikacılık bir meslektir… Sendikacılığı bir meslek olduğu yerde “işçi sınıfının çıkarlarını savunma mavalının bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir… Oysa sendika yönetimlerinde ikiden fazla görev almamaları gerekirdi… Bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütleri (sendikalar) nesnel olarak sermayenin ve onun devletinin safındadırlar… Onun için, boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
Eğer Amasra’daki maden ocağındaki ihmaller gereği gibi sorun edilebilseydi, sendika gereğini yapsaydı, şu anda 41 kardeşimiz yaşıyor olacaktı… Elbette sorumluluğu sadece sermayeye ve devlete fatura etmek yeterli olmaz… Dinci AKP işin kolayını bulmuş, cinayetleri ve toplu katliamları Takdir-i İlahîye fatura ediyor… Neymiş efendim, bu işin fıtratında varmış… Kader planıymış, vb.…
Kapitalizm bir ücretli kölelik düzenidir ve kapitalizm dahilinde işçi sınıfının durumunda kalıcı iyileşmeler mümkün değildir… Sınırlı kazanımlar her zaman geri alınabilir ve alınabiliyor… İşçi örgütlerinin misyonu kapitalizmi aşmak olmalıdır… Sadece sosyal devrim değil, iklim krizini ve ekolojik yıkımı da durdurmak artık bir gereklilik değil aciliyet kesbetmiş
bulunuyor. Ölü gezegende iş olmayacağına göre… Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak, yaşanabilir bir dünya kurmak için radikal bir sosyal ve ekolojik devrime ihtiyaç var…
*Bkz: Murat Kara, Ereğli Kömür Havzasında II. Mükellefiyet (Zorunlu Çalıştırma, 1940-1947).