Ortaçağda feodal devletin başında olan kral, şah, padişah. Adına ne denilirse denilsin ortak yanları aynıydı. Bizans imparatorluğu da, Osmanlı imparatorluğu da feodal devletti.
Devleti yönetirken doğal olarak yönetilen sınıf yani köylüler sömürülen sınıftı. Kralın yanında ruhban sınıfı, zenginler kurulan düzenden faydalan kesimlerdi. Bu sömürü düzeninin baskı aracı olan askerler de yöneten sınıfa hizmet etmek ve onları dıştan ve içeriden gelecek saldırılara karşı korumakla yükümlüydüler.
Avrupa’da ruhban sınıfı oluşturan din adamları da sömürülen sınıfları dini kullanarak, korkutarak, vadederek başkaldırmalarını engellemekteydiler. Bu sınıf kralı korumak amacıyla oluşturulan Engizisyon mahkemelerinde düzene tehdit olarak gördükleri her türlü fikri ve bunları savunanları yargılarlar ve korku vermek için cezalandırdıkları insanları meydanlarda yakarlardı. Bu doğal olarak diğer insanlar üzerinde büyük bir korku oluştururdu.
Ruhban sınıfının bir diğer yöntemi de dini vaatlerdi. Krala bağlılık, dine bağlılık ve sadakat cennet ile mükâfatlandırılacağına inandırılırdı. Hatta bu din adamları cennetin anahtarlarını sattıkları da söylenir. Cennete gitmek için ruhban sınıfına inanıyorlar ve söyledikleri her şeyi sorgulamadan kabul ediyorlardı. Bu şekilde oluşturdukları sömürülen sınıf çok kolay kontrol altında tutulurdu.
Kralın tanrının elçisi olduğuna, krala sadakat tanrıya ibadet anlamında geldiği ve bunu yapanların öldükten sonra cennette ödüllendirileceği anlatılır ve insanlar inandırılırdı.
Bu satırları okurken 21. Yüzyılda bile bunların olabileceğine inanmak istemeseniz de gerçek tam da şablon koymuş gibidir.
Ortaçağ karanlığını bilimi rehber edinerek aydınlatan birçok insan ağır bedeller ödemişlerdi. Özelde Avrupa genelde de Hristiyan dünyası bilimin aydınlatıcı ışığı sayesinde dini inançların etkisinden büyük ölçüde kurtulmuşlardır
İslam ülkeleri için ne yazık ki aynı düşünceleri paylaşmak olası değildir. Bugün İslam ülkeleri Avrupa’nın ortaçağ karanlığını yaşamaktadırlar. İslamiyet’in çıktığı yıllardaki yaşam tarzını dayatmaya çalışan siyasi İslam ne yazık ki sadece kendi ülkelerini değil dünyanın diğer ülkelerini de tehdit eder duruma gelmiştir.
Türkiye’deki siyasi İslam’ın temsilcisi durumuna gelen Erdoğan ve AKP önderliğindeki ittifak ne ilginçtir ki Ortaçağ Avrupa’sındaki yöntemleri kullanmaya devam etmektedirler.
Erdoğan’ın elinde kuran ile seçim meydanlarında konuşmalar yaptığı günler unutulmamıştır. Aynı taktik ile dini kullanmaya devam etmektedir.
Cumhur ittifakı da bir yandan dini duyguları kullanarak rakiplerini ötekileştirme, bir yandan da terörle korkutarak oy istemektedir. Bunları yaparken de yalan yanlış birçok bilgiyi de gerçek dini bilgi gibi söylemekten çekinmemektedirler.
Seccadenin kutsallığını ileri sürerek rakiplerini karalamaya çalışmak, insanları açlıkla sınandığını iddia etmek, şükretmeyi büyük bir erdemmiş gibi gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı da tıpkı 0rtaçağ Avrupa’sındaki ruhban sınıfı gibi hareket etmektedir.
İşin en üzücü tarafı 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde Ortaçağ Avrupa’sındaki cehaletin günümüz Türkiye’sinde değer bulmasıdır. Bu anlamda Erdoğan ve siyasi İslam geçmiş 21 yılda yarattıkları toplum tipi ile iktidarda kalmayı hedeflemişlerdir. Bu hedefe varmamaları için Türkiye’deki aydınlara büyük görev düşmektedir.
Türkiye’nin aydınlık yarınlara ulaşması ve Ortaçağ karanlığından çıkmak için bir ışığa ihtiyaç vardır. O ışık da 14 Mayıs seçimleridir.