Nesneler, yinelenmeyle, gereksizlikle, aşırı bolluğuyla moda denilen kurmacada vardırlar. Bazılarının doğumla elde ettiği kimisininse yazgı yüzünden hiçbir zaman ulaşamayacağı bir “Tanrı lütfunu” temsil ederler. Nesneler çağını yaşıyoruz: nesnelerin ritmine ve onların kesintisiz gelişine göre. Geçmişte dayanıklı nesneler; araçlar, binalar… uzun yıllar kuşaklar boyunca varlığını korumuşken, bugün onların oluşumunu, gelişimini ve kısa sürede yok oluşunu görebiliyoruz. Günümüzde üretilen her şey, kullanım değerine ve tahmini kullanım süresine göre değil, tam tersi enflasyon hızıyla karşılaştırılarak yok oluşuna göre üretiliyor. Reklamlar bunu “yeni bir yaşam sanatı”, “yeni bir yaşam tarzı” ve “günümüzün modası” şeklinde pazarlamayı beceriyor. Bunun gerçek olmadığının ayırdında olsak da gerçek olma durumunun baş döndürücülüğüne kapılıveriyoruz. Bu zihniyet tüm yaşamımızı kuşatmış durumda. Hatta kültürelleştirildiği noktadayız. Tüketiyoruz! İhtiyaç olmayan şeyler ihtiyaç algısı yaratılarak mutluluk vaadi ile bize pazarlanıyor.
“Eskiden hiçbir şey yoktu, şimdi ise her şey her yerde var.” İfadelerini kullanan çoktur. Hepimiz bolluk toplumu diye bir kandırmacanın içinde yaşıyoruz. Maalesef ki tüm maddi ve kültürel ihtiyaçların bol bol tatmin edildiği geniş ölçüde birçok insan tarafından kabul görmektedir. Halbuki kentleşme denilen betonlaşmayla birlikte eskiden bedava olan ve bol bol kullanılan mallara sadece ayrıcalıklı bir kesim erişebiliyor. Doğa, mekân, temiz hava ve sessizlik ender bulunan ve aranan ayrıca fiyatı artıran unsurlar haline dönüştü. Bugün kullandığımız sloganlar da toplumda bir bolluğun olmadığını kanıtlar niteliktedir. Sürekli olarak sağlık, eğitim, barınma hakkı talebinde bulunuyoruz. Talep oluşmuşsa yokluğu su götürmez bir gerçekliktir. Dünyada sağlığa, eğitime ve konuta erişemeyen evsiz birçok insan yaşamaktadır. Kandırmacanın en büyüğü de ABD ve Batı’dadır.
Antropolog Marshall Sahlins’e göre hakiki bolluğu yaşamış olanlar Avustralya ve Kalahari vb’deki avcı-toplayıcılardı. Kendilerine ait hiçbir şeye sahip değillerdi ve nesnelerle kafalarını bozmamışlardı. Ne üretim aygıtı vardı ne de çalışma! Ekonomik plan yapmaksızın biriktirmeden tüketiyorlardı. Doğal kaynakların zenginliğinin güvencesiyle. Maalesef ki yıllar içerisinde avcı-toplayıcıdan Homo Economicus’a dönüştük. Kutsal üçlü: Döviz kuru, faiz ve enflasyona teslim olduk. Biz şu an sadece bolluğun göstergelerine sahibiz. Devasa bir üretim aygıtının önünde yoksulluk ve kıtlık göstergelerinin peşinden amansızca koşuyoruz. İlişkilerimiz de yoksulluktan payını alıyor; samimiyetsizlik, şeffaf olmama, mış gibi davranma hallerimiz var. Bizi bu noktaya sürükleyen toplumsal mantığımızdır.
Firmalar malları veya hizmetleri üretirken aynı zamanda o malları ve hizmetleri kabul ettirmeye uygun tüm telkin araçlarını ve tekabül eden ihtiyaçları üretirler. Yani önce ihtiyaçlar zihnimize işleniyor sonra üretim gerçekleşiyor. Biz de “ihtiyacım olduğu için satın aldım” diyerek içimizi rahatlatmayı başarıyoruz.
Tüketim sistemi son kertede ihtiyaca ve hazza değil, göstergeler ile farklar koduna yaslanır. Sosyolojik olarak saptanan ihtiyaçlar biyolojik olanın önüne geçmiş durumdadır. Ürün markaları yarışır. “Size özel” nakaratıyla tüketim yönlendirilerek, kişiselleştirilme aldatmacası ortaya konuyor. Örneğin Pandora bilezikleri kişinin kendi seçeceği uçlarla kişisel tasarımı vaat etmektedir. Halbuki kişi yoktur, ölüdür. İşlevsel evrenden kovulmuştur. Ve kişiselleşecek olan da bu olmayan kişidir. Kayıptır.
İçinde zorlama ve ahlak barındıran bir kurum olarak tüketim, etkin ve toplumsal bir davranışa dönüşmüştür. Ayrıca toplumsal denetim işlevi olan toplumsal değerler sistemini oluşturur. Bireyler sisteme tasarruflarını yatırarak veya sermayesi ile besleyerek değil, sistemin ürünlerini tüketerek hizmet eder. Tüketim reklamlar ile özendirilmekte ve desteklenmektedir. Reklamlar, nesnelerin kullanım değerini artırmayı değil, yenilenme sürecini azaltmayı hedeflemektedir. Tüketiciler olarak bizler ise yok etmede kendini aşmak ve dönüştürmek eğilimindeyiz. Yönlendirilen tüketimcilikle “yok etme” eylemine adeta bağımlılık geliştirmiş durumdayız. Malum “ihtiyacım vardı aldım” iç huzuruyla…