Birinci sol/pembe dalga Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve 20’nci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı. Uluslararası konjonktürden yararlandı. İkinci Pembe Dalga, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce etkileyen “sol fırtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır.
Latin Amerika’da “ikinci bir pembe dalga” esiyor. ABD, Avrupa ve Asya’da yeni-faşizmler yerleşirken Latin Amerika’da neden rüzgâr soldan esiyor? Latin Amerika’daki ikinci pembe-kızıl dalganın, birinci pembe-kızıl dalgadan farkı nedir? 2000-2010’lara kadar olan dalga neyi başardı, neyi eksik yaptı?
Birinci sol/pembe dalga, Latin Amerika’da Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve 20’nci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı.
Askerî faşizmler tarafından oluşturulan, yerleştirilen neoliberal model bu coğrafyayı adeta bir “laboratuvar” gibi kullandı. Şili’de emeklilik ve sağlık sistemlerinin “piyasalaştırılması”, Batı Avrupa’da 1980 sonrasındaki bazı uygulamalara da örnek oldu. Arjantin’de askerî rejimin sermaye hareketlerine getirdiği serbestleşme, aynı yılların Kıta Avrupası’ndan daha ilerideydi.
Sonuç, ağır dış borç krizleri ve toplumsal bunalımlar oldu. Uluslararası iktisat çevreleri 1980 sonrasını Latin Amerika’nın kayıp on yılı olarak adlandırdı. Halk sınıflarının tepkileri gerilla hareketlerini tetikledi. Venezuela’da Hugo Chavez, neoliberalizme karşı halk muhalefetinin temsilî demokrasi ile iktidara taşınabileceğini gösteren örneklerin başında gelir.
Bu tespitler, Latin Amerika ve Karayibler coğrafyasının önce sömürgecilik, sonra emperyalizmle çatışma tarihinin uzantısıdır. Haiti halkının Fransız sömürgeciliğine son vermesini, ABD emperyalizmi ile bitmez-tükenmez hesaplaşmaları izledi. Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı bu konunun bir klasiğidir. 20’nci yüzyılın ortalarında Guatemela Başkanı Arbenz, United Fruit Company ile mücadelesi sonunda bir CIA darbesi ile iktidardan uzaklaştırıldı; ama birkaç yıl sonra Küba’da Castro’nun iktidarı önlenemedi.
Birinci pembe dalga, uluslararası ham madde fiyatlarının yükseldiği bir konjonktürden yararlandı. Latin Amerika’da ABD’nin denetiminden bağımsız dayanışma ve işbirliği örgütlenmeleri önem kazandı. Chavez rejimi, Venezuela petrolünü Küba’ya ve diğer bölge ülkelerine indirimli fiyatlarla sattı.
Ulusal politikalarda ise pembenin açık ve (kızıla yaklaşan) koyu tonları farklılaştı. Bir uçta Hristiyan-Demokrat ve Sosyalist Parti’nin dönüşümlü iktidarını uygulayan ılımlı Şili, diğer uçta Küba’ya siyasal rejim açısından yaklaşan Venezuela ve Nikaragua… Neoliberal makro-ekonomik politikaları izleyen; ama bölüşüme dönük yapısal uyum reçetelerini reddeden Brezilya, Bolivya örnekleri bu uçların arasında yer aldı. Hepsinde sınıflar-arası hiyerarşi emekçi ve koyu tenli halk katmanları lehine anlamlı boyutlarda değişti. Bir de dış borçların önemli bölümlerini tek yönlü yapılandırarak hafifleten: neoliberal makro-ekonomik reçeteleri de reddeden Arjantin örneği.
Küba’yı saymazsak bu örneklerin hiçbirinde üretim ilişkilerinde devrimci dönüşümler, kapsamlı kamulaştırmalar, köklü toprak reformları gerçekleştirilmedi. Venezuela, Brezilya ve Bolivya’da iktidara gelen sol parti programları sosyalizmi hedeflemektedir; ama kapitalist şirketler varlıklarını sürdürdü. Büyük medya sermayenin denetiminde kaldı; sol iktidarları yıpratan katkıları oldu.
