Cadı denildiğinde neden akla gelen kadındır?
Geçmişte erkekler de cadı olarak nitelendirilmişti fakat cadıların çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktaydı. Mülkiyetine el koymak amacıyla cadı yaftasıyla öldürülenler kadınlardı. Rönesans dönemindeki sanatsal çalışmalarda özellikle ikonografilerde cadılar, genellikle buruşuk suratlı, dişsiz, sivri şapkalı, uzun çeneli, cırtlak sesli, kara pelerinin altında iki büklüm özensiz ve pis görünen kadınlardı. Çirkinliklerinin sebebi şeytanla alışverişleriydi. O yıllarda yazılmış bazı sözlüklerde örneğin, Alan Rey’in 1579’ daki Dictionnarire culturel’ine göre cadı kelimesinin karşılığı çirkin, kötü kadındı. Cadı olarak işaret edilenler, “çirkin ve yaşlı” kadınlardır. Dişi imgesi tüm talihsizliklerin sorumlusu ve seçilmiş günah keçisiydi.
Yukarıda solda cadı figürleriyle ün kazanan Francisco de Goya’nın 1798 yılına ait bebek katili “yaşlı ve çirkin” cadı kadınlar görülmektedir. Sağdaki görselde ise 1600’de Jacques de Gheyn II arafından çizilmiş mutfaktaki kadın cadılar.
Göz alıcı güzellik ya da itici çirkinliğiyle kadınlar, potansiyel cadı veya kötülüğün ete kemiğe bürünmüş hali olarak görülmüşlerdi. Erkeğin rasyonel olarak tahlil edemediği şeylerin kökeni cadılıkta, büyücülükte aranmaktaydı. Hastalıklar, doğal afetler, kıtlık, çocuk ölümleri, düşük rekolteler gibi erkeğin rasyonel olarak açıklayamayacağı şeylerin kökenine cadılık oturtulurdu ve esas neden maskelenirdi. Ayrıca kadınların bilgeliğinden korkulurdu. Çünkü bilgiyi elinde bulunduran kadınlar, gücü yani iktidarı elinde bulunduranlardı. Kadınlar şifacıydılar. Sonbaharda konserve hazırlar gibi, ihtiyaç olur diye bitkisel ilaçlar, karışımlar yapıyorlardı.
Günümüzde Hindistan’da hâlâ kadınlar, cadı suçlamasıyla öldürülüyor. Bu nedenledir ki 2018’de Hindistan’da Cadı Avını Önleme ve Koruma Yasası yapılmıştır lakin bu yasa, ne önleyici ne de koruyucu olmuştur.
Bazen ise cadı olarak nitelendirilen kadınlar, normlara uygun yaşayanlardan farklı yaşamayı seçen, toplumsal cinsiyet rollerini reddedenlerdir. Geçmiş, eşit haklar talep eden kadınların, marjinalleştirilmesi örnekleriyle doludur. Hatta bağımsız ve özgür yaşamak isteyen bu kadınlar sapkın ilan edilmiştir.
Yukarıda 1909 yılına ait karikatürde görüleceği gibi kadın hakları için mücadele eden feministler, yaşlı ve çirkin çizilmişlerdir. Orta Çağ’daki din adamları ve filozofların zihniyeti, sonrasında, karikatüristler ve yazarlar tarafından benimsenmiştir. Günümüzde bu zihniyetin devamını görebilirsiniz. Şifacı, bilge kadın kadar entelektüel ve isyankâr kadın da çirkindir!
1900’lerin başlarında İngiltere’de kadınların oy hakkı için mücadele eden süfrajetler, toplum tarafından marjine edilip sosyal linçe maruz kaldılar. İngiliz süfrajet Emmeline Pankhurst tutuklandı, at yarışı esnasında kralın atının önüne atılarak protesto gerçekleştiren Emily Davison, öldü. Yine süfrajet Mary Richardson, olay sonrası öfkeli kalabalık tarafından sokak ortasına dövüldü. Eşit hak talep eden süfrajetler, İngiltere’nin cadıları ilan edildi.
Maalesef, yoksul ve okuryazar olmayan cadılar bize kendi hikayelerini bırakmadılar. Ne büyük şans ki 1923 ile 1940 yılları arasında Kıbrıs’ta yaşayan Ulviye Tecelli’nin hayatı Fatma Azgın tarafından kitaplaştırılarak tarihe not düşüldü. 1937’de Ulviye Tecelli Mithat, Kıbrıs Kadınlığı başlıklı eleştirel bir makale kaleme almıştı. Bu makalede Türk-Rum-İngiliz kadınlığını üç ayrı başlık altında değerlendirdi. Rumca konuşan Kıbrıslı kadınların üniversite tahsili sonrası tek gayelerinin evlenip yuva kurmak, tek hedeflerinin gönüllerine göre uygun bir eş bulabilmek olmasını eleştirdi. İngiliz kadınların ise sohbetlerinin daima yemek pişirme, çocuk bakımı, elbise ve dedikodu olduğunu yazdı. Türkçe konuşan Kıbrıslı kadınların ise mezun olduğu Viktorya Kız Lisesi’nin eğitiminin yetersiz olduğunu ve ayrıca buradaki eğitimle “yüksek bir kadınlık alemi meydana getirmelerinin” mümkün olmayacağını vurguladı. Bu eğitimle ancak “eski yüzük oyunun yerine bu günki Rami veya Konkeni, eski sabah kahvesi sohbetleri yerine bu günkü gayesiz toplantıları, eski şahmaran masalları yerine de günün malavani romanlarını ikame edebilmişlerdir” ifadelerini kullandı. Yazı sonrası olumsuz tepki ve sosyal linçle karşılaşan Ulviye Tecelli, cevap yazısında daha da ileriye giderek kadınların evlendikten sonra soyadlarını değiştirme zorunluluğunu eleştirdi. Üzerinden neredeyse bir asır geçmesine rağmen yazılarının güncelliğini koruması sizce de düşündürücü ve fazlasıyla üzücü değil mi?
Ülviye Tecelli maruz kaldığı dışlanma ve sosyal linç sonrası ruhsal durumunu şu sözlerle ifade etmiştir: “Bazen ateşler içinde uykuya daldığım vakit rüyamda, kiminizin ucu sivri makaslar, kiminizin iğneler, kiminizin de lüzumundan fazla uzatılış boyalı tırnaklarıyla bana hücum ettiğinizi görüyor ve titreyerek uyanıyorum.”
Toplumda güçlü, bağımsız, toplumsal normları sorgulayan bir kadın olmak her zaman tehlikeli bulunmuştur. Kimse biz artık Orta Çağ’da yaşamıyoruz demesin! Bugün kadınlara cadı denmese bile Orta Çağ’daki gibi her türlü haksızlık, linç ve şiddet reva görülmektedir. Eril otoriteye itaat etmeyen, “makul” olmayan kadınlar yılmamalıdır. Biliyorum, bir çiçekle bahar olmaz ama her bahar bir çiçekle başlar!