Terapistimden geç kalmış bir dileğim var. Çözemediğim bir travmamla ilgili. Anlatmayı unuttuğumu bir travma. Şimdi huzurunuzda paylaşmak istiyorum. Terapimin bitmesinin verdiği rahatlıkla yapıyorum bunu. Artık bir terapistim yok, ondan öğrendiğim kadarıyla toplumsal ilişkinin kendisi en büyük terapi ve travma kaynağı. Bu cüretle travmamın bu kısmını sizle konuşmaya karar verdim. Annem ve babam İkinci Dünya Savaşı yıllarında doğup büyümüşler. Açlığı, sefaleti görmüşler. Onların anne ve babaları da benzer bir felaketi Birinci Dünya Savaşı sırasında görmüşler.
Bizi de hep savaşın, hele nükleer bir savaşın ne büyük felaket olduğunu bilmemizi sağlayarak büyüttüler. Hikâyemin bu kısmını terapistlerim olduğu kadar Türkiye halkları da biliyor. 1992 yılına geldiğimizde Mersin’de savaşın tüm etkilerini görüyorduk. Annem kimi zaman eve ağlayarak geliyor, çadırlarda yaşayan köyleri boşaltılan Kürt çocuklarına eğitim veremediğini anlatıyordu. Tam bu yıl Rio’da Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi yapılıyordu. Türkiye’den de yoğun bir katılım ve ilgi vardı. Biyolojik çeşitlilik ve iklim değişikliği konusunda tarihi anlaşmaların yapılması bekleniyordu. Ortaokul öğretmenimiz Yasemin Mit de Mersin Çevre Gönüllüleri Derneği’nde örgütlüydü. Yurttaşlık dersinde aktif olan benim gibi 3 öğrencinin konuşmacı olacağı bir panel organize etmişti. 5 Haziran 1992 günü yapılan panelde benim sunumum “Doğalgaz Boru Hatları (Bakü Tiflis Ceyhan Petrol Boru Hattı) Nedeniyle Akdeniz Havzasında Kirlilik” üzerineydi. Daha ortada doğalgazın ‘D’si yoktu. Yaptığım sunumda bilimsel çalışmaların Akdeniz Havzası’nda iklim değişikliğinin çok derin yaşanacağını işaret ettiğini ve bu nedenle de fosil yakıtlardan vazgeçmek gerektiğini vurgulamıştım. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ise bu doğalgaz projesine, stratejik açıdan ve enerji politikaları yönüyle oldukça önem veriyordu. Devlet bir yandan kalkınma zirvesinde, çevre açısından önemli adımlar atacağının sözünü veriyor, diğer yandan da fosil yakıtlara dayalı bir büyüme eğilimine giriyordu. Panelde minik konuşmacılara bu sunumların belletildiğini ima eden birkaç firma yetkilisi de söz aldı. Pek tabi diğer konuşma da nükleer santral üzerineydi. Nükleer enerjiye dayalı bir uygarlığın yarattığı yıkımı anlatıyordu. Ve üçüncü sunum Mersin’de tarım arazilerinin yok olması, su ve toprak kirliğine dayalı artan gıda sorunlarının olası etkileri üzerineydi. Henüz ortaokul ikinci sınıftaydım ve 12 yaş için oldukça ağır bir gündemdi. Geleceğimden endişe ediyordum.
