Son günlerde kamuoyuna, “Rumlar tarafından 1962’de Türklere yönelik soykırım girişimi sırasında şehit edilen bir avukat” olarak takdim edilmek istenen avukat ve gazeteci Ayhan Hikmet’in trajik hikayesine geçmeden önce, Hannah Arendt’in şu saptamasına bir göz atalım:
“Yalan, totaliter rejimin temel dayanaklarından biridir. Kuşkusuz, yalan her yerde vardır ancak totaliter bir düzende yalan hakikatin yerini alır, hakikat de yalana dönüşür.”
Hannah Arendt’in totaliter rejimlerle ilgili bir başka saptaması da şudur:
“Totaliter bir düzende insanların duyguları yok edilir, sistemin kurbanlarına karşı merhamet ve dayanışma duyguları ortadan kaldırılır. Ancak insan duygularla dolu bir varlık olduğu için, yok edilen merhamet ve dayanışma duygularının yerini kendini acıma duygusu alır.”
Kıbrıs belki tipik bir totaliter rejimle tanışmadı ama etnik milliyetçiliğin kıskacında sürüp giden on yıllar boyunca totaliter bir siyasi kültürün dışına da çıkamadı.
Etnik gruplar sadece birbirlerine karşı merhamet ve dayanışma duygularından uzaklaşmakla kalmadılar. Bu duyguları, kendi toplumlarında kendi muktedirleri tarafından mağdur edilen kurbanlardan da esirgediler.
Kısacası, ne “öteki” saydıkları toplumun kurbanlarına karşı, ne de kendi içlerinde ötekileştirilen mağdurlara karşı dayanışma ve yakınlık gösteremediler.
Bu merhamet ve dayanışma duygusunun kaybı giderek yerini kendini acıma duygusuna bıraktı ve kendini sadece bir “kurban” olarak algılayan “marazi” bir duygu dünyası toplumların benliklerine kazındı.
Sonunda, hakikatten uzak, hakikatten korkan ve yalan içinde yaşayan cemaatler oluştu.
Oysa, barış için hakikat şarttır. Dünyanın pek çok yerinde Hakikat Komisyonlarının kurulması boşuna değildir. Arınma, uzlaşma ve barış, hakikate muhtaçtır.
Gelelim Nisan 1962 tarihinde katledilen Ayhan Hikmet ile Muzaffer Ahmet Gürkan’ın hikayesine…
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 16 Ağustos 1960’ta Hikmet ile Gürkan Cumhuriyet adlı haftalık bir gazete çıkarmaya başlarlar. “Yolumuz ve Ülkümüz” başlıklı bir yazıda gazetenin amacını şu sözlerle özetlerler:
“Kıbrıs Cumhuriyetinin ilanı gibi tarihi bir hadiseyle yaşıt olarak yayım hayatına atılan “CUMHURİYET” büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” prensibine ayak uydurarak ve yurdumuzun, Kıbrıs’ımızın, Akdeniz’de barışın en güzel bir örneğini vermesi için yayım yoluyla gayret sarf edecektir…”
Çok açık ve net olarak görüleceği gibi, bu aydınlar Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması için mücadele etmeye azimliydiler. Fakat acı gerçek şudur ki, karanlık zamanlarda yaşıyorlardı. Bir tarafta, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkıp Enosis yolunda yürümek isteyen Kıbrıs Rum liderliği, diğer tarafta Taksimi gerçekleştirmek isteyen “derin adamlar” vardı.
Bu yüzden, iki gazeteci bütün şimşekleri üzerlerine çektiler. Daha gazeteyi çıkarmadan önce Kıbrıs Türk liderliğine karşı takındıkları eleştirel tavırlar yüzünden saldırılara hedef oldular. Örneğin, Ahmet Gürkan 1960 yılının başında TMT militanları tarafından dövülmüş ve ölümle tehdit edilmişti.
Cumhuriyet gazetesi, yayın hayatına başladığı günden beri sürekli olarak saldırılara maruz kalıyordu. Özellikle TMT’nin yayın organı Nacak gazetesi, Hikmet ile Gürkan’ın hedef tahtası yapmıştı. İki toplumun bağımsız Kıbrıs devleti çatısı altında barış içinde yaşamasını savunan gazetecilerin susturulması isteniyordu.
Kıbrıs Türk liderliğinin hazırladığı “çok gizli” bir belgede bu açıkça görülüyordu: “Cemaat içinde muhalefet yapmak sevdasında olanlara ‘milli davanın’ ana hatları dikte ettirilmeli; milli davayı baltalayacak şekilde neşriyat ve propaganda yapmaları önlenmelidir. (…) Dr. İhsan Ali ve onun hampacısı kesilen Muzaffer Gürkan ile komünistlerle ilişiği olduğu tespit edilen Ayhan Hikmet Rum ameline hizmet eden faaliyet ve yazılarından vazgeçirilmeli; milli bir davanın varlığına inanmıyorlarsa susturulmalıdırlar.”
Bu satırların yazılmasından bir süre sonra, yani, 1962 yılının 23 Nisan akşamı ile 24 Nisan sabahında Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet katledilerek susturulurlar.
Muzaffer Gürkan, akşam 8:30 civarında evinin bahçesinde park edilmiş arabasında ölü bulundu. Silah sesini andıran sesler duyan fakat kapı sesi zanneden karısı, kocasının öldürüldüğünü ertesi gün sabah 04:00 sularında fark ederek polise bildirdi.
Gürkan’ın kanlar içindeki bedeninin yanında bir pide şiş kebabı vardı…
Ayhan Hikmet ise saat 01:45’te yatağında karısının gözleri önünde vurularak öldürüldü. Öldürüldüğünde evinin telefon ve elektrik bağlantıları kesikti. Hikmet’in karısı gazetecilere iki maskeli kişinin kocasına dörder el ateş açtığını, kapıda ise üçüncü bir kişinin bekçilik yaptığını söyledi.
Cinayetlerin Kıbrıslı Rumların bir provokasyonu olduğunu ileri süren Rauf Denktaş, iki gazetecinin öldürülmesini kınamadığı gibi, cenaze törenlerine de katılmadı. Ayrıca, polisin olayı aydınlatmak için kendisine yaptığı başvuruyu geri çevirdi ve karakola gidip ifade vermeyi reddetti.
Gazetecilerin öldürülmesi, büyük infial yaratan ve toplumlar arası ilişkileri sarsan Ömeriye ile Bayraktar camilerinin bombalanmasının sonrasına rastlar.
Cumhuriyet yazarları, camileri kimlerin kundakladığını açıklayacaklarını yazıyorlardı. Nitekim, öldürüldükleri gecenin sabahında, yani 23 Nisan 1962 tarihinde, gazetesinin son sayısında şunları okuyoruz:
“Evet tekrar ediyoruz: Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak, adi ve satılmış herifin kim olduğunu aklı selim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın yüzündeki maskenin indirileceği gün yakındır…”
Bu arada, Muzaffer Gürkan öldürülmesinden kısa bir süre önce içişleri Yorgacis ile bir araya gelerek Bayraktar ve Ömeriye camilerini Denktaş’ın bombalattığını söylemişti.
Gürkan’ın sesini banda kaydeden Yorgacis, ses kayıtlarını camilerin kundaklanmasını araştırmak üzere kurulan Tahkikat Komisyonu’na verince, Denktaş bu kayıtları maktullerin “ihanetinin” delili olarak kullanmaya kalkıştı.
Ses bantlarının ortaya çıkmasından sonra Rauf Denktaş’ın genel yayın yönetmeni olduğu Nacak gazetesinde “Mezara Mektup Var” başlığıyla kaleme alınan bir yazıda, gazetecilere karşı nefret saçılıyordu. Gazete, Yorgacis’in “muhbiri” olmakla suçlanan gazetecilerin öldürülmesiyle “cemaatin büyük bir tehlike atlattığını” ileri sürüyordu: “Ailenize başsağlığı diledik; şimdi de cemaata “Büyük bir tehlike atlatmışsın, geçmiş olsun, asil ruhlu, milli şuuru tam, temiz cemaatım” diyoruz. Hepimize de geçmiş olsun.”
Tahkikat Komisyonu’nun çalışmaları sona erdiği 31 Mayıs tarihinde Nacak gazetesi Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’i paradoks bir biçimde bir yandan komünist avcısı Yorgacis’in, diğer yandan da komünistlerin “casusları” olmakla suçluyordu ve Yorgacis tarafından öldürtüldüklerini iddia ediyordu.
Gerçekten de Rauf Denktaş hayatının sonuna kadar yaptığı bütün açıklamalarda Hikmet ile Gürkan’ın “Yorgacis’in Casusları” olduğunu ve provokasyon amacıyla “Yorgacis’in Casusları” tarafından katledildiklerini söyleyip durmuştu.
Fakat o dönemde TMT’de aktif olarak çalışan Arif Hasan Tahsin, ısrarla cinayetleri TMT mensuplarının işlediğin ifade eder. Hatta, katilleri şahsen tanıdığını ima eder.
Denktaş’ın cinayetleri “Yorgacis’in casuslarının işlediğine dair ortaya attığı iddiayı, “büyük bir haksızlık ve de insafsızlık” olarak nitelendiren Arif Hasan Tahsin, 9 Ocak 1998 tarihli Avrupa gazetesinde şunları yazar:
“O zaman, o günlerde TMT’de görev yapan birçok kimse ile yakınları, yani yüzlerce insan, bini aşkın kimse, bu iki avukatın, güvenilir bir TMT liderinin, güvenilir TMT mensuplarına verdiği emirle öldürüldüklerini bilmektedir. Bunlardan Yorgacis’in casusu olan kim? Tanıdıklarımın ben kefiliyim. Bunlardan bir teki Yorgacis’in ajanı idiyse, yerlerine yargılanıp cezalarını ben çekmeğe razıyım…”
Görüleceği gibi, Arif Hasan Tahsin, cinayet emrini “güvenilir bir TMT liderinin verdiğini” ve emri yerine getirenlerin de “güvenilir TMT mensupları” olduğunu söylüyor. Ayrıca, cinayetleri işleyenleri, onlara “kefil” olacak kadar iyi tanıdığını ima ediyor.
25 Mart 1998 tarihli başka bir yazısında da cinayetleri “Lefkoşa TMT’sinin” Ankara’dan emir almadan işlediğini yazar ve bunu, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti ile, iki toplumun bir arada barış içinde yaşamasını istemeyen Kıbrıs Türk liderliği arasında var olan görüş ayrılığına bağlar.
Türkiye Büyükelçisi Avukatların Siyasi Dostu
Karanlık zamanlarda aydınlık için mücadele eden ve Zürih-Londra anlaşmalarını koruyup Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak isteyen iki gazetecinin en büyük destekçisi, Türkiye’nin Lefkoşa büyükelçisi Emin Dırvana’dan başkası değildi.
Dırvana, tıpkı Hikmet ve Gürkan gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması için büyük bir çaba sarf ediyordu ve ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliği ile sık sık karşı karşıya geliyordu.
Cinayetlerden sonra Rauf Denktaş ile Dr. Küçük’ün tarafsız bir komite tarafından sorguya çekilmesini savunan büyükelçi Emin Dırvana, bu isteğini gerçekleştiremeden görevinden istifa etmek zorunda kaldı ve Türkiye’ye geri döndü.
Denktaş’ın Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmak istediği konusunda hiç kuşku duymayan Dırvana, Denktaş için, “onun aklı fikri (…) lüzumlu, lüzümsüz mütemadiyen Rumlarla didişmektir” diyordu.
Sözünü esirgemeyen biri olarak tanınan Emin Dırvana, adadan ayrılırken şerefine verilen bir yemekte son sözlerini her zamanki gibi büyük bir açık yüreklilikle ifade etti: “Denktaş’ın kalbinde ne yattığını biliyorum. Fakat bu asla tahakkuk etmeyecektir. Kıbrıs Cumhuriyeti payidar olacaktır…”
Evet, bir zamanlar Türkiye’den Kıbrıs’a böyle büyükelçiler geliyordu…