yaklaşımlarHalil KarapaşaoğluBir Muhalifin Günlüğü: Direniş - Halil Karapaşaoğlu

Bir Muhalifin Günlüğü: Direniş – Halil Karapaşaoğlu

Orjinal yazının kaynağıGaile
diğer yazılar:

Orta Doğu’da Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır Kıbrıs. Doğulu ve Akdenizlidir. İçinde yaşayan insanları doğulu bir Akdenizli olduklarının ne kadar farkındadırlar, bilemem. Doğu Akdenizli bir adalı olmak ne demektir? Böyle bir yaşam biçiminden bahsetmek mümkün müdür? Böyle bir yaşam biçimi Kıbrıs’ın kuzeyinde ne kadar kalmıştır? Bu küçük ada, 1974 yılında Türk işgal kuvvetleri tarafından ortadan ikiye ayrılmıştır. 1974 yılından bu yazının yazıldığı 2022 yılına kadar 48 yıl geçmiştir. Kıbrıs’ın yarısını Türk Devleti geçen bu 48 yıl içinde sömürgesine dönüştürmüştür. 48 yıl sonra bugün Türk kolonyalizmi kendisini açık bir şekilde göstermektedir. İnsanlarının önemli bir kısmı, Türkçe konuşmayan ve müslüman olmayanları silah zoruyla adanın güneyine sürülmüştür. Türkçe konuşan ve bayramdan bayrama camiye gidip, oruç zamanları bile zivaniyasını, şarabını, gonyağını masasından eksik bırakmayan müslüman cemaat ise adanın kuzeyinde kalmıştır. Halk mıdır, cemaat midir, toplum mudur, kendileri bile bilmemektedir. Yüzyıllardır bir azınlık olarak öyle veya böyle bu ada parçasında yaşamıştırlar. Kendilerini azınlık olarak görürler mi, bilemem. Yaşama koşulları ortadan kaldırıldığı için yavaş yavaş bu adayı terk etmiştirler. Terk etmektedirler. Adada kalan insanlar şimdilerde yok olduğunu, artık tükendiğini daha fazla dile getirir olmuştur. Bu insanlardan geriye kaç kişi kalmıştır, bilinmez. Aralarından kaç kişi bu adayı terk etmiştir, bilinmez.

Siyasi cinayetlerin içinde çalkalanmış, etnik çatışmaların içinde toplu katliamları yaşamış, İngiliz ve Türk sömürgecilerle çeşitli işbirlikleri yapmış, çıkarları için her şeyi mübah görmüş ama hep yok olma travmasıyla yaşamış bu insanlar. Ne zaman itaat etmeyi reddetse aralarından üç beş tanesi, içlerindeki zorbalar, sömürgeci zalimler tarafından kurşunlanmış, bombalanmış, işsiz bırakılmış, öldürülmüş ya da sürgün hayatı yaşamaya mahkum edilmiştirler. Böyle bir toplumun, cemaatin, azınlık grubunun parçasıyım ben de. Muhalif bir şair olarak hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Hayatımı gücüm yettiğince buradan kurmaya çalışıyorum.

Adalı azınlığın muhaliflerinin hayatları yersizlik ve yurtsuzluk üzerine kuruludur. Devletsizdirler. Bayraksızdırlar. Kıbrıs Cumhuriyeti onların da devletleridir, muhakkak. Bu bir arzu mudur sadece? Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi devletleri de olmasını arzuluyorlar, diyebilir miyiz? Bir devletin parçası olmak o devletin güvencesi altında yaşamakla olabilir. Ekonomik, kültürel ve sosyal süreçlerinin içinden geçmek gerekmez mi?  En azından belli bir süre bu süreçleri deneyimlemek lazım değil mi? Sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin pasaportunu, kimliğini taşımak sizi o devletin parçası yapar mı? Sadece bu kimliği taşımak sizi Kıbrıslı veya Avrupalı yapabilir mi?

Azınlıkların muhalifleri büyük anlatıların içinde yer almaz. Onlar gelirler, yaşarlar, karşı çıkarlar ve giderler… Ölüm nereden gelir, bilinmez. Aşk dillerinde mi şiirlerinde mi doğar, bilinmez. Mapushaneler masallardaki mekanlara dönüşür hayatlarında, kimse anlamaz.

Muhaliflerin bir de karşılarında KKTC devleti vardır. Bu devlet bir soykırım aygıtıdır. Kıbrıslı Türk azınlığın kendine has rengini, dilini, kültürünü ve insanlarını imha etmek için kurulmuştur. Bu devletin bu azınlığın bir rengini bir değerini koruyacak bir tane kurumu yoktur. Tam tersi tarih anlatısından edebiyat anlatısına kadar her şey onun varlığını inkâr etmek üzerine kuruludur bu devletin içinde. Türkleştirme ve müslümanlaştırma politikalarının bir aparatı olarak kurulan bu devletle muhaliflerin yakından uzaktan ilişkisi olmamalıdır. Kendi varlığının inkârı üzerine kurulan bir mekanizmayla nasıl bir ilişkisi olabilir ki muhaliflerin?