Kapitalizm ile barışık uygulamalar, CIA destekli darbe girişimlerine son vermedi. Sol iktidarlar ABD emperyalizmi, uluslararası finans kapital ve ulusal sermaye çevrelerinin kolektif saldırılarıyla da cebelleşti. 2002’de Chavez’e karşı darbe girişimi ilk örnektir. 2009’da Honduras’ta, on yıl sonra Bolivya’da askerî darbeler; 2012-2015 arasında Paraguay, Ekvador, Brezilya’da sivil darbeler; Arjantin’de finansal kriz ortamındaki seçim, sol iktidarlara son verdi. Bu ara-dönem Latin Amerika sermayesinin neo-faşist, sağcı iktidarları yeğlediği; neo-liberal programlara dönüşün yaygınlaştığı yıllar oldu.
Ne var ki, “karşı devrimci” diyebileceğimiz bu gerici dalga, aynı “ikinci pembe dalga”nın başlamasına da katkı yaptı. Latin Amerika’yı neoliberalizmin yaygınlaştığı diğer “Güney” coğrafyasından (örneğin Türkiye’den) ayıran temel bir fark, halk sınıflarının örgütlenme düzey ve niteliğinin neoliberalizme dönüş yıllarında da korunabilmiş olmasında aranabilir. Öte yandan neo-liberalizme dönüş, ABD’nin, finans kapitalin ve oligarşik egemen sınıfların beklentilerini de gerçekleştiremedi.
“İkinci Pembe Dalga” dan bazı örneklere göz atalım. Arjantin’de Macri, cömert bir IMF programına rağmen, hatta büyük ölçüde bu program yüzünden ekonomiyi ağır bir borç krizine sürükledi. Bir sonra ki seçimi Sol Peronist aday kazandı.
Bolivya’da 2019’daki klasik darbe, kan dökmesine rağmen halk örgütlenmesini dağıtamadı; seçimleri erteleyemedi. Morales’in sosyalist partisi (MAS) iki yıl içinde iktidara döndü. Sivil darbenin iktidara getirdiği faşist Bolsonaro, Brezilya’yı korona salgınından en ağır kayıp veren, ülkelerden birine dönüştürdü. Neoliberal programı, ırkçı-faşist örgütlenmeler ile birleştirmeye çalıştı; tutturamadı. İktidarı solcu Lula’ya devretmesi liberal çevrelerce, hatta Biden yönetimince bile olumlu karşılandı.
İlk pembe dalganın dışında ve kenarında kalan iki ülkede (Kolombiya ve Şili’de), neoliberalizmin ağır mirasına korona salgını eklenince yaygın halk kalkışmaları patlak verdi. Sol siyaset örgütlü, ama parçalanmıştı. Geniş halk cepheleri oluşturarak başkanlık seçimlerini kazanabildiler.
Ancak, ikinci Pembe Dalga, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce etkileyen “sol firtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır. Kıta, yeni bir durgunluk dönemine girmiş; sol rejimler arasında ekonomik dayanışmanın nesnel tabanı zayıflamıştır. ABD’nin olası yaptırımları sosyalist programlardan uzak durmayı telkin etmektedir. İki örnek vereyim. Kolombiya başkanlık seçimini kazanan Gustavo Petro kampanya sırasında “başkan seçilirsem kamulaştırma yapmayacağım” taahhüdü içeren bir noter belgesini imzalamış; basınla paylaşmıştır. Brezilya’da ise Lula, başkan yardımcılığına liberal Geraldo Alckmin’i aldı. Bu siyasetçi 2006’daki başkanlık seçiminde Lula’ya karşı yarışmış ve kaybetmişti.
Bu gözlemler, Latin Amerika’da ikinci Pembe Dalga’nın peşinen iflas ettiği anlamına gelmemeli. Kısa vadede reformist, demokratik, “pembe” iktidarların alternatifi ağırdır: Faşizm, halk sınıflarını ideolojik olarak da teslim alacak; bu sayede sermayenin ve emperyalizmin tahakkümü ağırlaşacak, kök salacaktır. Kökten, devrimci dönüşümlerin Latin Amerika’da tekrar gündeme gelmesi için, galiba, bu türden bir ara-aşama gerekmektedir. Bu tartışmalı konuyu bir Türkiye benzetmesi yaparak noktalayalım: Bugünlerde Altılı Masa’nın Türkiye için tasarladığı gelecek, bana kalırsa, İkinci Pembe Dalga’nın örneğin Brezilya’da gerçekleştireceği “ara aşama”nın bir hayli gerisindedir.
YENİ SOL DALGANIN BENZERLİKLERİ
Otoriter tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere, Latin Amerika örneği neyi hatırlatıyor?
Bugün Latin Amerika’da yükselen yeni sol dalga ile Türkiye arasındaki benzerlik, olsa olsa 1970’li yılların ikinci yarısı için geçerlidir. O tarihlerde Türkiye’de adı konmamış, fiilen gerçekleşen bir sol ittifak yükselmektedir. Türkiye solunu parlamenter siyasette temsil eden, iki kere iktidara gelen Ecevit CHP’sidir. Sendikalarda, üretici birliklerinde, okullarda, halk mahallelerindeki günlük mücadelelerde ise Sol, farklı sosyalist örgütler tarafından temsil edilmektedir. Sermaye bloku, sınıf egemenliğinin son bulacağı endişesiyle 12 Eylül Darbesi’ni örgütledi; Türkiye’ye neoliberalizmi getirdi; Sol tasfiye edildi.
Bu aşama, şaşırtıcı boyutlarda, Latin Amerika’nın büyük bölümüne de neoliberalizmin askerî darbelerle getirilmesine paraleldir; eş-zamanlıdır. Önemli bir fark, Türkiye’de askerî darbenin getirdiği şokun, Türkiye solunu çökertici etkisinin daha kalıcı olmasıdır. Askerî rejimler Latin Amerika’da daha uzun süreli oldu; buna rağmen “normale dönüş” sonrasında sol siyaset hızla iktidara aday olabilecek güce erişti.
Bugünkü Türkiye, bu yüzden 21’nci yüzyılda Latin Amerika’yı kucaklayan “pembe dalga”dan dahi yoksundur. Yukarıda değindim; tekrar edeyim: Türkiye’nin yakın geleceği, AKP/MHP ve Altılı Masa ittifakları; yani sermaye blokunun faşist ve liberal kanatları tarafından belirlenecektir. Latin Amerika’nın aksine, Türkiye solu yakın gelecekte iktidar ortaklığına dahi aday değildir. Bizim açımızdan büyük bir kayıptır. Sosyalist parti ve hareketler için benzer bir fırsat, 2007-2013’te Gezi kalkışması ile zirveye ulaşan, sola dönük Cumhuriyetçi muhalefet dalgası döneminde doğacak; ne yazık ki kullanılmayacaktır. Maliyeti ağır oldu; telafisi zaman alacaktır.
SERMAYE İLE UZLAŞMA BİR TAKTİK Mİ?
Siz de sıklıkla bahsediyorsunuz; Latin Amerika’da sınıf ve ırk ayrımları iç içe. Latin Amerika solu hem uluslararası finans kapitale, emperyalizme, hem ırkçılığın sindiği “beyaz yakalı muhalefete” karşı mücadele veriyor. Yerleşik sınıf hiyerarşisini aşındıran bölüşüm politikaları, beyaz yakalı emekçileri ve “orta sınıfları” tedirgin edebiliyor. Yeni ikinci sol dalga liderlerinin – örneğin Lula gibi- sermaye çevreleriyle uzlaşma eğilimi de tartışılıyor. Burjuvazinin “demokratik” kanatlarını da kapsayan bir geniş cephe seçeneği yönelmiş görünüyor. Bu sorunlar sadece kıtaya değil, yeni döneme özgü bir durum mu? “Zeitgeist” bunu mu gerektiriyor?
Bu sorular, Latin Amerika’dan hareket ederek belki de tüm dünyada sosyalist ve “sol” siyasetin iktidara dönük stratejik, taktik sorunlarına açılıyor.
Kırk yıllık neoliberal dönemin etkilerini içeren kapitalizmin bugünkü sınıfsal yapısı, geçmişte sosyalizmi gündeme getirmiş olan ortamdan farklılıklar da içeriyor. Rusya dahil, Avrupa işçi sınıflarının, ekonomik ve siyasal tek bir çatı, yani Enternasyonal altında birleştiği; “şube” (yani ülke örgütleri) liderlerinin bir araya gelerek sosyalizme dönük devrim programları oluşturdukları ortamı hatırlayın.
Bu devrimci mirası devralan bugünün sosyalist hareketler, sınıfsal haritalarda ve yapılarda niteliksel değişimlerle de karşı karşıyadır. Batı’ya bakarsak, geleneksel sanayi kolları Güney coğrafyasına aktarılmaktadır. ABD ve Batı Avrupa’nın işçi sınıflarında da siyasete de yansıyan üçlü bir bölünme oluşuyor: Nitelikli beyaz yakalı (beyaz tenli), geleneksel (küçülen) sektörlerin mavi yakalı ve niteliksiz (koyu tenli) göçmen emekçiler. Latin Amerika’ya odaklanırsak, emekçi sınıfların bir bölümü (öncellikle ABD’ye dönük) göçmen kafilelerine katılıyor. Ulusal düzlemlerde köylülüğü de kapsayan kol emekçileri ile nitelikli işgücü ikilemine, ırk (Avrupalı, Afrika-kökenli, “yerli”) ayrışması, karşıtlıkları da eklenmiştir. Beyaz tenli, beyaz yakalı ücretlileri de içeren bir “orta sınıflar bloku”, ırkçılığın yaygınlaştığı, sol akımlara şiddetle muhalif bir toplumsal güç oluşturmuştur.
Egemen sınıflar, kır ve kent emekçileri arasındaki kültür farklarını, sınıf ittifakını parçalamak için kullanacak beceriye sahiptir. “Kültür savaşları” ikilemlerinde bu karşıtlıklar hem Batı’da, hem de Latin Amerika’da yaşanıyor; AKP Türkiyesi’nde de bunları ideolojik gerilimler içinde yaşıyoruz.
Örneğin Brezilya’da 2015 sonrasındaki iki sivil darbe ve faşist Bolsonaro’nun iktidarı da, beyaz yakalı “orta sınıflar”ın kitle desteğiyle başarılı oldu, Lula, bu neo-faşist bloku, Orta-Sağ siyasetten başkan yardımcılığına taşıdığı Geraldo Alckmin’in temsil ettiği “liberal burjuvazi” ittifakı ile (ancak küçük bir farkla) yenilgiye uğrattı. Seçimlere sert bir sınıf mücadelesi platformu ile gitseydi sonucu (özellikle “hariçten”) kestiremiyoruz.
İktidarı devralmasının arifesinde de Lula, benzer bir ikilemle karşı karşıyadır: Başkanlığının ilk iki döneminde (2005-2013’te) başarıyla uyguladığı merkezî bütçe kaynaklarından beslenen cömert sosyal yardım, eğitim, sağlık programlarına dönebilecek midir? “Piyasalar” buna karşıdır; peşinen malî disiplin talep ediyor; borsa endeksi çalkalanıyor. Seçmenlerinin ezici çoğunluğunu oluşturan halk sınıfları ise yaşam düzeylerini sıçratan, koyu tenli varoş çocuklarına “orta sınıf kapıları” açan önceki Lula döneminin özlemi içindedir. Lula ve yardımcısı Alckmin, parlamentodaki liberal siyasetçileri, halkın özlemlerini de en azından kısmen karşılayacak bir uzlaşmaya ikna edebilecek mi? Yoksa başkanlığı, finansal bir kriz tehdidi ile mi başlayacak?
Şili ve Kolombiya’da başkanlığı kazanan iki solcu aday (Bolic ve Petro) da ikinci turlarda faşist eğilimli adaylarla başa baş yarıştılar. Parlamentolardaki liberallerle işbirliği arayışları içindedir. Neo-faşizmin emekçi ve orta sınıf katmanlarındaki kitle tabanı, parlamentolara da taşınmıştır; küçümsenemez. Sol’un ana akımları Brezilya, Şili ve Kolombiya’da, Lula, Bolic ve Petro’nun başkan adaylığını destekledi; son iki ülkede seçime “geniş cephe” oluşturarak girdi. İttifakların bilançosu her ülkede çıkarılacak, ileriye dönük strateji ve taktikler de tartışılacaktır.
“Hariçten gazel okuma” eğilimine kapılmak kolaydır; ama alçak gönüllü olmalıyız. 19 ve 20’nci yüzyılın büyük bir bölümünde sosyalizmi yükselten, başarıya taşıyan koşullar bugünlerde fazlasıyla farklılaşmıştır.
Neoliberalizm, dünya çapında emekçileri sarsmakta, dağıtmakta; sermaye, sınıfsal tepkileri kültür savaşlarına yönlendirebilmektedir. Sadece Latin Amerika’ya özgü olmayan bu patolojik durumun analizi; devrimci ilkeleri koruyarak bu çelişkileri çözme yöntemlerinin belirlenmesi Türkiye dahil tüm coğrafyaların bugünkü sosyalistlerine düşüyor.