Ama annem ve babam bana halka güvenmemiz gerektiğini anlatıyordu. Sendikal mücadeleden bunu öğrenmişlerdi. Her ne kadar pek çok sürgün ve hapis cezalarıyla birlikte, evde onların yüzünü yeterince göremesem de halka güvenmem gerektiğini öğrenmiştim. Nükleer karşıtı hareket, Sovyetler Birliği sonrasının deneyimleri, dünya barışını merkezine alan anti militarist mücadele, kadın hareketi tüm canlılığıyla yeni bir siyasal örgütlenmeyle yaşanabilir bir Türkiye kuracaklarına inanıyorlardı. Anayasa değişiklikleri söz konusu olmadan Özal ve sonrası hükümetlerin enerji özelleştirmelerini iptal eden yargı, Zonguldak kömür işçilerinin büyük işçi yürüyüşü, “Çankaya’nın şişmanı” olarak anılan Özal karşıtı emek hareketi bu direnci diri tutuyordu. Ancak, kimse için bu gıda krizi, iklim krizi ve enerji krizi yakın tehlike kategorisinde değildi. Hatta emperyalizm ve faşizm tahlilleri içinde bu konular, yeni toplumsal hareketlerin küçük burjuva karakteri taşıyan talepleri olarak anılıyordu. Çevreciler, ekolojistler veya yeşiller de kendi özgün mecralarını yaratacakları uzun bir yola girdiler. Yaklaşık bu mücadele 30 yıl sürdü. Otuz yılın ardından şöyle geçmişe dönüp baktığımda, mücadele aktörleri olarak ön plana çıkan pek çok yol arkadaşım için orta yaşlar bitmiş, hatta neredeyse pek çoğu hayat ağacının köklerine doğru yönelmiş durumda. Ne mutlu ki, bu 30 yıl içinde bir toplumsal hareket olarak ekoloji gündemi artık bir kaygı kaynağı değil. Yaşanılan bir gerçek. Bu nedenle 2023 ve sonrasına dair büyük bir umudum var. 30 yıl önce olacağını veya olmasının mümkün olduğunu işaret ettiğimiz şeyler oluyor. Gıda krizi, buna bağlı savaşlar; iklim krizi ve kaos. Toplumsal ilişkilerin içermek zorunda kaldığı bir koşuldan geçiyoruz. Bu nedenle de dünyada fosil yakıta dayalı enerji üreten tekellerin günlük 3 milyar dolar kârı için satın alamayacakları bir rejim yok. Tam da bu bağlamda artık, sürdürülebilir kalkınma zirveleri de küresel bahis şirketlerinin hâkimiyeti altındaki futbol turnuvaları gibi geçiyor. Bu nedenle artık ümitsiz olacak bir durum yok. Annem ve babamın kaygılandığı şeyler gerçek oldu. Otuz yıl içinde gezdiğim maden ocakları, termik santral havzaları, siyanür havuzları ve bunların duruşmaları bana da büyük müjdeyi verdi. 2022 alerjik bir astım hastası olduğumu bildirdi. Bu açıdan da biten yıl, 2023’e umutla bakmam için başka bir sebebi daha barındırıyor. Velhasıl, kaçacak bir yer yok. Bu nedenle 2023 sonrasında dair büyük bir umut besliyorum. Herkesin, her muhalif yapının ekolojist olmak zorunda kaldığı koşullardan geçiyoruz. Bu bağlamda yuvasından kopan ekoloji mücadelesi dolayımlanarak aslına rücu etti. Ayrı bir siyasal aktör olarak varlığını tamamladı. Bir yanıyla iyinin içindeki kötü, kötünün içindeki iyi zuhur etti. Bundan sonrası, bu olanağı siyasal yangın alarmını, gerçek bir iktidar pratiği haline getirecek devrimci gerçekte gizli. Yani tarihsel geçmişimizde. Bu geçmişi gidip bulmak, onu anlamak ve bugün yapmaya çalışılan hızlı ve aceleci işlerin muhasebesini 30 yıl önce yapılmayanlarda bulmak gerekiyor. Terapistimin çözemeyeceği ama anlatmak istediğim hikâye bu. Bunu çözecek olan, toplumsal ilişkiyi yaratacak ve kendi tarihsel pratiğine eleştirel yaklaşacak bir gerçeklik bizi bekliyor. Gerçekler ormanında Faust bize neyi fısıldıyordu, Ahmet Cemal çevirisiyle, “”kurşunidir aslında teori, oysa yemyeşildir yaşamın altın ağacı”. Yaşam ağacımızla kökleneceğimiz bir 2023 olsun..