Bu metni kim okuyor, bilmiyorum. Bu metin kaç kişiye ulaşacak, kimler okuyacak, bilmiyorum. Bu metin zamana ne kadar direnecek onu da bilmiyorum. Bunların hiçbirinin önemi yok. Bu metni biraz da kendime yazıyorum. Kendi kendime bazı şeyleri artık yüksek sesle  konuşabilmek, yazabilmek için. Muhalif olabilmek düşündüklerinizi yüksek sesle, kamusal alanlarda ifade edebilmek değil midir? Bu kamusal alanları mesele haline dönüştürmek, kamusal alanların içinde düşüncelerinizi amasız kitlelerle paylaşabilmek değil midir? Sınıfsal düşüncelerimi kamusal alanlarda hep paylaştım, bunun geri dönüşü hiçbir zaman yaralayıcı olmadı nedense. Ne yazık ki Türklük sözleşmesine karşı ne zaman konuşsam özellikle Kıbrıs’ta bu hep birilerini rahatsız etti. Kıbrıs’ta ve Türkiye’de Türklük, Türkleştirme politikalarıyla ilgili kamusal alanlarda konuşmak, bu alanlarda fikirlerinizi beyan etmenin ağır sonuçları vardır. Muhalif susacağı zamanı bilmezse bu bedelleri öder. Muhalif susar mı? Susarsa muhalif olur mu? Bu soruların getirdiği çelişkilerle yaşıyorum. Hâlâ susacağım zamanları biliyorum.

Bir sömürge öznesi için konuşma, ifade etme meselesini aylardır sorun haline dönüştürmeme rağmen susmak bu süreçlerde beni en çok yaralayan yasak olmuştur. Susmak, susturulmak faşizmdir! Konuşmak sömürge öznesini insanlaştıran, onu kölelikten özgürlüğe çıkartan en önemli eylemlerden bir tanesidir. İşgal bölgelerinde konuşmak bir eylemdir. Sömürge öznesini ortadan aldıracak en önemli eylemlerden biridir. Kamusal alanlarda konuşmamızı istemiyorlar. Belli bir yere kadar belli konuları konuşabilirsiniz. Daha ileri giderseniz ipinizi çekerler.

Yüzyıllardır köle gibi yaşayan, köle gibi davranan bir azınlık grubun üyesiyim ben de. Kıbrıslı gibi davranmak ve bir Kıbrıslı gibi yaşamak isterdim elbet. Kıbrıslı olmak ne demek? Kıbrıslı gibi yaşamak ne demek? Benim istememle olmuyor. Benim arzu etmemle de olmuyor. Gayatri Spivak “Madun Konuşabilir mi?” isimli metninde sömürgecinin sömürüleni yani madun olanı “öteki” olarak inşa ettiğini yazar. Bu öteki olma halinin de heterojen bir proje olduğunun altını çizer. Madunun varlığını sömürgeci inşa ederken madun artık geri dönüşü olmayan bir yola da girmiş olur. Madun ne eski varlığını taşır ne de sömürgecinin varlığının aynısı olur. Artık başkalaşmış ve bir yaratığa dönüşmüştür. Major toplumlarda bu dönüşüm daha zor olur. Azınlıklar major toplumlar gibi kalabalık olmadığından dönüşüm ve değişim çok daha sarsıcı ve kökten gerçekleşir. Kıbrıslı Türk şivesiyle düşünen bu madun metropol Türkçesiyle düşündüklerini kaleme alır. Hep iki gerçekliğin içinde sürekli olarak hayatını düşüncelerini ve duygularını çeviriler yaparak aktarır. Melez bir dilde düşünürken, duygulanırken arı bir dilde düşüncelerini ve duygularını çevirerek dış dünyaya aktarır. Bu melez dilinden utanır. Sömürgecisi onunla hep dalga geçer. Onun gerçekliği sömürgecinin TV programlarında şirin, komik, herkesi güldüren sürekli olarak aşağılanan bir objeye dönüşür.

İşgalden 50 yıl sonra bu kadar ağır bir baskının sonucunda ne Kıbrıslı ne de Türküz. Kıbrıs Cumhuriyetiyle birlikte sevinemiyor birlikte üzülemiyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin hiçbir kurumunun içinde yetiştirilmedi içinde olduğumuz grup. Kuzeyde ise sürekli olarak Türkleştirme ve müslümanlaştırma saldırısı ile karşı karşıyayız. Hiçbir zaman yeteri kadar Türk yeteri kadar müslüman da olamadık. Kurdukları soykırım aygıtının ordusu, merkez bankası, polisi, itfayesi, sivil savunması doğrudan Türk ırkından gelmiş bir kişinin kontrolündedir. Türk ırkından olmayan hiçbir kişi bu kurumları kontrol edemez. Doğrusu Türklük sözleşmesinin dışına çıkma ihtimaline mensup hiçbir kişi yönetemez, demek belki daha doğru olacaktır. Bu azınlık grubu da Türklük sözleşmesinin içinde belli ki istenilen standartlarda olmadığından Türk sömürgeciler onları yeteri kadar Türk yeteri kadar müslüman görmediğinden özellikle ordudaki silahların kendine döneceği korkusuyla kontrolü onlara devretmiyor. Hiçbir zaman da devretmeyecek…

