Yaşantıları bir film gibi düşünecek olursak sahnedeki hal, tavır ve tutumların tümü raslantısal değildir. Atanmış cinsiyetlere(kız-oğlan/kadın-erkek) biçilen roller vardır. Bu roller toplumsal ve kültürel ilişkilerle kurulur, temelleri ise tarihle birlikte atılır.
“Kız/kadın gibi” veya “erkek gibi” olmak küçük yaşlardan itibaren öğrenilmeye başlanır. Erkeklere biçilen cesur, akıllı, güçlü olma haline karşılık kadınlara güzel, temiz ve kibar olma gibi birçok şey öğretilir. Bu öğretiler çok küçük yaşlardan başlayarak öğretildiği için asla dayatma oldukları düşünülmez. Kanıksanırlar. Ayrıca cinsiyetçi roller, “iş bölümü” diye isimlendirilerek normalleştirilirler. Bu iş bölümü içerisinde evi temizlemek, yemek pişirmek, çocuğa veya yaşlıya bakmak kadınların görevidir. Artı değer üretmeyen, ücretlendirilmeyen işler, kadınlardan beklenmektedir. Kadın emeği değersiz kılınarak sömürülmektedir. Bugün dünyanın %99’u erkeklerin mülkiyetindedir. Cinsiyetler arasında sömürülen kadın ile sömüren erkek bağlamında hiyerarşi söz konusudur. Toplumsal cinsiyet rolleriyle kadın, erkeğe tabidir. Kadının, baba veya kocanın soyadını kullanılması buna örnektir. Yukarıda da bahsettiğim gibi roller kanıksanmış ve normalleşmiştir. Evlendikten sonra kadınların soyadlarını değişmesi rızalarıyladır.
Maalesef ki konfor alanını koruyup kollayabilmek, makul olabilmek için film sahnesindeki roller eksiksiz yerine getirilmektedir. Bunun sonucunda makbul erkeklik ve makbul kadınlıklar türetilmektedir. Makbul erkeklik, güç sahibi olan, fiziksel rekabete dayalı işlerde kendini göstermeye istekli, duygularını pek fazla konuşmayan ve duygularını ifade etmeye çok yatkın olmayan veya bunu tercih etmeyen sert imaja karşılık gelmektedir. Yaygın kullanılan tabirle erkek adam ya da adam gibi adam olmak sözcükleriyle ifade edilmektedir. Bu tavırlar genellikle erkeklerin doğasıyla ilişkilendirilmek istenmektedir. Halbuki, bu tavır, tutum ve davranışlar “doğa”yla, “fıtrat”la, “öz”le değil toplumsal öğretilerle alakalıdır. Makbul erkeklik, ikna ve kabulle birlikte erkekler tarafından içselleştirilmiş rollerin toplamıdır.
İkinci dalga feminizmde ortaya konan ataerki kavramıyla, dayatılan cinsiyetler arası güç ilişkileri sorgulanmaya ve toplumsal rejime eleştirel bakmaya başlandı. Toplumsal cinsiyet çalışmalarında kadınlar odağa alınarak Kadın Çalışmaları kurumsallaştı. Kadın Çalışmalarıyla beraber, kadın veya erkek olmayanın gözüyle bakılmaya başlandı. Örneğin cinsel saldırı veya kadın cinayetleri sürekli olarak şiddet direnişçileri/mağdurlar üzerinden konuşuldu. Halbuki bir erkeği tacizci, tecavüzcü veya katil yapanın ne olduğu, nedenleri pek tartışılmadı! Hegemonik erkeklik göz ardı edildi.
Hegemonik erkeklik, baskın, egemen olma haliyle ilişkilendirilmektedir. Kadınlarla ilgili olduğu kadar, ikincil konuma itilmiş çeşitli erkeklik biçimleriyle ilgili olarak da inşa edilmektedir. Hegemonik erkeklik, yalnız kadın üzerinden değil, erkekleri de madunlaştırılarak ve marjinalleştirilerek tahakkümünü sürdürür.
2011 yılında Girne’de öldürüldükten sonra adı yaşadığı bölgedeki stadyuma verilen Orhan Dural cinayetini unutmamak gerekir. Orhan Dural, boşanma sürecinde olan sevgilisinin kocası tarafından evinde, uyurken öldürüldü. Cinayeti işleyen Esaf Tarım ise olay sonrası “Namusumu temizledim” diyerek polise teslim oldu. Buradaki cinayette “namusu elinden alınan” Esaf Tarım, namusla özdeşleştirdiği kadını değil “namusunu alan erkeği” hedef aldı. Bu olaydan da anlaşılacağı gibi; erkekliğinin tehdit altında olduğunu hisseden erkekler, sadece kadınlara değil; alt sınıf olarak gördüğü, madunlaşmış kabul ettiği erkekliklere de hükmederler, onları ezerler.
Foucault; iktidar, üzerlerinde kullanıldığı insanlar kadar, onu kullanan insanları da tutsak alır demiştir. Yani erkekler, iktidarı elinde tutan erkekler tarafında sürekli sınama ve tehdit altındadır. Bu bağlamda erkek erkeğin kurdudur.
Orhan Dural Stadyumu bana, gol kralı olarak anılan Orhan Dural’dan çok erkeklik krizinin kadınlarla birlikte erkekleri de hedef aldığını hatırlatmaktadır.