“Geleneklere karşı çıkmadan yaşanmış bir yaşamı, öyküsünü yazarak savunmaya çalışmak, baştaki suçu yazı yoluyla yeniden işlemek, erkek pisliğini yeniden deşmek demektir”
Nancy K. Miller
Gerek yazılı gerekse sözlü olsun paylaşılan yaşamöykülerinin tümü, bizlere, içerisinde olunan dönemin sosyal, kültürel, ekonomik yapısıyla ilgili birçok bilgi sunar. Ayrıca toplum tarafından kabul görmüş fikirlere dair ipucular verir. Yaşamöyküleri geçmiş ile günümüz arasında bağı kurarken geleceği kurabilmede etken olabilmenin yolunu tarifler. Duygu dünyasından aktarılan deneyimlerle anlatıcı ile dinleyici arasında köprüler kurar.
Kadınlar tarih boyunca toplumsal cinsiyet dayatmasıyla kamusal alandan uzak tutulmuş bunun yanı sıra gerçek hikayelerini paylaşamamış, yazamamıştır. Maalesef ki iktidarlarca önemli görülüp ünlü sayılan kadınların hikayeleri de uzunca bir süre erkekler tarafından aktarılmıştır. Bu anlatılarda ise kadınlar cinsiyete uygun davranışların dışına çıkmadan; yardımseverlikle, vatanseverlikle, annelikle, iyi eş olmakla kutsanmıştır.
1819’da İngiltere’de doğan Mary Ann Evan, alışılmışın dışında karakterler yaratarak dönemin ruhuna aykırı hikayeler yazdı. 1872’de yayımlanan “Middlemarch” romanındaki kadın karakter hayatın anlamını ararken yanılgılarını ve evlilik dışı aşkını açık bir dille anlattı. Roman, dönemin sosyal ve politik ahlakına dair eleştirilerde bulunur. Mary Ann’in başarısı, kendi deneyimlerinden besleniyor olması ve en önemlisi dile getirilmelerine izin verilmeyen konuları dışa vurma cesaretidir. Fakat romanlarını George Eliot erkek takma adıyla yazmak zorunda kalır. Yazılı arşivde takma isimle veya kod adıyla yazan birçok kadına rastlamak mümkündür.
Kadınlar binlerce yıldır kendilerine makul bir istek olmadığı söylenip duran şeyleri isteme yürekliliğini Maxine Kumin şiirlerinde bulmuştur. Kumin şöyle yazdı: “Bu kayıplar tarihinden bıktım usandım artık/ Hangi davulu çalmam gerek sizlere duyurma için?/ Makul olmak demek/ Işığı söndürmek demek./ Makul olmak demek boşvermek demek” Kumin’in dizelerinden anlaşılacağı gibi kadınlar kendilerini ifade etmekte, seslerini duyurmakta güçlük yaşamaktadır. Makul olmaya zorlanarak kendilerinin olmayan bir hayatı yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Bilge Nevzat’ın anlatıcı, yazarının Aslı Ayhan olduğu Kıbrıslı Safiye Nadir’in yaşamöyküsünün aktarıldığı “Bir Nadir Öyküsü” kitabındaki bir anı bu düşünceyi desteklemektedir. “Arada Ayşegül Asil’e çok sert çıkıştığında, ona usulca “a kızım, öyle direk gibi dimdik durma, selvi gibi ol, arada bir de boynunu bük” diye nasihat ederdi.”
Yıl 2023 olsa dahi “töresel beklentiler” topum tarafından ideolojilerle, kültürle devam ettirilmektedir. Bunlara “cinsiyet töreleri” de diyebiliriz. Kadınların töresel beklentilerin dışına çıkabilmesi halen güçtür. Yaşamöykülerimizi anlatmak ise yargılanma, dışlanma korkusuyla çoğu kadının sakındığı bir eylemdir. Halbuki özel/kişisel olarak düşünülen deneyimlerimiz tarihe ışık tutar. Virginia Woolf 1929’da “Kendine Ait Bir Oda” eseriyle kadıların tarihi meselesine odaklanır. Yeniden yazılması gereken halihazırdaki tarihin yetersizliklerine kafa yorar çünkü bu tarih çoğu zaman gerçekdışı ve dengesiz olduğu kadar birazcık da tuhaf göründüğü için eksiktir, yetersizdir ve tamamlanmamıştır.
Tıpkı masallardaki gibi yaşamlarının bunalımlı dönemlerinde, evlilik, aile çatışması, doğum, ölüm, hastalık, yalnızlık gibi süreçlerde kadınların birbirlerine destek olduğu öyküler, arkadaşlıkları ve aralarındaki dostluk ilişkisinin anlatılışına pek rastlanmaz.
“Mutlak surette tasdiklenmiş kamusal sessizliği” kırmak ve mevcut olan fakat bastırılan bir şeyleri ortaya çıkarabilmek için sözümüzü esirgememeliyiz. Mine Balman’ın yapımcılığı ile yönetmenliğini üstlendiği “Olivia” belgeseli bu bağlamda devrimci bir üretimdir. Umutlanacak bir şey arıyorsanız Mine’nin uzunca bir süre gönüllülükle hazırladığı sözlü tarih kapsamındaki belgesellerine bakabilirsiniz. Kıbrıslı Ermenilerle gerçekleştirdiği ardından bölünmüş adanın militarist tarih eğitimine mercek tuttuğu belgesellerle bizlere alternatif tarih anlatısı sunuyor. Bellek oluşturuyor.
Olivia Belgeseli kutsanan ideolojiler ekseninde birbirlerine düşman olması beklenen Katie Economidou ve Deniz Birinci’nin aksine dostluk, dayanışma deneyimlerini aktarıyor. Deniz, geleneklere karşı çıkarak tek ebeveynli çocuk sahip olmaya karar verir. Sözlü ve yazılı toplumsal cinsiyet töreleri bu süreci zorlaştırmaktadır. Çocuğun baba ismi olmaksızın kimlik edinmesi hemen hemen imkânsız gibidir. Anneni soyadını çocuğuna vermesi ise yasal mevzuatla engellenmiş, ancak annenin yani Deniz’in babasının iznine tabi tutulmuştur. Erkek üstünlüğü bu olsa gerek! Deniz, kuzeyde yolunu bulamayacağını anlayınca Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bir şekilde kaydettirmeyi başarır. Barışın sembolü, Latince’de zeytinin karşılığı olan Olivia kimliğine kavuşur. Fakat tedavisi uzun soluklu devam edecek bir sağlık sorunu ile karşılaşılır. Deniz’in Olivia ile hastanede çaresiz ve yalnız hissettiği bir anda sosyal medyadaki paylaşımından etkilenen Katie yardıma koşar. Bunalımlı bir dönemde başlayan tanışıklık kadınların birbirine destek olduğu dostluk öyküsüne dönüşür. Katie bugün Olivia’dan torunum diye bahsetmekte Olivia ise ona yaya(nene) diye seslenmektedir. Kurulan bu bağ bana ailenin yeni bir tanımının yapılması gerektiğini düşündürüyor! Bugün Olivia üç dilde kendini ifade edebiliyor. Muhtemelen yaşamı boyunca Girne kadar Limasol’u, Larnaka’yı ziyaret edecek. Şeker bayramında para veya şeker toplayacak paskalyada renkli yumurta kıracak.
Kadınların dayanışmasıyla başlayan ve sınırları aşan ortak yaşamöyküsü, Olivia Belgeseli, tanıklarını çoğaltmaya devam edecek. Özellikle tarih boyunca hikayesi eksik bırakılan kadınların artık “özel ve çoğu zaman acı dolu” deneyimlerini paylaşması, dünyayı doğru betimleyebilmemizi, anlamlandırmamızı sağlar. Bu tür deneyim paylaşımları değişim üzerine düşünmek için yeni yollar açar. İlhamımız ve umudumuz olur.