Ne Türkler ne Kıbrıslı Rumlar ne de Avrupalılar heterojen bir öteki olarak karşımızda duran bu azınlığa saygı duyuyor. Bu azınlık bir köle gibi hareket etmektedir. Kendine olan öz güvenini, öz saygısını tamamen yitirmiş durumdadır. Her gün yok olma travmasıyla güne başlar, yok olma travmasıyla gününü bitirir. Günlük fırsatların peşindedir. Günlük yaşar. O gün çıkarlarını ne karşılarsa, hangi görüş çıkarlarına hizmet ederse onun yanında olur. Umursamazdır. Duyarsızdır. Bir varmış bir yokmuş gibi yaşadığı için hiçbir değer, etik dikkatinde değildir. Nasıl olursa, gelişine göre yaşar.

Bu azınlığın kuzeyde yaşadığı hayat “Truman Show” filimindeki yaşam gibidir. Her şey gerçektir. Her şey aynı zamanda kurgudur. Yalandır. Sahtedir. Arada gökyüzü yırtılır. Belki de gökyüzü hep yırtıktır. Stüdyonun ışıkları görünür. Stüdyonun ışıklarına bakmaya cesaret eder. Madun kafasını göğe kaldırır. Hakikatle buluşur. Hakikatle yüzleşmenin bir ağırlığı vardır. O ağırlığı kaldırmaya hazır olmadığından başını gökten aşağıya indirir. Göğe bakmak cesaret ister. Kıbrıslı Türklerin hayatı her gün bu çelişkiler ve sendromlar arasında çalkalanır durur. “Truman Show Sendromunu” hayatlarının  en diplerinde yaşarlar. Bir süre sonra bu sendromun kendisi olurlar.

Buradan kurtulmanın tek bir yolu vardır. Bizlere dayatılan bu esarete karşı hayatın her alanında özgür ve demokratik ilişkilerin inşa edilmesiyle gerçekleşebilir bu. Bir köle özgür bir insan olunca, adaletin, demokrasinin, eşitliğin, düşünce ve ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu bilebilir, anlayabilir. Özgürlük arzusu için yola çıkan bir insana diğer insanlar saygı gösterir. Batıdan doğuya bu esaret kimden geliyorsa, kim bu sömürü ilişkilerini yaratıyorsa, kim insanın insana kulluğu için mekanizmalar üretiyorsa hangi kurum, hangi ülke, hangi birlik buna karşı uzlaşma olmadan tepki konmalıdır.

Koşulsuz özgürlük istencinin olmadığı bir muhalefet bir muhalif insanın esaretini ortadan kaldıramaz. Gündelik hayatın her alanında tek tipleştirmeye karşı, iktidarın tahakkümüne karşı bir muhalif başkaldırmalıdır. İşgalcinin ürettiği bütün ilişkiler ağı reddedilmelidir. İşgal sonlanıncaya kadar mücadele edilmelidir. Batı tahakkümü kabul edilmemelidir. Oryantalist bir noktadan batının inşa ettiği doğu imajının içine Kıbrıslı Türkler hapsolmamalıdır.

Benim bir hayalim var. Şeherin sokaklarında özgür bir insan gibi yürümek istiyorum. Hiçbir polisin beni izlemediği, hakkımda rapor tutmadığı, konuştuklarımdan ve düşündüklerimden dolayı iş yerime hakkımda şikayetlerin gelmediği, ekmek paramla oynanmadığı, savaşmayı reddettiğim için hapse atılmadığım, gözaltına alınmadığım, kendi ülkemde insan gibi yaşamak istediğim için Türkiye’ye girişlerimin yasaklanmadığı, insanlarımın aşağılanmadığı, hor görülmediği, kimsenin yurdundan bağlarının kopartılmadığı, işgal ordularının olmadığı, insanın insanı köleleştirmediği, sömürmediği, sınıfların ve mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalktığı bir Lefkoşa bir Kıbrıs bir dünya hayal ediyorum. Evimin kapısını açtığımda, her gün ama her gün beni, mensubu olduğum azınlık grubu köleleştiren, esarete boyun eğdiren ne varsa onlara karşı çıkarak insanlaşmaya çalışıyorum. Biliyorum ki ancak ve ancak zulme karşı başlatılan bir direniş insanı, insan olma çabasına döndürebilir. Biliyorum ki esarete karşı bir insan başkaldırabilirse kölelikten kurtulma umudu olabilir. Bu nedenle insan özellikle bir şair sözünü söylemeli. İktidara karşı direnebilmeli. Bir şairin sözcükleri köleliğe direnebilirse o sözcüklerin ağırlığı olur. Sözcüklerinin ağırlığı yoksa o şiir şiir olmaktan da çıkar. İnsan olan direnir. İnsan olan konuşur. İnsan olan barış ister. İnsan olan koşulsuz özgürlük ister.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
357AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin