Birkaç yıl önce Kıbrıs’taki “kayıp şahıslar”la ilgili bir sergiyle ilgili bir düşünce oluşturmuştum – bu sergi, bir “cinayet”in olay yeri gibi düzenlenecekti, sarı-siyah bantlar çekilecekti “olay yeri”ne ve iplerle dev bir Kıbrıs haritasında, Kıbrıs’taki çeşitli toplu mezarların yerlerini gösterecektik…
Bu toplu mezarlarla ilgili kısa öyküler yazmayı da tasarımlıyordum: Söz konusu toplu mezarlar neredeydi, oradaki katliam ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu ve o toplu mezarlarda kimlerin kalıntıları bulunmuştu… Ayrıca sergiye söz konusu toplu mezarlarda bulunan o “kayıp” şahıslar”ın isimlerini ve fotoğraflarını da ekleyecektim…
Bu serginin tam orta yerinde ise heykeller – büstler – olacaktı… Dr. Derviş Özer’in yapmış olduğu ve Kıbrıs’ta çatışma dönemlerinde birbirini kurtarmış olan, birbirine yardım etmiş olanların büstleriydi bunlar – bu heykeller de adamızda yalnızca cinayetler ve toplu mezarlar değil, aynı zamanda insaniyetin bulunduğunu da yansıtacaktı…
Ve elbette ben bu sergiyi tek başıma yapmayacaktım – değerli arkadaşım ressam Nilgün güney’le birlikte çalışacaktım… Kendisi “kayıplar”la ilgili pek çok resim yaptı ve yetişkin öğrencilerinden oluşan grubuna da yardım ederek onları organize etti ve onlar da “kayıplar”la ilgili resimler yaptılardı…
Hem Kıbrıslıtürk, hem de Kıbrıslırum “kayıp” yakınlarını onlara götürecektim, ressamlara ailenizde bir “kayıp” olmasının ne anlama geldiğini birinci elden anlatmışlardı – “kayıp” demek, ne tür dipsiz bir acı yaratıyordu, hayatlarını nasıl felce uğratmıştı aileden bir ya da birden fazla “kayıp” olması ve “ölüm kanıtı” bulununcaya kadar yani sevdiklerinin kemikleri bulunup da onları defnedinceye kadar, nasıl da bu felç durumunun devam ettiğini anlatmışlardı ressamlara bu “kayıp” yakınları… Ancak “ölüm kanıtı” olan sevdiklerinin kemikleri kazılarda bulunup da DNA testleriyle Kayıplar Komitesi tarafından eşleştirilince ve bu kalıntılar defnedilmek üzere yakınlarına iade ettikten sonra bunları alıp defnediyorlardı ve sevdiklerinin ölümüne yas tutma evresine geçebiliyorlardı… Ancak o zaman sevdiklerinin “kayıp” edilmesiyle oluşan o alacakaranlık kuşağından çıkabiliyorlar e onca yıl sonra nihayet hayatlarına bir şekilde devam edebiliyorlardı…
ÖĞRENMEK İÇİN TOPLU MEZARLARI YERİNDE GÖRMÜŞTÜK…
Ressam Nilgün Güney’in öncülüğünde yürüttüğümüz atölye çalışmaları çerçevesinde, her iki toplumdan ressamları, toplu mezarları yerinde görmeye de götürmüştük… Ressamlar ayrıca, her iki taraftan “kayıp” yakınlarının evlerine de giderek, onların nasıl birer hayat sürdürmekte olduklarına da tanık olacaklardı… Çünkü “kayıp” yakınları, sevdikleri bir gün mutlaka geri dönecek düşüncesiyle onların giysilerini, potinlerini, fotoğraflarını, evlatlarının oyuncaklarını saklıyorlardı – elbiselerini fırçalıyor ve dolaplarda tutuyorlardı, ayakkabılarını boyuyor, parlatıyor, fırçalıyor, içlerine gazete kağıdı dolduruyorlardı… Her an onların geri dönmesini bekliyorlardı… Çünkü gömü yerleri bulunmamıştı yani “öldüklerine dair kanıt” yoktu… Ve Nilgün Güney öncülüğündeki ressamlar oturup “kayıplar”a dair eserlerini yaratmaya başlayacaklardı…
Lefkoşa’da Yeşil Hat üzerindeki Goethe Enstitüsü’nde bu eserleri sergileyecektik… “Birlikte Başarabiliriz” adlı iki toplumlu kayıp yakınları ve çatışma kurbanlarının örgütü olarak düzenliyorduk bu sergiyi ve serginin adını da “Gerçeğin Rengi – Color of Truth” koymuştuk… Serginin açılışını da politikacılar değil, iki toplumdan kayıp yakınları yapacaktı…
Bu atölye çalışmaları ve ressamların masrafları için herhangi bir “fon”a başvurmamıştık, bilinçli olarak. Bu, gönülden gelen bir katkı olmalıydı adamızın gerçeklerine yönelik olarak… Katılan ressamlar, kendi masraflarını kendileri karşılacak, kendi aramızda “kayıp” yakınları da katkıda bulunacaktı… Tanıdığımız, saygı duyduğumuz dostlarımız da – örneğin Evsu sahibi Musa Sönmezler su ve meyva suyu katkısı yapmıştı atölye çalışmalarına, DEV-İŞ bizi konuk etmiş ve öğle yemeğimizi (pidede birer kebap) karşılamıştı ve kahvelerimizi – bu sürece katkıda bulunuyordu.
Ressamlarımız da çizdikleri resimleri satışa koymamış ve “Birlikte Başarabiliriz” örgütüne bağışlamışlardı çizdikleri resimleri…
Serginin tüm felsefesi, her iki taraftan “kayıp” yakınlarının yaşamaya zorlandığı o “alacakaranlık kuşağını” ve sonsuz bekleyişlerini yansıtmaktı – savaş kurbanlarının karşı karşıya kalmış oldukları korkunç katliamları göstermekti…
“ALACAKARANLIK KUŞAĞI…”
“Kayıplar” konusunda hayatı boyunca inanılmaz çalışmalar yapan, pek çok ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalmış bulunan ve “iğneyle kuyu kazar” misali toplu mezarların ve gömü yerlerinin nerede olduğunu bulmaya çalışmış olan değerli arkadaşımız Ksenofon Kallis’in sözleriyle “alacakaranlık kuşağı”, öyle bir yerdi ki sevdikleriniz ne hayattaydı, ne de ölüydü, bir “kayıp” yakını olarak onların akıbetini bilemeyişiniz de hayatınızı paralize ediyordu, felç ediyordu, sonsuz bir bekleyişle “kayıp” edilmiş olan yakınınızın geri dönmesini bekliyordunuz ki hayatınız normale dönsün… Tüm hayatını bu insani amaca adamış olan Kallis, onunla ilk kez röportaj yaptığımda bana bunları anlatmıştı: insan “kayıp” olunca, ne ölüydü, ne de sağdı… “Kayıp” yakınları da onları sonsuza kadar bekliyordu çünkü ortada bir “ölüm kanıtı” yoktu – yani kalıntıları, yani kemikleri… Böylece onların hayatta olduğuna inanıyorlardı ve her an geri dönebileceklerine inanıyorlardı… Ama sevdikleri hiçbir zaman geri dönmüyordu…
Çünkü “kayıplar”, aslında öldürülmüştü, katledilmişti, gömülmüşlerdi, kuyulara, tarlalara, hendeklere ve toşlu mezarlara atılmışlardı… Hiçbir zaman geri dönme fırsatı bulmayacaklardı, hiçbir zaman… Öldürüldükleri şekilde dönmüş biçimde kalacaklardı ve sevdikleri de onlara olan sevgileriyle donup kalacaklardı, onları o kadar çok özleyeceklerdi ki, hiçbir şey düşünemeyeceklerdi onlardan başka ve onların geri dönüşünden başka…
Ve akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yoktu çünkü her iki taraf da bu bilgiyi onlardan saklıyordu… Her iki taraf da kendi katillerini koruyordu, toplu mezarları yaratmış olan katilleri ve her iki taraf da onlara “kahraman” payesi veriyordu… Her iki taraf da bu kadar küçük bir adada, onca çok sayıda “kayıp” şahsın detaylarını paylaşmaya gelince, ayaklarını sürüyorlardı… Her iki taraf da, “kayıp” yakınlarının acısını ve öfkesini orada tutmak istiyorlardı, böylece bu duyguları kendi amaçları ve kendi çıkarları için kullanmaya devam edebilsinler diye…
OKURLARIMIZLA BU FASİT DAİREYİ KIRDIK…
Ancak zaman yerinde saymıyor, ilerliyordu ve harika okurlarımın yardımlarıyla Kıbrıs’ta ilk kez o fasit daireyi kıracaktık ve herşey kamuoyunun önüne dökülmeye başladı, insanlar konuşmaya ve her iki tarafta işlenmiş suçlar, katliamlar ve cinayetler hakkında bilgi vermeye, bildiklerini kamuoyu önünde paylaşamaya başlayacaklardı – toplu mezarların ve olası gömü yerlerinin yerlerini anlatıyorlardı bana ve hatta hem beni, hem de Kayıplar Komitesi yetkililerini bu tür olası gömü yerlerine bizzat götürmeye başlayacaklardı… Yirmi küsur sene önce – 2001 yılından beridir Kıbrıs’ın “kayıpları”nı yazıyorum – adamızın her iki tarafından okurlarımız yani Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar, sessizlik bölgelerini yıkarak bana isimlerini vermeden ya da açık isimlerini vererek (onların isimlerini kendi güvenlikleri için gizli tutup korumaya devam ediyorum) konuşmaya başladılar… Bu yirmi küsur sene boyunca hiç susmadılar, hep konuştular, hep anlattılar, hep olası gömü yerleri gösterdiler, tarif ettiler, koordinatlar verdiler, fotoğraf attılar, o sessizlik alanlarını yıktılar, hiç onarılmayacak biçimde yıktılar hem de… Bunu insaniyet namına yaptılar, hiçbir karşılık beklemeksizin, yürekten gelen bir insani dürtüyle yaptılar bunu…
Ve son yirmi küsur senede toplu mezarların yerleri açığa çıktı: Alaminyo, Palekitire (Balıkesir), Yerasa, Pareklişa, Prodaras, Koççinodrimitya, Girne Ayyorgisi, Lisi ve Afanya ve Ornuda… St. Hilarion tepeleri ve Girne Boğazı, Bilelle ve Strovulos’ta Parisinos bölgesi… Ve pek çok diğer yer, tek tek mezarlar, üçer ya da beşer kişin gömüldüğü tüm adaya dağılmış kuyular, toplu mezarcıklar… Elbette bu toplu mezarların ve gömü yerlerinin bazılarının tam olarak nerede olduğu iki tarafça biliniyordu ancak bu bilgiyi birbirleriyle paylaşmıyorlardı, bunların kazılması için adım atmıyorlardı ve hem “kayıp” yakınları, hem de kamuoyu bunları bilmiyor, “kayıplar”ın akıbeti hakkında haber beklemeye devam ediyorlardı…
OKURLARIMIZ SAYESİNDE “OYUNLARI”NI BOZDUK…
Her iki tarafın yetkililerinin bu “oyuları”nı okurlarımın yardımlarıyla, okurlarımız sayesinde bozduk… Yüzlerce öykü anlattılar ve bunlar Türkçe olarak gazetemiz YENİDÜZEN’de, Rumca olarak önceleri ALITHIA, sonra da POLİTİS gazetesinde ve İngilizce olarak da bloğumda yayımlanacaktı… Bu öylesi bir hortumdu ki giderek dev bir hız kazanarak onca yıl boyunca insanların kendine sakladıkları bilgilerin ortaya dökülmesini sağlayacaktı… Her bir taraf için bir cep telefonum var, biri TELSİM, öteki CYTA ve okurlarım beni bu kişisel cep telefonlarımdan sürekli arayıp bilgi veriyorlar, gördükleri, tanık oldukları veya kulak misafiri oldukları olayları aktarıyorlardı… Yurtdışından bana yazıyorlar veya arıyorlardı ve duyduklarını, gördüklerini, bildiklerini aktarıyorlardı… Haritalar, raporlar, gömü yerleri, öyküler aktarıyorlardı ve tüm bunları da gönüllü olarak, insani biçimde Kayıplar Komitesi yetkilileriyle paylaşıyorduk, böylece tüm bu bilgiler Kayıplar Komitesi’nin araştırmalarına ve kazılarına çok büyük gönüllü bir yardım oluşturuyordu…
“İncisini Kaybeden İstiridyeler” başlıklı “kayıplar” ve toplu mezarlarla ilgili kitabımı Türkçe, Rumca ve İngilizce olarak yayımlayıp yanıma Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum “kayıp” yakınlarını da alarak adanın her tarafında etkinliklere gidecek ve dinleyenleri konuşup olası gömü yerleri hakkında bildiklerini paylaşma konusunda cesaretlendirecektik…
22 sene sonra geriye dönüp baktığımda dev bir mesafe kaydetmiş olduğumuzu söyleyebilirim, okurlarımızın insani yardımları sayesinde gerçekleştirdik bunu ve onlar bunu yürekten gelerek ve hiçbir karşılık beklemeksizin yaptıkları için etkili olabildik… Halk arasında bulunabilecek bilgilerin çoğuna ulaştık ve tüm bunları Kayıplar Komitesi yetkilileriyle de paylaştık – onlara son derece sistematik biçimde, uzun yıllar boyunca haftada en az bir kez, şahitlerle birlikte olası gömü yerleri gösterdik… Kayıplar Komitesi’nin o dönemki Kıbrıslırum Üye Yardımcısı Ksenofon Kallis, Kıbrıslıtürk Üye Yardımcısı Murat Soysal ve komitenin kazılardan sorumlu yetkilisi Okan Oktay ile komitenin diğer araştırma görevlilerine sistematik biçimde olası gömü yerlerini gösterdik, bilgiler sağladık, şahitlerle tanıştırdık kendilerini ve işlerini kolaylaştırmaya çalıştık. Kallis, her iki toplundan “kayıplar” konusunda neredeyse tüm çalışmayı yapmış, tüm hayatını bu insani amaca adamıştı… Burada Andreas Paraskos’tan da söz etmemiz gerekir çünkü o, 1990’lı yıların sonlarında “kayıplar” konusunda Kıbrıslırum toplumu içerisindeki sessizlik bölgelerini olağanüstü çabalarıyla yıkmış bir gazeteci arkadaşımız… Bu insani çabaya katkıda bulunmuş ve ailelerin acılarını dindirmeye çalışan ve çalışmaya devam eden herkesi takdirle analım burada…
Dev bir Kıbrıs haritası üzerinde işaretlenmiş toplu mezar yerleri ve sarı-siyah şeritler ve o mezarların öyküleriyle ilgili sergi düşüm devam ediyor… Belki önümüzdeki dönem, ressam arkadaşım Nilgün Güney’le birlikte bunu gerçekleştirmeye çalışırım, belki böylece insanlarımız Kıbrıs’ın toplu mezarlarla ve gömü yerleriyle dolu olduğunu, buralara hem 1963-64’te, hem de 1974’te “kayıp” edilmiş olan insanların gömüldüğünü, hem Kıbrıslıtürkler’in, hem de Kıbrıslırumlar’ın çatışmalar nedeniyle acı çektiğini ve bu acının tıpkısının aynısı olduğunu görmelerini sağlayabiliriz… Bunun insani bir acı olduğunu görmelerini sağlarız belki… Ve evlatlarımız için daha iyi bir gelecek için mücadelede ancak bu insani acının bizi birleştirebileceğini gösterebiliriz belki…
Bir Kıbrıslırum okurumuzun göstermiş olduğu ve üç Kıbrıslıtürk’ten geride kalanların bulunduğu Paralimni’deki kuyu…
Galatya gölünde çok değerli bir okurumuzun göstermiş olduğu toplu mezarda, altı Kıbrıslırum’dan geride kalanlar bulunmuştu…
(Devam edecek)