yazılariktibas21. Yüzyılda Sınıf – Göran Therborn

21. Yüzyılda Sınıf – Göran Therborn

alıntı yapılan kaynakbirdunyaceviriblog.wordpress.com
Orjinal yazının kaynağınewleftreview.org
diğer yazılar:

21. Yüzyılda Sınıf – Göran Therborn – Bir Dünya ÇeviriHer ne kadar 20. yüzyıla yapıştırılabilecek bir dizi makul etiket olsa da toplumsal tarih açısından bu yüzyılın işçi sınıfının çağı olduğu açıktır. Tarihte ilk defa mülk sahibi olmayan çalışan insanlar, büyük ve sürekli bir siyasi güç haline geldi. Bu kırılma, dünyanın en eski ve en büyük sosyal örgütünün lideri olan Papa XIII Leo tarafından 1891’de Rerum Novarumadlı ansiklopedisinde ilan edildi. Papa, sanayinin ilerlemesinin ‘azınlık arasında refahın ve çokluk arasında sefaletin (inopia) birikmesine’ yol açtığını, ancak bu dönemin aynı zamanda işçilerin ‘daha fazla özgüven ve daha sıkı bağlılık’ ile karakterize edildiğini belirtti.[1] Küresel düzeyde sendikalar, çoğu büyük sanayi kuruluşunda ve diğer birçok şirkette de yer edindi. İşçi sınıfı partileri Avrupa’da ve Avustralya’da önemli seçim kazanımları sağladı ve bazen de baskın güçler haline geldi. Rusya’daki Ekim Devrimi, Çin ve Vietnam için bir siyasi örgütlenme ve toplumsal değişim modeli sağladı. Nehru’nun Hindistan’ı, sömürge sonrası devletlerin çoğunun yaptığı gibi, ‘sosyalist bir kalkınma modeli’ izlemeyi kendine hedef olarak belirledi. Birçok Afrika ülkesi, birkaç dersliği dolduracak kadar proleteri olmadığı halde ‘işçi sınıfı partileri’ inşa etmekten söz ediyordu.

1 Mayıs, 1886’da Chicago sokaklarında başladı ve 1890 gibi erken bir tarihte Havana ve diğer Latin Amerika şehirlerinde kutlandı. Örgütlü emek, genellikle ikincil planda kalsa da Amerika kıtasında önemli bir güç olduğunu kanıtladı. ABD’nin Yeni Düzen’i, aydınlanmış liberalizm ile Buhran yıllarında kahramanca mücadeleler vererek örgütlenmeyi başaran endüstriyel işçi sınıfı arasında bir birleşmeye işaret ediyordu. Samuel Gompers, Yeni Düzen’den önceki dar görüşlü zanaat sendikacılığının simgesi olabilir, ancak hareketinin temsil ettiği vasıflı işçiler adına zorlu bir müzakereciydi ve Washington’da, Paris, Londra ya da Berlin’deki bir işçi liderine verilmiş olanlardan daha büyük bir anıtla onurlandırıldı.[2]

Meksika’nın küçük işçi sınıfı, Devrim’in baş aktörlerinden biri değildi -ama önemsiz de değildi- ama devrim sonrası seçkinler, örgütlü emeği kendi iktidar mekanizmalarına katmak için çok fazla enerji harcadı. Devrimin ilk başkanı Venustiano Carranza, Mexico City’nin anarko-sendikalist işçileriyle (Casa del Obrero Mundial) yaptığı bir anlaşma yoluyla toplumsal tabanını oluşturdu ve 1930’larda Lázaro Cárdenas yeni düzenin yapılarına açıkça işçi yanlısı bir yönelim kazandırdı.[3] Brezilya’da Getúlio Vargas ve onun ‘Yeni Devleti’ için bu pek söylenemese de bir dizi ilerici çalışma yasası onun miraslarından biri oldu. Arjantin’de Juan Perón’u iktidara getiren, özellikle Troçkist militanlar tarafından yönetilen işçi sınıfı seferberliğiydi ve Arjantin sendikacılığının ya da en azından liderliğinin o zamandan beri Peronist harekette önemli bir ses olmasını sağladı. Bolivya’nın madencileri 1952 Devriminde merkezi bir rol oynadı ve 1980’lerde kalay üretimi çöktüğünde, başka yerlerde iş aramak zorunda kalanların örgütlenme becerileri Evo Morales ve koka yetiştiricilerine disiplinli kadrolardan oluşan bir omurga sağladı.

Geçtiğimiz yüzyılda işçi sınıfının merkeziliğine belki de en büyük övgü, bağımsız işçi hareketlerinin en fanatik düşmanları olan Faşistler tarafından yapıldı. ‘Korporatizm’ fikri Mussolini’nin İtalya’sı için hayati önem taşıyordu; yani emek ve sermayeyi bir araya getirme iddiası. Bu ise gerçekte emeği sermaye ve devlet tarafından çitle çevrilmiş bir alana hapsediyordu. Hitler’in hareketi kendisine Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adını verdi ve onun Almanya’sı, Sovyetler Birliği’nin ardından ama İsveç’in önünde, 1 Mayıs’ı resmi tatil olarak kabul eden ikinci ülke oldu; ‘Alman İşçi Günü’. Yirminci yüzyılın ilk seksen yılında işçiler işten atılamaz ya da işten çıkarılamazdı. Eğer onlarla birlikte değilseniz, onları sıkı kontrol altında tutmak zorundaydınız.

İşçiler sadece Brecht’ten Picasso’ya sol avangard sanatçılar için değil, aynı zamanda farklı mesleklerden işçileri tasvir eden, birçok heykelin ve ölümünden sonra Brüksel’de Kral’ın huzurunda dikilen iddialı bir ‘Emek Anıtı’nın yaratıcısı olan Belçikalı heykeltıraş Constantin Meunier gibi daha muhafazakar figürler için de kahramanlar ya da modeller haline geldi. Almanya’da, Prusyalı subay-yazar Ernst Jünger 1932’de ‘İşçi’ adlı hayranlık uyandıran bir makale kaleme alarak, üçüncü sınıfın Herrschaft’ının (egemenliğinin) sona ereceğini ve yerini ‘işçinin Herrschaft’ının, liberal demokrasinin emek ya da devlet demokrasisinin alacağını’ öngördü.[4]

İşçi sınıfı yüzyılı şüphesiz yenilgi, hüsran ve hayal kırıklığıyla sona ermiş olsa da ardında kalıcı kazanımlar da bıraktı. Günümüzde ihlal edilmesi için özel çaba gerektiren evrensel bir siyasi model olarak demokrasi bunlardan biridir. Sosyal Demokrat işçi hareketi, Çartist öncülünü örnek alarak demokratik reformun başlıca savunucusuydu. 1918’den önce liberallerin çoğu ve muhafazakarların tamamı demokrasinin özel mülkiyetin korunmasıyla bağdaşmadığına inanıyordu ve bu nedenle oy kullanma hakkı ve parlamentoların özgürlüğü konusunda ciddi kısıtlamalar talep ediyordu[5]. Churchill ve de Gaulle gibi Muhafazakarlar ve ayrıca Komünistler, Liberaller ve Sosyal Demokratlardan oluşan kıtalararası bir Halk Cephesi’nin faşizmi yenilgiye uğratması, karşı devrimci askeri diktatörlüklerin daha uzun süren çöküşleri ve Güney Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kurumsal ırkçılığın yok olması, küresel insan haklarının geçerliliğini ortaya koydu. Ücretli çalışanların örgütlenme ve toplu pazarlık yapma hakkı, savaş sonrası konjonktürün bir diğer önemli kazanımıydı. Muhafazakâr güçler son zamanlarda ABD ve İngiltere’de bu ilerlemelere darbe vurdular, ancak bu arada bu haklar tüm dünyaya, Afrika ve Asya’daki resmi ekonomik sektörlere yayıldı. Latin Amerika’da ve Avrupa’nın çoğunda güçlü olmaya da devam ediyor.

20. yüzyıl, Doğu Avrupa, Karayipler ve Doğu ve Orta Asya’nın büyük bir kısmı üzerindeki derin etkileriyle Rus ve Çin devrimleri tam olarak anlaşılmadan asla anlaşılamaz -Batı Avrupa’daki işçi hareketleri ve sosyal politika üzerindeki etkilerinden bahsetmeye bile gerek yok. Bunların değerlendirilmesi hem siyasi açıdan tartışmalı hem de akademik açıdan erken bir değerlendirme olarak kalmaktadır. Kuşkusuz bu Devrimler acımasız baskılara ve Stalin ve Mao döneminde yaşanan kıtlıklar gibi büyük acılara yol açan kibirli modernist zalimlik dönemlerine yol açmıştır. Jeo-politik başarıları da aynı şekilde tartışma götürmez -ancak bu pek de solcu bir performans ölçütü değildir. 1905’te Japonlar ve 1917’de Almanlar tarafından yenilgiye uğratılan çürümüş ve geri kalmış Rusya, SSCB’ye dönüştü; yani Hitler’i yenen ve kendisini dünyanın ikinci süper gücü olarak kuran, bir süre için ABD’nin üstünlüğüne ciddi bir meydan okuyucu gibi görünen bir devlete. Çin Devrimi, ‘Orta Krallık’ için 150 yıllık gerileme ve aşağılanma dönemini sona erdirerek -kapitalist yoldaki ilerleyişi onu dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmeden önce- Çin’i küresel bir siyasi güce dönüştürdü.

Bu 20. yüzyıl devrimleri dünyaya en az dört önemli ilerici miras bıraktı. İlk olarak, bu devrimlerin kapitalist dünyada savaş sonrası reformlar üzerinde önemli bir etkisi oldu: Japonya, Tayvan ve Güney Kore’de toprağın yeniden dağıtımı; Batı Avrupa’da sosyal hakların geliştirilmesi ve Latin Amerika’daki ‘İlerleme İttifakı’ reformlarının hepsi Komünist tehditten ilham aldı. İkinci olarak, kendi ideolojisine sahip rakip bir güç bloğunun varlığı, Avrupa-Amerikan ırkçılığını ve sömürgeciliğini zayıflatmak için çok şey yaptı. Eisenhower, Moskova ile propaganda savaşını kazanma kaygısı taşımasaydı, Arkansas’ta ırk ayrımını sonlandırmak üzere federal birlikler göndermezdi. Yirmi yıl sonra Küba birlikleri Angola’yı fethetmeye çalışan Güney Afrika ordusunu geri püskürttü ve Sovyetler Birliği’nin küresel siyasete düşürdüğü gölge olmasaydı apartheid rejimi bu kadar etkili bir şekilde izole edilemezdi.

Üçüncü olarak, liderlerinin acımasız otoriterliği hakkında ne söylenirse söylensin, Komünist hareket dünyanın her köşesinde olağanüstü sayıda fedakâr, adanmış militanlar yetiştirdi. Stalin’e ya da Mao’ya duydukları hayranlık yanlıştı ama çoğu zaman yoksulların ve ezilenlerin en iyi -bazen de tek- dostlarıydılar. Bu günlük bağlılık tüm ilericilerin saygısını kazanmayı gerektirir. Son olarak ve daha tartışmalı bir öneme sahip olarak, modern dünyada bir faktör olmaya devam eden örgütsel bir miras vardır. İki büyük devrimin devletleri artık umut ışığı olmayabilir, ancak bir dereceye kadar jeopolitik çoğulculuğun korunması için gereklidirler (buna Komünizm sonrası Rusya da dahildir). 1989-91’den sonra Komünist liderliğindeki devletlerin varlığını sürdürmesi, sosyalist seçeneğin bir dereceye kadar açık kaldığı anlamına gelmektedir. Halk Cumhuriyeti yöneticileri, Çin’in ulusal gücünü desteklemek için sosyalist bir ekonomik temele ihtiyaç duyduğu ya da kapitalist yolda daha fazla ilerlemenin toplumsal uyumu tehlikeye atacağı sonucuna varırlarsa, hala yollarını değiştirecek güce ve kaynaklara sahipler.

Komünist partiler ya da onların takipçileri pek çok ülkede varlıklarını sürdürmektedir. Komünizm, rakip güçler arasında bölünmüş olsa da Hindistan siyasi sahnesinde önemli bir varlığa sahiptir: Maoistler kabile bölgelerinde bir gerilla savaşı sürdürürken, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) Kerala ve Batı Bengal’deki eyalet hükümeti deneyiminin ardından tarihi seçim yenilgileriyle sarsılmaktadır. Yunanistan, Portekiz, Japonya, Şili ve Çek Cumhuriyeti’nde de önemli partiler bulunmaktadır. Yunan ve Portekizli Komünistler, Avro Bölgesi’nin ekonomik kelepçesine karşı işçi sınıfı seferberliklerinde önemli bir rol oynadılar ve eski Avro-Komünistlerin liderliğindeki Syriza koalisyonu Yunanistan’ın Haziran 2012 seçimlerinde kıl payı ikinci oldu. Avrupa’nın Komünist geleneğinin en yenilikçi meyvelerinden biri, reformcu Komünistleri ve sol kanat Sosyal Demokratları bir araya getiren Alman Die Linke olmuştur ve İsveç Sol Partisi’nden Kıbrıs’ta iktidarı elinde tutan AKEL’e kadar kayda değer başka post-Komünist oluşumlar da vardır.

Güney Afrika Komünist Partisi, ANC ile kurduğu ittifak sayesinde iktidar bloğunun bir parçasını oluşturuyor; Brezilya KP’si de yakın zamana kadar Hindistan Komünistleri gibi ulusal hükümette küçük bir role sahiptir. Komünizm, Pinochet’nin darbesinin ardından neredeyse kırk yıllık bir aradan sonra Şili parlamentosuna geri döndü ve 2011’deki Arap Baharı, siyasi denklemin kıyısında kalsalar da Komünist gelenekten gelen sol grupların yeniden ortaya çıkmasını mümkün kıldı. Ancak Endonezya demokrasisinin yeniden doğuşu, 1965’te yüzyılın en büyük siyasi katliamlarından biriyle -muhtemelen 1937-38’deki Stalinist tasfiyeleri göreceli olarak aşan- yok edilen partiye yeni bir hayat vermedi. Başka yerlerde, Komünist geleneğin 1989’dan sonra ne kadar hızlı buharlaştığını, partilerinin Rusya ve Orta Asya cumhuriyetlerinde olduğu gibi muhafazakar milliyetçiliği ya da Polonya ve Macaristan’da olduğu gibi sağcı sosyal demokrasiyi benimsediğini not etmek dikkat çekicidir. İtalya’daki Komünistler ‘toplumsal’ kelimesini bile kendi zevklerine göre fazla solcu buldu ve Amerikalılara öykünerek kendilerini sıfatları olmayan bir Demokrat Parti olarak tanımlamayı tercih etti.

Yirminci yüzyıl işçi sınıfının reformist kanadı da bize kalıcı bir miras bıraktı ve bugün çoğu Avrupa ülkesinde hükümetin ana partilerinden birini oluşturuyor. Brezilya, Arjantin ve Güney Afrika gibi ülkeler sendikalarının gücüyle istisna teşkil etse de Batı Avrupa dışındaki nüfuzu sınırlı olsa da artık gerçekten küresel çapta bir sendikal hareket var -yüzyıl önce eksik olan bir şey. Sosyal Demokrat ve İşçi partileri, genellikle geçen yüzyılın başında sahip olduklarından daha büyük seçmen kitleleriyle varlıklarını sürdürüyor. Latin Amerika’da ve Afrika’nın bazı bölgelerinde yeni topraklar fethedildi. Ancak Sosyalist Enternasyonal, Laurent Gbagbo ve Hüsnü Mübarek gibi beklenmedik kişilerin siyasi araçlarını kendi saflarına katmalarına izin vererek, her türlü ilke görüntüsünü bir kenara bırakarak sık sık yeni üyeler kazandı.

Modern, merkez sol sosyal demokrasi, kadınlar, çocuklar ve eşcinseller haklarını destekleyerek bazı alanlarda ilerleme için hala bir güç olabilir. Ancak partileri ekonomi politikası alanında şu ya da bu şekilde liberalizme teslim olmuş durumdadır. İşçi sınıfındaki orijinal tabanı siyasi olarak marjinalleşmiş ve sosyal değişim tarafından aşındırılmıştır. Mevcut Avrupa krizi sırasında sosyal-demokrat partilerin performansı vasat bir saygınlıktan acınası bir dayanak kaybına kadar değişmiştir. Refah devleti -sivil sosyal haklar devleti- 20. yüzyıl reformizminin en önemli başarısıdır. Şu anda saldırı altında ve zayıf bir şekilde savunuluyor. Romney’nin istikrarsız kampanyasının tek tutarlı teması, Avrupa’daki ‘haklar’a saldırmasıydı. İngiltere’deki Muhafazakârlar ve Yeni İşçi Partisi on yıllardır İngiliz refah devletinin altını oyuyor, ancak bu kaleyi yıkmak için daha fazla seçim döngüsü gerekecek. Ulusal refah devleti, özellikle de başlangıçta en küçük olduğu ülkelerde bazı sert darbeler alıyor, ancak tamamen ortadan kaldırılamayacak. Aksine, politika ilkeleri Çin ve diğer Asya ülkelerinde yankı bularak ve Latin Amerika’nın büyük bir bölümünde etkisini pekiştirerek küresel erişim alanını genişletti. Çin ve Endonezya, evrensel sağlık sigortasını ABD’den çok daha önce kurmaya hazır görünüyor.

Yenilgiyi açıklamak

O halde, 20. yüzyılın kalıcı ilerici kazanımları vardır. Ancak bu yüzyıl sona ererken solun yenilgileri de anlaşılmalıdır. Hakim Avro-Amerikan düşünce ekolü, bu kapitalist karşı devrimin neden bu kadar başarılı olduğunu açıklayamamaktadır. Marx, güçler ve üretim ilişkileri arasında -biri giderek toplumsal nitelik kazanan, diğeri özel ve kapitalist- zamanla keskinleşecek bir çatışma öngörmüştü. Bu, Marx’ın Büyük Diyalektiği idi ve kıyamet süslerinden arındırıldığında, geçtiğimiz zamanlar bunu doğruladı. İletişim, ulaşım, enerji ve stratejik doğal kaynaklar tipik olarak tamamen kapitalist alandan çıkarıldı ve devlet mülkiyeti ya da sıkı kamu düzenlemesi altına alındı. Devletlerin ideolojik tonları bu sürecin şeklini etkilemiş olabilir, ancak içeriğini nadiren etkiledi. Eğitim ve araştırmaya yapılan kamu yatırımları ekonomik rekabet için hayati önem kazandı; ABD’de askeri harcamalar yoluyla elde edilen bu yatırımlar, diğer şeylerin yanı sıra GPS ve İnternet’i de ortaya çıkardı.

1970’ler, sendikal örgütlenme ve militanlık açısından -İngiliz madenciler sendikasının Edward Heath hükümetini düşürebildiği bir dönemdi- ve İsveç Sosyal Demokrasisi’nin önerdiği ücretliler fonundan, kapsamlı kamulaştırma ve ‘kapitalizmden kopuş’ çağrılarıyla Fransız solunun Ortak Programı’na kadar radikal fikirlerin ana akıma nüfuz etmesi açısından 20. yüzyıl işçi hareketinin en yüksek noktasına tanıklık etti. O zamanlar çok az kişi bunun düşüşten önceki zirve olduğunun farkındaydı. Merhum Eric Hobsbawm, 1978’de verdiği “Emeğin İleriye Yürüyüşü Durduruldu mu?”[6]başlıklı konferansta bunu yapan birkaç önemli analistten biriydi. Yeni dönemin siyasi damgası henüz vurulmamıştı ama bu çok uzun sürmeyecekti: 1979-80 Thatcher-Reagan seçim zaferlerini, 1983’te Mitterrand hükümetinin neoliberalizme teslim olması ve İsveç Sosyal Demokratlarının Meidner planını terk etmesi izledi.

Büyük Diyalektik askıya alınmış, hatta tersine çevrilmişti. Neoliberalizmin zaferi sadece bir ideoloji meselesi değildi; Marksistlerin öngördüğü gibi, sağlam bir maddi temeli vardı. Finansallaşma -sermaye akışlarının serbestleştirilmesi, kredi genişlemesi, dijital ticaret ve sermayenin emeklilik ve sigorta fonlarında toplanmasını içeren bir dizi gelişme- yeni finansal kumarhanelerin ötesine yayılan muazzam miktarlarda yoğunlaşmış özel sermaye yarattı. 2011 yazında Apple’ın ABD hükümetinden daha fazla likit nakdi vardı. Elektronik devrim, küresel meta zincirleri kurarak ve eski ölçek ekonomilerini çözerek özel sektör yönetiminin uzaktan çalışmasını sağladı. Dönüşen bu bağlamda, özelleştirme ve piyasalaştırma, hükümet politikasının her yerde bulunan çekirdeği olarak kamulaştırma ve düzenlemenin yerini aldı.

Büyük Diyalektiğin yanı sıra, kapitalist gelişmenin işçi sınıfının gücünü ve sermayeye karşı muhalefetini üretmesini öngören bir Küçük Diyalektikten de söz edebiliriz. Zengin ülkeler sanayisizleşmeye başladıkça bu da geri çekilmeye başladı. Burada, işçi sınıfı gücünün zirveye ulaşmasından hemen önce başlayan, gelişmiş kapitalizmde sanayinin ağırlığını azaltan, çığır açıcı öneme sahip yapısal bir dönüşümü kabul etmeliyiz. Üretim daha sonra Avrupa-Amerika’nın ötesine taşındı. Yeni sanayi üretim merkezlerinde -özellikle de Doğu Asya’da- Küçük Diyalektik’in etkisi yavaş oldu. Ancak şimdi, ilk olarak 1980’lerde Güney Kore’de görülen ve şu anda Çin’e yayılan sonuçlarını izleyebiliyoruz -işçilerin örgütlenmesi ve protestoları genellikle yerel sınırlar içinde kalsa da, Çin’de ücretler ve çalışma koşulları önemli ölçüde iyileşiyor. Çin’de 2002 yılı itibariyle tüm G7 ülkelerinin toplamından iki kat daha fazla sanayi çalışanı bulunmaktadır.[7]

Uluslar ve sınıflar

Yirminci yüzyılın işçi sınıfına ait olduğundan söz edebilmemiz biraz ironiktir. İşçi sınıfı mücadelelerinin bir sonucu olarak uluslar içinde sınıfsal eşitlenmenin yaşandığı bir çağ olsa da aynı zamanda küresel ölçekte uluslar arasında eşitsizliğin en üst düzeye çıktığı dönem olmuştur. ‘Azgelişmişliğin gelişimi’ 19. ve 20. yüzyıllar boyunca insanlar arasındaki eşitsizliğin büyük ölçüde nerede yaşadıklarına göre belirlendiği anlamına geliyordu. 2000 yılına gelindiğinde, hane halkları arasındaki gelir eşitsizliğinin yüzde 80’inin ikamet ettikleri ülkeye atfedilebileceği tahmin ediliyordu.[8]Ancak 21. yüzyılda uluslar yakınlaşırken sınıflar ayrışıyor.

Son yirmi yıl dünyanın yoksul ulusları için iyi geçti. Asya’nın ekonomik güç merkezi Çin, Hindistan ve Asean üyesi ülkeler küresel ortalamanın iki katı hızla büyümektedir. Sahra Altı Afrika da 2001 yılından bu yana, 20. yüzyılın son çeyreğinde trajik bir şekilde geride kalan dünya ve onun ‘gelişmiş ekonomilerinden’ daha fazla büyümektedir. Latin Amerika da 2003’ten bu yana genel olarak gelişmiş ülkelerden daha iyi performans göstermiştir. Komünizm sonrası Avrupa hariç, ‘yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler’ de Anglosakson bankerlerin krizini zengin dünyadan daha iyi atlattı. Bence burada sadece jeopolitik açıdan değil eşitsizlik açısından da tarihi bir dönüş yaşıyoruz. Zenginler ile en yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi durmamış olsa da uluslararası eşitsizlik genel olarak azalıyor. Ancak ulusların kendi içlerindeki eşitsizlik genel olarak artmaktadır -eşitsiz de olsa, çünkü gerçeklere şiddet uygulamadan herhangi bir evrensel ‘küreselleşme’ veya teknolojik değişim mantığından söz edemeyiz.

Bunun anlamı, sınıfsal eşitsizliğin giderek daha güçlü bir belirleyicisi olarak geri dönmesidir. Bu eğilim, Çin’in gelir uçurumunun Sovyet sonrası Rusya ile birlikte yükseldiği, Hindistan’ın kırsal kesiminde ise eşitlenmeye yönelik mütevazı eğilimin tersine döndüğü 1990’larda ortaya çıktı. Latin Amerika’da Meksika ve Arjantin neoliberalizmin şoklarını yaşadı. Bir IMF çalışması, küresel ölçekte, 1990’larda hem yüksek hem de düşük gelirli ülkelerde gelir payını arttıran tek grubun en zengin ulusal beşte birlik dilim olduğunu gösterdi.[9] Tüm alt beşte birlik dilimler kaybetti. En önemli değişiklikler gelir merdiveninin en tepesinde gerçekleşti. 1981’den 2006’ya kadar en zengin yüzde 0.1’lik kesim gelirden aldığı payı altı puan artırırken, geri kalan en zengin yüzde 1’lik kesim dört puan arttırdı. Bu kesimin altındaki yüzde 9’luk kesim payını artırırken ya da korurken, nüfusun geri kalan onda dokuzu zemin kaybetti.[10] 2008-09 krizinin ardından mütevazı bir toparlanmanın yaşandığı bir yılda, en zengin yüzde birlik kesim ABD’deki tüm gelir artışlarının yüzde 93’üne sahip oldu.[11]

Aynı eşitlikçi olmayan eğilimler Çin ve Hindistan’da da söz konusudur, ancak en zengin yüzde 1’lik kesime tahakkuk eden servet payı ABD’dekinden çok daha küçüktür: Hindistan’da yaklaşık yüzde 10 ve Çin’de yüzde 6 (vergilerden önce).[12]Hindistan’ın “mucizesi”, Hintli çocukların en yoksul beşte biri için neredeyse hiçbir şey yapmamıştır; bu çocukların üçte ikisi 2009’da düşük kiloluydu -tıpkı 1995’te olduğu gibi. Eski Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda 21. yüzyılın ilk on yılında yaşanan hızlı ekonomik büyüme küresel açlık üzerinde çok az etki yarattı: yetersiz beslenen insan sayısı 2000 ile 2007 yılları arasında 618 milyondan 637 milyona yükseldi ve gıda fiyatları artmaya devam ediyor.[13] Ölçeğin diğer ucunda, Forbes dergisi Mart 2012’de milyarderler sınıfının kırdığı rekorları selamladı: 425 Amerikalı, 95 Çinli ve 96 Rus dahil olmak üzere sayıları her zamankinden daha fazla olan 1.226 milyarderin toplam serveti 4.6 trilyon dolar ile Almanya’nın gayrisafi milli hasılasını aştı.[14] Bu tür gelişmelerin kaçınılmaz olduğunu düşünmemeliyiz. Uzun zamandır dünyanın en eşitsiz bölgesi olan Latin Amerika tersine dönmüş ve şu anda eşitsizliğin azaldığı tek yer haline gelmiştir.[15] Bu durum, askeri rejimlerin ve onların sivil haleflerinin neoliberalizmine karşı, Brezilya, Arjantin, Venezüella ve diğerleri tarafından son on yılda benimsenen yeniden dağıtım politikaları ile halkın tepkisini yansıtmaktadır.

Sınıfları ulusal sınırlar arasında karşılaştırmanın bir başka yolu da gelir, yaşam beklentisi ve eğitimi içeren İnsani Gelişme Endekslerini hesaplamaktır -bu, önemli hata payları olan hamasi ve çok karmaşık bir işlemdir. Bununla birlikte, dünyadaki eşitsizlik hakkında faydalı bir izlenim vermektedir. Amerika’nın en yoksul beşte birlik kesimi Bolivya, Endonezya ve Nikaragua’nın en zengin beşte birlik kesiminden daha düşük bir insani gelişme düzeyine sahiptir; Brezilyalıların ve Peruluların en şanslı yüzde 40’ının altında kalmakta ve Kolombiya, Guatemala ve Paraguay’ın dördüncü beşte birlik kesimi ile aynı seviyede bulunmaktadır.[16] Sınıfın öneminin, ulusal ekonomik yakınlaşmadan başka nedenlerle de artması muhtemeldir. Irk ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri yok olmaktan çok uzak olsa da Güney Afrika’da apartheid’ın çöküşü gibi önemli bir örnekte olduğu gibi, önemlerinin bir kısmını kaybetmiştir. Bu ülke, kurumsal ırkçılığın sona ermesinin ardından sınıfsal kutuplaşmanın en dramatik örneklerinden birini sunmaktadır. Dünya Bankası ekonomistleri, yeni yüzyılın başında dünyadaki haneler arasındaki gelir eşitsizliğinin Gini katsayısının 0.65 ile 0.7 arasında olduğunu tahmin etmektedir. Ancak 2005 yılında Johannesburg kentinin katsayısı 0.75 idi.[17] Hata paylarına izin versek bile, tek bir şehrin tüm gezegende bulunabilecek kadar eşitsizlik içerdiği sonucuna varabiliriz.

21’inci yüzyılda sınıf ve sınıf çatışması, her ikisi de ağırlıklı olarak Avrupalı olmayan ve ağırlık merkezleri Natoland’ın güneyinde olan iki yeni konfigürasyonda gelişecektir. Biri muhtemelen orta sınıfın umutları ve kızgınlıkları tarafından yönlendirilecek. Bir diğeri ise tabanını işçiler ve tüm çeşitliliğiyle halk sınıfları -proletaryadan ziyade plebler- arasında bulacaktır. Her iki konfigürasyonda da önümüzdeki iki olası yolu ayırt edebiliriz.

Orta sınıf bir yüzyıl mı geliyor?

Küresel orta sınıf çağı olarak 21. yüzyıla dair bir anlayış şekillenmeye başladı bile. Geçen yüzyılın işçileri hafızalardan siliniyor; proletaryanın önderlik ettiği evrensel kurtuluş projesinin yerini orta sınıf statüsüne yönelik evrensel bir istek alıyor. Lula’nın yerine Brezilya Devlet Başkanı olan eski gerilla Dilma Rousseff, ‘Brezilya’yı orta sınıf bir nüfusa dönüştürmek’ istediğini ilan etti.[18] OECD, 2012 yılı için küresel perspektifler anketinde “yükselen orta sınıfı destekleme” ihtiyacından bahsederken, Küresel Kalkınma Merkezi’nden Nancy Birdsall “vazgeçilmez orta sınıftan” bahsetmiş ve politika yapıcıların hedefi olarak “yoksul yanlısı büyüme”den “orta sınıf yanlısı büyümeye” geçilmesi çağrısında bulunmuştur.[19]

Bu sosyal katmanın tanımları, iddia edilen merkeziyetçiliğine rağmen, büyük farklılıklar göstermektedir. Bu katmanın hatlarını belirlemeye yönelik üç girişimden bahsedelim: hiçbiri kesin değil, ancak her biri aydınlatıcı. Dünya Bankası’ndan Martin Ravallion, gelişmekte olan ülkelerin orta sınıfını günde 2 ila 13 dolar arasında bir kuşağa yerleştiriyor; ilki Banka’nın kendi yoksulluk eşiğini, ikincisi ise ABD’deki yoksulluk sınırını temsil ediyor. Bu ‘orta sınıfın’ 1990’da gelişmekte olan dünya nüfusunun üçte biriyken 2005’te neredeyse yarısına ulaştığını, yani mutlak anlamda 1.2 milyarlık bir artış olduğunu tespit ediyor. Bu tabaka Çinlilerin neredeyse üçte ikisini kapsarken Güney Asya ve Sahra Altı Afrika’da yaşayanların sadece dörtte birini kapsamaktadır.[20] Liberal bir siyasi aktör olarak orta sınıfa bakan Nancy Birdsall, çıtayı daha yükseğe, günde 10 dolara koyuyor. Orta sınıfı zengin olarak nitelendirilenlerden ayırmaya heveslidir; geliriniz sizi yurttaşlarınızın en zengin yüzde 5’i arasına sokmamalıdır. Bu ölçüye göre kırsal Çin’de konuşmaya değer bir orta sınıf yok; aynı şey Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Nijerya için de söylenebilir. Kentsel Çin’de bu kategoriye girenlerin oranı yüzde 3, Güney Afrika’da ise yüzde 8’dir; bu rakam Brezilya’da yüzde 19’a, Meksika’da yüzde 28’e yükselmekte, ABD’de ise yüzde 91 ile zirveye ulaşmaktadır.[21]

İki seçkin yoksulluk ekonomisti, Abhijit Banerjee ve Esther Duflo, Tanzanya, Pakistan ve Endonezya’nın da aralarında bulunduğu on üç ülkede yapılan uluslararası hane halkı anketlerine dayanarak, günde 2 ila 10 dolar arasında geliri olanlara odaklanan ve orta sınıfın tam olarak ne olduğunu soran bir bakış açısı sunuyor. Araştırmacıların en dikkat çekici bulgusu, bu ‘orta sınıfın’ tasarruf ve tüketim yaklaşımında 2 dolar eşiğinin altında kalan yoksullardan daha girişimci olmadığıdır. Üyelerinin belirleyici özelliği, düzenli, ücretli bir işe sahip olmalarıdır.[22] Bu nedenle onları belirsiz bir orta sınıfa ait olmaktan ziyade istikrarlı bir işçi sınıfı konumuna sahip olarak tanımlayabiliriz. Brezilya hükümeti orta sınıfın kırılganlığını vurgulama eğilimindedir; bu sınıfın her zaman yoksulluğa geri düşme riski altında olduğu ve bu nedenle dikkatli bir ilgi ve desteğe ihtiyaç duyduğu söylenmektedir.[23] Asya’da -özellikle Doğu Asya’da- aynı kaygı belirgin değildir.

Çin’de orta sınıf ya da tabaka, 90’ların sonlarından itibaren akademisyenler ve medya için önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Bu noktadan önce, orta sınıftan bahsetmek yasaktı ve bazı savunucuları hala sınıfın tam sosyal meşruiyetini reddeden ‘ideolojik baskıdan’ yakınmaktadır.[24] Çinli akademisyenler artık orta sınıfı idealize etme eğiliminde olup, kavrama ilişkin eleştirel tartışmalardan kaçınırken bize ait stereotiplerden yararlanmaktadır. Bu sınıf, yaklaşımı büyük ölçüde Vogue‘dan Business Week‘e kadar artık Çin’de yaygın olarak bulunan Amerikan yayınlarından esinlenen Çin medyası için başlıca hedef kitle olarak görülmektedir.[25] Bu kesim aynı zamanda önümüzdeki yıllarda siyasi istikrar ve ılımlılığın siperi olarak da tanımlanmaktadır. Ancak bazı anlayışlı yorumcular, bu yeni orta sınıfın temellerini atanın genişleyen gelir uçurumu olduğunu belirtmiştir: Çin şu anda Asya’nın en eşitsiz ülkesidir ve Gini katsayısı 60’larda 0.21 iken şu anda 0.46’ya yükselmiştir.[26] Hindistan da ekonomik liberalleşmenin ardından göze çarpan orta sınıf tüketiminin yükselişine ve Hindu Sağ’ın 2004 seçim sloganı ‘Parlayan Hindistan’ ile özetlenen bir yükselişe tanık oldu. Yine de ideolojik manzara Çin’dekinden çok daha karmaşık ve çekişmeliydi. Eleştirel sesler, ‘ahlaki olarak dümensiz, takıntılı derecede materyalist ve sosyal olarak duyarsız’ olduğu söylenen bir sınıfa karşı yükseldi.[27]‘Parlayan Hindistan’ kampanyası geri tepti ve Kongre hükümete geri döndü.

Tüketim mi demokrasi mi?

İşçi sınıfının ve sosyalizmin modernliğinin geçersiz ilan edildiği bir dünyada, orta sınıf toplumu alternatif bir geleceğin sembolü haline gelmiştir. Kuzey Atlantik’in gelişmiş ülkeleri geçmişe dönük olarak orta sınıf olarak adlandırılıyor -her ne kadar bu, Avrupa’da hiçbir zaman gerçekten tutmamış bir Amerikan kavramı olsa da. Bu ütopyanın özünde sınırsız bir tüketim hayali, dünyayı ele geçiren, arabalar, evler ve sınırsız çeşitlilikte elektronik eşya satın alan ve küresel bir turizm endüstrisini ayakta tutan bir orta sınıf vardır. Bu küreselleşmiş tüketimcilik ekolojik bilince sahip insanlar için kâbus malzemesi olsa da iş insanlarının ve onların yayınlarının ağzını sulandırıyor. Orta sınıf tüketimi aynı zamanda zenginlerin ayrıcalıklarını barındırırken popüler sınıflara sakin bir özlem ufku sağlama gibi büyük bir avantaja da sahiptir. Bu rüyanın karanlık tarafı, doğasında var olan dışlayıcılığıdır. Orta sınıf ya da zengin olmayan insanların herhangi bir kurtarıcı özelliği ya da varlığı yoktur. Onlar, 2009 yılında ABD’de Çay Partisi’ni ateşleyen televizyon konuşmasında ifade edildiği gibi, sadece ‘kaybedenlerdir’. Onlar ‘alt sınıf’, ‘serseriler’dir. Gelişmekte olan dünyada, yoksullar kendilerini plajlardan, parklardan, sokaklardan ve meydanlardan dışlanmış buldukça, kamusal alanın ‘temizlenmesi’ bu uğursuz eğilimin bir tezahürüdür. Özellikle kışkırtıcı bir örnek, Cakarta’nın Bağımsızlık Meydanı’nın fallik Ulusal Anıt ile çevrilerek ‘bir tür seçkin orta sınıf tema parkına’ dönüştürülmesi ve yoksulların tek rekreasyon alanından mahrum bırakılmasıdır.[28]

Liberal medya, demokratik reformun öncüsü olarak yükselen bir orta sınıfa bakıyor. Ancak Asya orta sınıfına ilişkin akademik tartışmalar, bu sınıfın olası siyasi rolü konusunda daha az pusludur. Önemli bir araştırma, ‘orta sınıfların reform ve demokrasiye yönelik tutumlarında “durumsal” olma eğiliminde oldukları’ sonucuna varmıştır.[29] Hindistan’daki siyasi sınıfa duyulan tiksinti, nadir görülen bir siyasi olguya yol açmıştır; toplumsal merdivenin üst basamaklarında seçimlere katılım, eski “dokunulmazlar” –dalitler– ve yoksullar arasında olduğundan daha düşüktür. 2004 seçimlerinde dalitlerinyüzde 63.3’ü oy kullanırken, üst kastların sadece yüzde 57.7’si oy kullanmıştır.[30] Latin Amerikalılar 20. yüzyılda yaşadıkları acı deneyimlerle orta sınıfın özünde demokratik bir şey olmadığını, Arjantin (1955-82), Şili (1973) ve Venezüella’da (2002) üyelerinin aktif olarak demokrasiye karşı çıktığını öğrenmişlerdir. Bu sınıf ‘durumsal’ (fırsatçı) olarak demokratik ya da anti-demokratiktir.

Birdsall’ın makalesinde geçerken atıfta bulunulan bir başka orta sınıf senaryosu daha var; zenginler ve geri kalanlar arasında bir çatışma öngören ve orta sınıfın ikinciler arasında önemli bir rol oynadığı bir senaryo. Hong Konglu akademisyen Alvin So’nun belirttiği gibi, Doğu Asya bu tezi savunmak için örnek gösterilebilir, zira bölgede orta sınıf profesyoneller sık sık “devlet karşıtı protestoların ön saflarında” yer almıştır -IMF ya da ABD militarizmine karşı gösterilerden bahsetmeye bile gerek yok.[31] Orta sınıfın oligarşiye karşı kitlelerle birlikte hareket etmesi, 1848’deki ‘halkların baharı’nın merkezinde yer alıyordu ve bunun yankıları 2011’de Akdeniz’in her iki yakasındaki ayaklanmalarda görülebilir. Kahire ve Tunus’ta, Barselona ve Madrid’de, profesyonel sınıflardan orta yaşlı insanlar, öğrenciler ve işsiz gençlerle birlikte yürüdüler. İlk gruba mensup olanlar genellikle ikinci grubun ebeveynleriydi – bir anlamıyla bu, 1968’in radikalleri tarafından asla deneyimlenmemiş kuşaklar arası bir dayanışmaydı.

Hiçbir demokrasi kendisini bir orta sınıfa bağımlı kılmamalı, ancak otoriter yönetime karşı orta sınıf seferberliğinin belirleyici olduğu durumlar da var. Ülkenin büyüklüğü ve bölgesel önemi nedeniyle 21. yüzyılın şu ana kadarki en önemli orta sınıf devrimi şüphesiz Mısır’da yaşanmıştır. Elbette, özellikle dışarıdan bakıldığında güçlü sonuçlar çıkarmak için henüz çok erken, ancak birkaç gözlem yapılabilir. Devrim ülke dışındaki olaylar ve güçler tarafından tetiklenmiş olsa da Küresel Kuzey’in mali krizinin bununla hiçbir ilgisi yoktu: Mübarek’in düşüşünün arifesinde Mısır ekonomisine ilişkin bir IMF analizi, Mısır’ın talihinde bir yükseliş öngörüyordu. Tetikleyici Tunus ayaklanmasıydı. Kuzey Afrika’nın geri kalanında olduğu gibi Tunus’ta da yüksek öğrenim son yıllarda hızla yaygınlaşmıştı; buna resmi ataerkilliği yıkan kadınların eğitimi de dahildi. Ancak bu yeni, eğitimli orta sınıf büyük ölçüde işsiz ya da az çalışan mezunlardan oluşuyordu.[32] Bu bir Mısır Bildungsbürgertum‘u değildi.

Dahası, siyasi rejim sadece yozlaşmış ve baskıcı değildi, ne yeni mezunlara ne de onların düşük maaşlı büyüklerine sunacak bir perspektifi vardı. Hazem Kandil, veliaht Cemal Mübarek’in etrafında toplanan neoliberal kliğin ‘balyoz’ etkisine dikkat çekmiştir. Nasırcı mirastan geriye kalanlar artık özel iş adamlarına devredilecekti. Orta sınıfı rejime bağlayan bağlar bizzat rejim tarafından koparıldı.[33] Avrupa’nın 1848’inde olduğu gibi, Mısır işçi sınıfı da devrimci süreçte yer aldı, ancak ana güç olarak değil: 2008’de El Mahalla El Kobra’da bastırılan grev gibi geçmiş mücadelelerin anısı seferberliğe büyük katkı sağladı.[34] Yine de Mısır’ın orta sınıf devrimi çok geçmeden ’18. Brumaire’ sorunuyla, yani şehirlerde yoğunlaşan radikal unsurlar ile çok daha büyük boyuttaki muhafazakar kırsal nüfus arasındaki uçurumla karşı karşıya kaldı. Mısırlı radikaller, tıpkı bir buçuk asır önceki Fransız selefleri gibi seçim yenilgisine uğradı. Bu, 2011 devriminin tamamen tersine çevrileceği anlamına gelmiyor -3. Napolyon’un zaferinin 1848’in kazanımlarını silmesinden daha fazla. Ancak en güçlü ve en radikal biçimlerinde bile orta sınıf isyanlarının zayıflığına işaret ediyor.

Lima, Nairobi ya da Jakarta’daki herhangi bir alışveriş merkezini ziyaret edenlerin tanıklık edeceği gibi, küresel orta sınıf tüketimciliği artık dünyaya geldi. Bununla birlikte, liberal akademisyenlerin ve pazarlama danışmanlarının tüketici hayalleri hala büyük ölçüde geleceğe yönelik projeksiyonlardır. Orta sınıf isyanı ön plana çıkarken siyasi istikrar umutları da suya düşmüş durumda. Bu isyankar ruhun tezahürleri biçim ve ideoloji açısından büyük farklılıklar göstermektedir: Kuzey Afrika devrimleri; Anna Hazare’nin Hindistan’daki siyasi yolsuzluğa karşı kampanyası; ABD’deki Çay Partisi; Şili orta sınıfının radikal bir öğrenci hareketine verdiği aktif destek. Tek bir ülke bile rakip orta sınıf hareketleri doğurabilir; muhafazakâr Sarı Gömleklilere daha halkçı ve taşralı Kızıl Gömleklilerin meydan okuduğu Tayland’da olduğu gibi. Öfkeli bir orta sınıfın sokaklara dökülüp öngörülemeyen sonuçlar doğurmasıyla daha fazla kargaşaya tanık olursak şaşırmamalıyız.

İşçi sınıfı olanakları

İşçi sınıfının toplumsal gelişmenin geleceği olarak görüldüğü zamanlar dün kadar yakın olabilir, ancak geri dönmesi pek olası değil. Avrupa ve Kuzey Amerika’da sanayi kapitalizminin doruk noktası, Marx’ın öngördüğü gibi, onun baş rakibi olan işçi sınıfı hareketini güçlendirdi. Ancak o dönem artık geride kaldı. Gelişmiş ekonomiler sanayisizleşiyor ve işçi sınıfları bölünmüş, yenilmiş ve demoralize olmuş durumda. Sanayi bayrağı, dünya üretim kapasitesinin yükselen merkezi olan Çin’e geçti. Çin’in sanayi işçileri, kentsel ve kırsal doğum haklarının devam eden hukou sistemi nedeniyle kendi ülkelerinde hala büyük ölçüde göçmen konumunda. Yine de Çin’in endüstriyel büyümesi, Marx’ın da beklediği gibi, işçilerin elini güçlendiriyor; grevler sıklaşıyor ve ücretler artıyor. Zenginlik dağılımı konusunda Avrupa’dan Doğu Asya’ya kayan yeni bir toplumsal çatışma turu göz ardı edilmemelidir. Çinli yetkililer elbette bunun farkında ve Çin çalışma mevzuatı dizginlenemeyen kapitalizmi dizginlemeyi amaçlıyor; bu açıdan en dikkate değer olanı 2008 yılında yürürlüğe giren İş Sözleşmesi Kanunu. Aynı zamanda işçi sınıfına yönelik yerel ‘hizmet’ ve ‘danışma’ merkezleri ortaya çıkmakta ve bunların çoğu yabancı fonlarla desteklenmektedir. Bu merkezler zaman zaman resmi sendikalarla ya da yerel Parti komitesiyle irtibat kurabilmektedir. Ancak muhtemelen yerel yönetimlerin işverenlerle aynı safta yer aldığı çok daha fazla vaka vardır.[35] Her halükarda, yeni yasalar, Komünist mirasın kalıntıları ve elektronik medyanın yaygınlaşması, Çin’in toplumsal sistemini kısa vadede değiştirmeyecek, ancak işçilere mevcut çerçeve içinde daha iyi bir anlaşma sağlayabilecek özerk işçi sınıfı örgütlenmesi için daha fazla alan sunuyor. Sayılarını tespit etmek zor olsa da kol işçileri Çin’in kentlerinde hesaba katılması gereken bir güçtür. En iyi tahmine göre kayıtlı nüfusun üçte birini oluşturmaktadır.[36] Ancak oturma izni olmayan göçmenler kentlerdeki toplam işgücünün üçte birinden fazlasıdır ve bunların büyük çoğunluğu imalat, inşaat ve yiyecek-içecek işlerinde çalışan el işçileridir.[37] Bu iki grubu topladığımızda, Çin’deki kol işçisi sınıfının yarısı ile üçte ikisi arasında bir rakam ortaya çıkmaktadır. Bu proletaryaya dayalı güçlü bir hareketin ortaya çıkması, gelişmekte olan dünya genelinde muazzam bir etki yaratacaktır, ancak bunu olası bir ihtimal olarak tanımlayamayız.

Başka yerlerde, işçi sınıfı partilerinin öncülük ettiği siyasi dönüşümler -ister reformist ister devrimci nitelikte olsunlar- daha da olanaksız görünüyor. Hindistan’ın sanayi sınıfları Çin’deki muadillerine göre daha küçüktür: Çin’deki dörtte bir oranına karşılık Hindistan’da işgücünün altıda birinden biraz fazlası. Aile ve serbest meslek hala ağırlığını korumaktadır.[38] Düzenli ücret alanlar arasında, yüzde 38 olduğu tahmin edilen önemli bir sendikalaşma vardır.[39] Ancak bu işçiler on iki ulusal sendika federasyonu arasında bölünmüş durumdadır ve bunların başlıcaları siyasi partilerle bağlantılıdır. Hindistan’da sendikaların gücü 1980’lerin başında bugüne kadarki zirvesine ulaşmış, ancak her iki ana sanayi merkezinde, Bombay’daki tekstil fabrikalarında ve Kalküta’daki jüt endüstrisinde ezici yenilgiler almıştır.[40] Hindistan’ın sendikaları topallayarak da olsa varlıklarını sürdürdüler, ancak kendilerini çalışan yoksulların büyük kitleleri için bir çekim merkezi haline getirmeyi başaramadılar.

Suharto’nun devrilmesinden bu yana Endonezya’da sendikacılık yeniden canlanmıştır, ancak bu canlanma daha çok işgücünün sadece üçte birini oluşturan kayıtlı sektörde yoğunlaşan ve örneğin bankacılık gibi beyaz yakalı çalışanlara yönelen fabrika sendikaları şeklinde olmuştur. Düzenli istihdam edilenler için yasal haklar 2003 tarihli İnsan Gücü Yasası ile güçlendirilmiştir. Ancak işgücü önemli bir toplumsal aktör olmaktan uzaktır ve kayıtlı ekonomide bile sadece onda biri sendikalıdır. Bir işçi partisi kurma girişimleri şimdiye kadar sonuçsuz kalmıştır.[41] 2012’de 1 Mayıs, 16.000 polis tarafından kuşatılan 9.000 işçiden oluşan bir kalabalık tarafından kutlandı. Asya’daki endüstriyel gelişmenin öncülerinden biri olan Güney Kore’nin, sendikaları önemini korusa da 20. yüzyıl Avrupa’sıyla kıyaslanabilecek bir hareket üretmesi pek olası değildir. Soğuk Savaş askeri rejimleri altında emeğin vahşice sömürülmesi, 1980’lerde demokratik muhalefetin toplanma noktalarından biri haline geldi. Bu aynı zamanda Kore sendikacılığının en yüksek noktasıydı ve işçilerin beşte biri işçi hareketi tarafından örgütlenmişti. Sendikal örgütlenme o zamandan bu yana sanayisizleşme ve hizmet sektörü istihdamının büyümesi nedeniyle aşınmıştır.[42] Sendika federasyonlarından biri yine de Seul parlamentosunda temsil edilen bir Demokratik İşçi Partisi kurmayı başarmıştır. Kore’yi en son Aralık 2011’de ziyaret ettiğimde, sol ve merkez sol partiler arasında bir birleşme olması yönünde büyük beklentiler vardı, ancak sonunda bu süreç bozuldu.

1917’de devrimi gerçekleştiren Rus işçi sınıfı, ardından gelen iç savaşta büyük ölçüde yok edildi ve Sovyet yönetimi altında yaratılan yeni işçi sınıfı da 1990’ların kapitalist restorasyonu tarafından devre dışı bırakıldı. 1989 ve 1991’deki grev dalgaları Gorbaçov’un düşüşüne katkıda bulundu, ancak Sovyet sonrası Rusya’nın işçilerine sunabileceği eski sistemden daha da az şey vardı ve sonraki on yıl boyunca yaşam beklentisi düştü. Komünist Parti hala önemli bir seçim gücüdür, ancak herhangi bir sol ideolojiden ziyade geriye dönük milliyetçiliğe dayanmaktadır. Hiçbir sosyal-demokrat örgüt kendini kabul ettirmeyi başaramadı. Rusya’nın sendika federasyonu üye sayısı bakımından önemini korumaktadır, ancak işçilerin çıkarlarını korumak için çok az şey yapmıştır.[43]

São Paolo’daki sanayi işçilerinin oluşturduğu sendikal hareket başarılı bir siyasi araç olan İşçi Partisi’ni (PT) yarattı ve bu partinin adayı 2002 yılında dördüncü denemesinde Brezilya’nın çok sevilen başkanı olarak seçildi. PT, aşırı yoksullukla mücadele ederek, halk eğitimini yaygınlaştırarak ve daha fazla işçiyi haklarının yasalarla korunacağı kayıtlı işgücüne katarak ülkenin toplumsal manzarasını değiştirdi.[44] Ancak her zaman pek çok farklı toplumsal hareketin koalisyonu olmuş ve başkanları ve bölgesel yöneticileri, kayırmacılık ve patronaj ağlarına dayanarak güç kullanmak zorunda kalmıştır. Bugün, belirtildiği gibi, Dilma Rousseff bir işçiler ya da ücretliler ülkesi değil, ‘orta sınıf’ bir Brezilya arzulamaktadır. Yine de ülkesi hala dünyanın ‘dev’ devletleri arasında en güçlü sol güçlere sahip ve toplumsal değişim için en parlak umutları sunmaktadır.

Güney Afrika, apartheid’a karşı mücadeleye öncülük eden bir koalisyonun parçası olan güçlü ve iyi örgütlenmiş bir işçi hareketine sahip bir başka yükselen ekonomik güçtür. Ancak ANC 1994’te iktidara geldiğinden bu yana önceliğini siyah bir ekonomik seçkinler yaratmaya vermiştir; bu sürecin çarpıcı örneklerinden biri, zengin bir iş insanı haline gelen eski maden işçileri lideri Cyril Ramaphosa’dır. Aşırı yoksullukta önemli bir azalma olmasına rağmen, eşitsizlik 2009 yılında muhtemelen apartheid’ın yıkıldığı dönemden daha yüksekti.[45] Ağustos 2012’de başlayan büyük madencilik grevleri yeni, rakip bir sendika tarafından başlatıldı; ilk başta ölümcül bir baskı ve protestolara karşı apartheid dönemi yasalarının kullanılmasıyla karşılandılar. Bu grev dalgasının nihai sonucu ne olursa olsun, Güney Afrika’da işçi sınıfı hegemonyası uzak bir ihtimal. Kıtanın başka bir yerinde, Nijerya’nın sendika federasyonu 2002 yılında AB ve Almanya’nın Friedrich Ebert vakfının desteğiyle bir İşçi Partisi kurmaya karar verdi. Ancak bunun ölü doğduğu hemen ortaya çıktı; parti projesi hiçbir zaman sendika üyeliğinde kök salamadı ve liderleri kısa süre içinde patronaja dayalı geleneksel siyaset biçimlerine doğru sürüklendi.[46]

Günümüz dünyasında klasik anlamda emeğin ileriye doğru bir yürüyüşü görülmemektedir, ancak yine de çeşitli cephelerde ilerlemeler kaydedildiğini görebiliriz. Sermaye-emek bağı genişliyor ve genişlemeye devam edecek. İşçilerin yeni endüstriyel dünya ile yüzleşirken kendi taleplerini ortaya koymalarını, örgütlenme yoluyla güç kazanmalarını ve zamanla daha iddialı hale gelmelerini bekleyebiliriz. Sınıf mücadelesinin Marksist Küçük Diyalektiği’nin hızlandırdığı bir toplumsal dönüşümü öngörmek zor olabilir, ancak kapitalizmin genişlemesi ve eşitsizliklerinin büyümesi işçi sınıfını 21. yüzyıl siyasetinin gündeminde tutacaktır.

Plebyen beklentiler

Kızıl bayrak Avrupa’dan Latin Amerika’ya geçti; Venezüella, Ekvator ve Bolivya’daki hükümetlerin ’21. yüzyıl sosyalizmi’nden söz ettiği bu bölge şu anda sosyalizmin gündemde olduğu tek bölge. Bu bölge aynı zamanda Brezilya ve Arjantin’in ağırlığı sayesinde merkez sol hükümetlerin üstünlük sağladığı ve eşitsizliğin azaldığı tek bölgedir -her ne kadar And seviyelerinde olsa da. Morales, Correa ve Chávez’in ‘sosyalizmi’, 20. yüzyıl Avrasya sol siyaset modellerinden bağımsızlığını vurgulayan ve kendisi de oldukça heterojen olan yeni bir siyasi fenomendir. Toplumun pek çok katmanından destek almaktadır; kent yoksulları (gecekondu sakinleri, gündelik işçiler, sokak satıcıları); yerli ya da Afrika kökenli insanlar; orta tabakanın ilerici unsurları (profesyoneller ve beyaz yakalı çalışanlar). Sanayi işçileri nadiren öncü konumdadır. Bolivya’nın maden proletaryasının kalıntıları Morales’i desteklemek için koka çiftçilerine katılırken, Venezuela’daki başlıca sendika federasyonu 2002’deki başarısız darbeyi fiilen desteklemiştir.[47] Güney Konisi’nin merkez sol hükümetleri de çeşitli toplumsal tabanlara sahiptir, ancak geleneksel işçi sınıfı ve sendikaları Brezilya ve Arjantin’deki daha yüksek sanayileşme derecesini yansıtacak şekilde çok daha büyük bir rol oynamaktadır.

Latin Amerika’daki ilerici güçlerin ideolojisi birçok farklı akım içermektedir. Chávez, Peru’nun sol kanat askeri milliyetçiliğinden esinlenmiş ve Fidel Castro’yu önemli bir akıl hocası olarak görse de Simón Bolívar’ın mirasından büyük ölçüde (seçici de olsa) yararlanarak kendi demokratik popülizm tarzını geliştirmiştir. Morales, müzakere becerilerini koka çiftçileri sendikasında geliştirmiş, karışık etnik kökenli bir yerli liderdir ve kıdemli bir yerli olan başkan yardımcısı Álvaro García Linera ile birlikte çalışmaktadır. Ekvador’un Rafael Correa’sı kurtuluş teolojisinden etkilenmiş eğitimli bir ekonomist ve etrafı, görüşleri milliyetçi merkez soldan Marksizme uzanan yetenekli genç düşünürlerden oluşan bir ekiple çevrilidir. Dilma Rousseff, Cristina Fernández de Kirchner ve José Mujica’nın etrafındaki çevreler yukarıda bahsedilenlerin biraz sağında durmakla birlikte, düşüncelerinde eklektiktir. Meksika’da Andrés Manuel López Obrador liderliğindeki hareket -başkan adayı olarak iki kez kıl payı yenildi (ya da aldatıldı)- cumhuriyetçi kemer sıkma politikalarını sosyal-demokrat reform politikalarıyla birleştiriyor.

Latin Amerika yakın gelecekte dünyanın geri kalanına ihraç edilebilecek bir model sunmayabilir. Ancak önümüzdeki yıllarda radikal toplumsal dönüşümler yaşanacaksa, bu dönüşümlerin, Afrika ve Asya’nın büyük bölümünde çalışan nüfusun küçük bir azınlığı olan ücretli proletaryaya dayalı 20. yüzyıl reform ya da devrim deneyimlerinden ziyade, bu bölgedeki son gelişmelerle daha fazla ortak noktası olacağı kesin. Artan okuryazarlık ve yeni iletişim araçlarıyla güçlenmiş olsa da halk sınıfı hareketleri büyük engellerle karşı karşıyadır; etnik köken, din ve farklı istihdam türleri arasındaki bölünmeler. Yalnızca bu zorlukları dikkate alan programlar ve örgütsel biçimler, bu avam tabakalarını bir araya getirme konusunda ciddi bir şansa sahip olacaktır.

Yerel ölçekte halihazırda bu türden pek çok inisiyatif bulabiliriz. Bolivyalı Cocaleros, işsiz madencilerin hareket oluşturma becerilerini ve deneyimlerini kullanabilir. Maputo’daki sendikalardan biri, üyelerinin kayıtlı istihdamın dışına itildiğini görünce, sokak satıcılarından oluşan bir dernek kurmuştur.[48] Bu sadece bu olayla sınırlı değil; aslında sokak satıcılarının artık merkezi Güney Afrika’da bulunan StreetNet adında kendi enternasyonalleri var. Mexico City’de belediye başkanının dikkate alması gereken siyasi bir güç oluşturmaktadırlar. Kayıt dışı ekonomide çalışan Hintli kadınlar Mumbai, Chennai ve Ahmedabad gibi şehirlerde ve ulusal Serbest Meslek Sahibi Kadınlar Derneği’nde kendi karşılıklı yardımlaşma yapılarını kurmuşlardır.[49] Sendikalar, en son Tunus’ta Bin Ali’ye karşı isyan sırasında olduğu gibi, artan fiyatlara ve otoriter rejimlere karşı geniş halk protestolarının kanalı olmuştur. Resmi sektör çalışanları öncülük etmiştir, ancak sendikal talepler bu katmanların ötesine uzanan geniş sosyal koalisyonlar tarafından desteklenmiştir. Mumbai’deki Dünya Sosyal Forumu’nda ortaya çıkan ve sendikalar, kadın örgütleri ve kalkınma STK’ları tarafından desteklenen ulusötesi bir girişim olan Asya hazır giyim sektöründeki ‘taban ücret’ kampanyası buna bir örnektir.[50] Bu bağlamda sınıf, ‘bilinç’ ile doldurulacak yapısal bir kategori olmaktan ziyade, halk sınıflarına, sömürülenlere, ezilenlere ve tüm çeşitliliğiyle dezavantajlılara yönelik bir yönelim pusulası haline gelir. Gelecekteki dönüşümlerin kendilerini dayandıracakları toplumsal ittifaklar henüz oluşmamıştır ve hiçbir gruba şimdiden ‘öncü rol’ verilemez. Ancak sınıf pusulası olmadan, en iyi toplumsal hareketlerin bile modern kapitalizmin eşitsizliklerinin üstesinden gelmesi olası değildir.

Dolayısıyla önümüzdeki on yıllar için bir sosyoloğun gözüne makul görünen dört sınıf perspektifi tanımlayabiliriz: küreselleşmiş orta sınıf tüketimciliği; orta sınıf siyasi isyanı; merkezi Doğu Asya’da olan -belki de yeni toplumsal uzlaşmalara yol açan- endüstriyel sınıf mücadelesi ve halk sınıflarının heterojen hareketleri. Yeni yüzyılın toplumsal karakteri henüz belirlenmemiştir, ancak sınıf kesinlikle hayati bir öneme sahip olacaktır.

Solun yeni jeo-politiği

Avrupa merkezli endüstriyel sosyalizmin çöküşü, sadece toplumsal güçlerin oluşumu için değil, aynı zamanda örgütlenmeleri için de geniş kapsamlı sonuçlara sahiptir. Parti biçimi -hem Alman Sosyal Demokrasisi ve İtalyan Komünizminin kitlesel partileri hem de daha küçük Leninist öncüler- çekiciliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Avrupa dışındaki sendikalar bu tür partilerin sınırlarını çoktan fark etmiş ve çeşitli toplumsal hareketler ve sivil toplum örgütleriyle irtibat kurmaya çalışmaktadır. Yine de örgütsel araçlar siyasi etki için hala çok önemlidir. Arjantin’de 2001 yılındaki eylemler, on yıl sonraki İspanyol Indignados’undan daha büyük bir etkiye sahipti, çünkü ilerici bir siyasi mekanizma mevcuttu; Peronist hareketin sol kanadı. İnatla örgütlenen Müslüman Kardeşler, Mısır’daki devrimin orta vadede galibi olduğunu kanıtladı. İnternet ağlarının, siyasi hayatın normal kanalları dışında desteği harekete geçirme konusundaki sözde önemli kapasitesine kendimizi kaptırmamalıyız.[51]

Bunu akılda tutarak, son yıllarda güçlü ve yeni bir dinamiğin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. El Kaide franchise’larından Çay Partisi’ne ve 2011’in sol kanat protesto hareketlerine kadar gevşek, merkezi olmayan ağların ortaya çıkışına şahit olduk. Lidersiz, ‘denizyıldızı’ örgütler artık moda yönetim literatüründe hevesle tartışılıyor.[52] Bu tür yapıların ‘hiyerarşik olmayan’ karakteri, alıntılanan örneklerin de gösterdiği gibi, doğası gereği demokratik ya da ilerici değildir. Ancak kolektif tartışma ve bireysel özerklik kuşkusuz 1968’in hayati bir mirasıdır ve gelecekteki herhangi bir sol projenin parçası olmalıdır. İdeolojik olarak yeni hareketler, retçilik ve pragmatizmin bir karışımından besleniyor. Retçi öfke, hedefleri büyük farklılıklar gösterse de insanları harekete geçirdi: İslam inancına yönelik algılanan hakaretler birçok Arap ülkesinde protestolara ilham verdi; düşük gelirli ‘kaybedenler’ için mortgage yardımı ve sağlık sigortası Çay Partisi destekçilerinin öfkesini kışkırttı; İşgal hareketi, banka kurtarmalarına ve ahbap çavuş kapitalizmi rejimi altında düşen yaşam standartlarına karşı halkın öfkesini istismar ediyor. Retçilik bu hareketlere cesaret ve militanlık vererek bir çatışma dinamiği yaratırken, pragmatizmleri doktriner tartışmalardan kaçınmalarına ve taktiksel esneklik sergilemelerine yol açmaktadır. Endüstriyel sosyalizm çağından sonra sol perspektiflerin nasıl formüle edileceği henüz belirsizdir. Ancak bu perspektiflerin eşitsizliğe ve emperyal küstahlığa karşı çıkmayı ve insanın özgürce ve tam anlamıyla yaşama hakkını savunmayı içereceği kesindir.

  1. yüzyılın işçi sınıfı büyük ölçüde bir Avrupa eseriydi. Zayıf akrabalık bağları ve yetişkinliğe ulaştıklarında kendi hanelerini kurmaları beklenen ve atalarına karşı hiçbir kutsal yükümlülükleri olmayan gençlerin görece özerkliği ile Avrupa aile sistemi içinde ortaya çıktı. Bu durum, yeni fikirlere ve sosyal uygulamalara hızlı ve kitlesel bir dönüşümü kolaylaştırdı. Avrupa’nın moderniteye giden yolu benzersiz bir toplumsal alan açtı; sınıflar arasındaki iç çatışma nispeten homojen ulus-devletler içinde gerçekleşirken, yerleşik din, yenilmiş eski rejimlerle olan ilişkisi nedeniyle zayıfladı. Kapitalist gelişme, kapsamlı sanayi öncesi okuryazarlık ve lonca örgütlenmesinin zanaat geleneklerinden yararlanabilen bir işçi sınıfı yarattı. Avrupa’nın hegemonik konumu nedeniyle, onun sınıf siyaseti modeli diğer kıtalara da yayıldı: Okyanusya ve Amerika’ya giden yoksul göçmenler; emperyal bilgi ve eğitim kanalları ve en önemlisi Sovyetler Birliği’nin anti-emperyalist karşı modeli. Sınıf siyaseti modeli gezegenin her köşesine yayıldı, ancak içeriği Avrupa dışındaki toplumlarla uzlaştıkça değişime uğradı. İşçi sınıfı hareketi Avrupa’nın dünyaya armağanıydı. Kuzey Amerika’nın Çiftçi-İşçi partilerinden Peru’da Mariátegui’nin yerli sorununa getirdiği yeni kuramsallaştırmaya, bir Arap ya da Afrika sosyalizmi kurma girişimlerinden Çin ve Vietnam köylülerinin ulusal bağımsızlık bayrağı altında Komünist partiler tarafından seferber edilmesine kadar her kıtada güçlü ve yenilikçi güçlere ilham verdi. Gördüğümüz gibi bu miras tamamen silinmiş değil. Ancak Avrupa artık kurtuluş, kalkınma ve adalet için küresel bir perspektif sağlayamaz. Şimdilik bu tür vizyonlar kıtanın kendisi için bile yetersiz.
  2. yüzyıl solunun iki ana ilham kaynağı vardı. Bunlardan biri Batı Avrupa’da, özellikle de Devrimin Fransa’sında ve Marksist işçi hareketinin Almanya’sında yatıyordu. Dünyanın en gelişmiş ve güçlü bölgesinin geleceğini temsil ediyor, fikirler ve programlar, örgütlenme ilkeleri ve değişim modelleri sağlıyordu. Aynı zamanda önemli bir maddi destek de sağladı: Fransa her ülkeden radikal sürgünlere açıktı; iyi örgütlenmiş, aidat ödeyen Alman işçi hareketi yoksul kardeşlerine fon sağlamaya yardımcı oldu (Friedrich Ebert Stiftung bugün hala bunu yapıyor). Diğer kaynak ise küresel güç ve zenginliğin çevresinde, Avrupa Marksizminden ilham alan siyasi akımların önderliğinde devrimlerin gerçekleştiği yerlerde yatıyordu. Sovyetler Birliği bu merkezlerin ilki ve en büyüğüydü, Çin ve Küba da onu takip etti. Bu merkezler her yerdeki devrimci adaylarına iktidarı ele geçirme ve toplumu dönüştürme modelleri sunarken, doğrudan mali yardımdan da bahsetmiyorlardı. Şu anda Latin Amerika -karmaşık toplumsal yapıları ve ideolojik bricolage‘ları ile- bugün sahip olduğumuz bir dünya merkezine en yakın şeydir. Ama bu da çok fazla bir şey değil. 21. yüzyıl solu büyük olasılıkla merkezsizleşecektir ve ayrıca Latin Amerika muhtemelen gezegensel bir fener yakmak için çok küçük bir bölgedir -şu anda devam etmekte olan toplumsal değişimler en üst sınırına kadar taşınsa bile. Yeni bir solun gerçek bir küresel öneme sahip olabilmesi için Asya’da daha derin kökler kazılması gerekecektir.

Yeni bir dönemin doğuşuna tanıklık ediyoruz; sınıf ve ulus, ideoloji, kimlik ve mobilizasyon ile küresel sol siyasetin yeni ilişkileri şekilleniyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ‘barış getirisi’ getirmedi, sadece yeni bir savaş döngüsü getirdi. Batı kapitalizminin zaferini evrensel refah değil, artan eşitsizlik ve tekrarlayan ekonomik krizler takip etti: Doğu Asya, Rusya, Arjantin ve şimdi de devam eden Avrupa-Amerika çalkantısı. Sol için endişe kaynağı olan klasik meseleler -kapitalist sömürü ve emperyalizm, baskıcı toplumsal cinsiyet ve etnisite hiyerarşileri- yeni yüzyılda kendilerini yeniden üretmişlerdir. Mücadele devam edecek, bundan emin olabiliriz. Ancak bu mücadeleye kim damgasını vuracak -yeni orta sınıf mı, yoksa pleb kitleler mi?

Çeviri: Yener Çıracı

Orjinali: https://newleftreview.org/issues/ii78/articles/goran-therborn-class-in-the-21st-century

[1] ‘Rerum Novarum’ (1891), Federico Rodríguez’in editörlüğünü yaptığı iki dilli İspanyolca-Latince baskıdan alıntılanmıştır, Doctrina Pontificia: Documentos sociales, Madrid 1964, s. 251 (yazarın çevirisi).

[2] Gompers, Dublin’in ana caddesi O’Connell Caddesi’nde, 1913 lokavtı sırasında grevcilerle polis arasındaki ünlü çatışmayı yönettiği yerde dimdik duran İrlandalı sendikacı Jim Larkin tarafından -haklı olarak- gölgede bırakıldı.

[3] Diane Davis, Discipline and Development, Cambridge 2004, pp. 287–301.

[4] Ernst Jünger, Der Arbeiter, Herrschaft und Gestalt (1932), Stuttgart 1982, p. 312.

[5] Daha fazlası için bkz, ‘The Rule of Capital and the Rise of Democracy’, nlr 1/103, May–June 1973.

[6] Eric Hobsbawm, “The Forward March of Labour Halted?”, Marxism Today, Eylül 1978. ‘The Prospects of Labour and the Transformation of Advanced Capitalism’, NLRI/145, Mayıs-Haziran 1984. Dürüst olmak gerekirse o zamanlar onun argümanlarını şüpheyle karşıladığımı belirtmem gerekiyor.

[7] Judith Banister, ‘Manufacturing employment in China’, Monthly Labor Review, July 2005, p. 11.

[8] Branko Milanovic, The Haves and the Have-Nots, New York 2011, p. 112.

[9] International Monetary Fund, World Economic Outlook 2007, New York 2007, p. 37.

[10] ‘Top 1% increase share of us income’, International Herald Tribune, 27 October 2011; ‘Oligarchy, American style’, iht, 5–6 November 2011.

[11] ‘Wealth disparity a drag on economic growth’, iht, 17 October 2012.

[12] A. B. Atkinson and T. Piketty, eds, Top Incomes: A Global Perspective, Oxford 2010, p. 46.

[13] UN, The Millennium Development Goals Report 2011, pp. 11–14.

[14] Forbes, 7 March 2012.

[15] CEPAL, La hora de la igualdad, Santiago 2010; Giovanni Andrea Cornia and Bruno Martorano, ‘Policies for reducing income inequality: Latin America during the last decade’, UNICEF Working Paper, New York 2010; UNDP, Regional Human Development Report for Latin America and the Caribbean, New York 2010.

[16] M. Grimm et al., ‘Inequality in Human Development: An Empirical Assessment of 32 Countries’, Social Indicators Research, vol. 97, issue 2, 2010.

[17] Branko Milanovic, ‘Global Inequality Recalculated and Updated’, Journal of Economic Inequality, vol. 10, no. 1, 2012; un Habitat, The State of the World’s Cities, London 2008, p. 72.

[18] Joe Leahy, ‘ft interview: Dilma Rousseff’, ft, 3 October 2012. Her political mentor had already spoken of his commitment to an emerging middle class when standing for re-election in 2006: ‘Brazil is seeing the emergence of a new middle class. If I’m re-elected I’m going to give special attention to this group.’ Richard Bourne, Lula of Brazil, London 2010, p. 204.

[19] OECD, Perspectives of Global Development 2012, Paris 2011, p. 103; Nancy Birdsall, ‘The (Indispensable) Middle Class in Developing Countries’, Center for Global Development Working Paper 207, Washington 2010.

[20] Martin Ravallion, ‘The Developing World’s Bulging (but Vulnerable) Middle Class’, World Development, vol. 38, no. 4, 2010.

[21] Birdsall, ‘The (Indispensable) Middle Class in Developing Countries’, Appendix: Tables 3, 4, 7.

[22] Abhijit Banerjee and Esther Duflo, ‘What is Middle Class about the Middle Classes around the World?’, mit Department of Economics Working Paper, no. 7–29, 2007.

[23] Ricardo Paes de Barros et al., A nova classe média brasileira: desafíos que representa para a formulacão de políticas públicas, Brasilia 2011.

[24] Xiaohong Zhou, ‘Chinese Middle Class: Reality or Illusion?’, in Christophe Jaffrelot and Peter van der Veer, eds, Patterns of Middle Class Consumption in China and India, New Delhi 2008, p. 124.

[25] He Jin, ‘The Transformation and Power of “Middle Class” Language in Chinese Media Publications’, in Li Chunling, ed., The Rising Middle Classes in China, Milton Keynes 2012.

[26] Zhou Xiaohong and Qin Chen, ‘Globalization, Social Transformation and Construction of the Chinese Middle Classes’, in Li, ed., Rising Middle Classes in China, p. 52.

[27] Pawan Varma, The Great Indian Middle Class, New Delhi 1998, p. 174.

[28] Lizzy van Leeuwen, Lost in Mall, Leiden 2011, pp. 64, 192.

[29] Hsin-Huang Hsiao, ‘Prioritizing the Middle Classes: Research in Asia-Pacific’, in Hsiao, ed., The Changing Faces of the Middle Classes in Asia-Pacific, Taipei 2006, p. 7.

[30] Christophe Jaffrelot, ‘The Indian middle class and the functioning of the world’s largest democracy’, in Jaffrelot et al., eds, Patterns of Middle Class Consumption in China and India, p. 47.

[31] Alvin So, ‘Historical Formation, Transformation and the Future Trajectory of Middle Classes in Asia’, in Hsiao, ed., Changing Faces of the Middle Classes in Asia-Pacific, p. 32.

[32] Paul Mason, Why It’s Kicking Off Everywhere, London and New York 2012; Manuel Castells, Networks of Outrage and Hope, Cambridge 2012.

[33] Hazem Kandil, ‘Why Did the Egyptian Middle Class March to Tahrir Square?’, Mediterranean Politics, July 2012.

[34] Mason, Why It’s Kicking Off Everywhere, p. 10.

[35] Fang Lee Cooke, ‘The Enactment of Three New Labour Laws in China: Unintended Consequences and the Emergence of “New Actors” in Employment Relations’, in Sangheon Lee and Deirdre McCann, eds, Regulating for Decent Work, Basingstoke 2011; Joseph Y. S. Cheng, Kinglun Ngok and Wenjia Zhuang, ‘The Survival and Development Space for China’s ngos: Informal Politics and Its Uncertainty’, Asian Survey, vol. 50, no. 6, 2010.

[36] Li Chunling, ‘Profile of China’s Middle Class’, in Li, ed., Rising Middle Classes in China, p. 96; for another estimate see Liu Xin, ‘Urban Chinese Class Structure and the Direction of the Middle Class’ in the same volume, p. 112. The data for the structural analysis are taken from the 2003 China General Survey.

[37] Li Shi, ‘Rural Migrant Workers in China: Scenario, Challenges and Public Policy’, ilo Policy Integration and Statistics Department Working Paper, no. 89, Geneva 2008; oecd, Employment Outlook 2007, Paris 2007.

[38] Therborn, The World, Cambridge 2011, p. 182.

[39] Anibel Ferus-Comelo, ‘Unions in India at Critical Crossroads’, in Craig Phelan, ed., Trade Union Revitalisation, Oxford 2007, p. 479.

[40] Sukomal Sen, Working Class of India, Calcutta 1997, p. 464.

[41] Michele Ford, ‘Indonesia’s New Unions’, in Phelan, ed., Trade Union Revitalisation.

[42] Yoonkyung Lee, Militants or Partisans: Labour Unions and Democratic Politics in Korea and Taiwan, Stanford 2011, pp. 28, 55.

[43] Sarah Ashwin, ‘Russian Trade Unions: Stuck in Soviet-style Subordination?’, in Phelan, ed., Trade Union Revitalisation.

[44] Kayıtlı sektörde çalışanların sayısı 2002’de yüzde 45 iken 2008’de yüzde 50’ye yükselmiştir. Janine Berg, ‘Kanunlar mı şans mı? Understanding rising formality in Brazil in the 2000s’, Lee ve diğerleri, eds, Regulating for Decent Work içinde, s. 128.

[45] The Economist, 1993’te 0,59 olan Gini katsayısının 2009’da 0,63 olduğunu bildirmiştir; ancak ölçüm farklılıkları doğrudan karşılaştırmayı sorunlu hale getirmiş olabilir. Economist, 20 Ekim 2012.

[46] Björn Beckman and Salihu Lukman, ‘The failure of Nigeria’s Labour Party’, in Beckman et al., eds, Trade Unions and Party Politics, Cape Town 2010.

[47] Héctor Lucena, ‘Trade Unionism in Venezuela: The Current Situation’, in Phelan, ed., Trade Union Revitalisation.

[48] Ilda Lindell, ‘Informal work and transnational organizing’, in Andreas Bieler and Ingemar Lindberg, eds, Global Restructuring, Labour and the Challenges for Transnational Solidarity, London 2010.

[49] See further Ela Bhatt, We Are Poor but So Many, Oxford 2006.

[50] Jeroen Merk, ‘Cross-border wage struggles in the global garment industry’, in Bieler and Lindberg, eds, Global Restructuring.

[51] Manuel Castells’in önemli ve güncel çalışması, Öfke ve Umut Ağları, belki de bu ayartmadan muaf değildir.

[52] Elizabeth Price Foley, The Tea Party: Three Principles, Cambridge 2012, p. 218.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
325AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin