Etik, ‘sorumluluk, dayanışma, sınır demektir’. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır. Etikten farklı olarak ‘ahlak’, iyiyle kötünün ayrımını yapar… … Kapitalizm etik değerlere yabancılaşmış bir sistemdir. Her şeyi metalaştırıyor, nesneleştiriyor, şeyleştiriyor, soysuzlaştırıyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Bu yüzden boşuna kapitalizme kadavra medeniyeti demiyorum… Oysa, etik değerlere yabancılaşmış bir toplumsal yaşam, sürdürülebilir değildir
Marx, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde şöyle yazmıştı: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış -veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” Bu satırların yazıldığı 1847 yılından bu yana 176 yıl geride kalmışken, metalaşma, şeyleşme, yozlaşma, soysuzlaşma da artık insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor… Siyaset de etik değerlere külliyen yabancılaştı…
AKP iktidarında sömürü, yağma ve talan artık hiçbir sınır tanımıyor… Bu kör gidiş vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Esasen Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkesin olanın) yağma ve talanıyla yol alıyor ama 21 yıllık AKP iktidarı bütün rekorları kırdı… Elbette önceki dönemde de doğa yağması yapılıyordu ama belirli sınırları pek geçmiyordu…
AKP döneminde doğa yağması, ekolojik yıkım neden derinleşti? Sorunun cevabı kapitalizmin içinde bulunduğu konjonktürle doğrudan ilgili… Artık neoliberal küreselleşme çağında kapitalizm yeteri kadar artı-değer, fazla değer, yeni değer yaratmakta zorlanıyor… Sermaye ‘yeteri kadar’ değerlenemiyor, ekolojik yıkımı azdırma pahasına çözümü doğa yağma ve talanında buluyor…
Türkiye’de siyaset münhasıran bir sömürü, yağma ve talan aracı… Profesyonel politikacılar için de bir zenginleşme aracı… Tevatür edildiği gibi, kamu yararı amacıyla yapılmıyor… Mülk sahibi sınıflar için de bir zenginleşme aracı… Etik kaygılara külliyen yabancılaşmış durumda…
Cunta anayasasının 81’inci and içme maddesi şöyle: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” Aslında. 1924 ve 1961 anayasalarında da az-çok aynı yemin yer alıyordu…
Yeminde kayıtsız şartsız millet egemenliğinden, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden, laiklikten, insan haklarından söz ediliyor…Gerçek yaşamda bunların reel bir karşılığı var mı? Hiç oldu mu? Bir kere ‘halk egemenliği’ sayısız kayda ve şarta bağlanmış durumda… Laiklik söyleminin içi boş…İnsan hakları yerlerde sürünüyor, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü de ayaklar altına alınmış durumda…
Aslında AKP iktidarıyla Meclis (parlamento) diye bir şey kalmadı… Milletin vekili denilenler ettikleri yeminin gereğini yapabilirler mi? Daha doğrusu çoğunluğun öyle bir niyeti ve kaygısı var mı? Uzağa gitmeye gerek yok…. Hatay milletvekili seçilen Can Atalay mazbatasını aldığı halde neden hala hapishanede? Kendi üyesine bile sahip çıkmayan bir parlamento ne demektir? Demokrasi adına sefil bir oyun oynanıyor… Ve o sefil oyunun da maalesef ‘sayın seyircileri’ az değil…
Seçimler, seyirciyi oyalama, aldatma aracı, ‘seçilmişlerin’ de bir kıymet-i harbiyesi yok! Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Arada bir temsiliyet ilişkisi yok! Daha önce yazdığım gibi, seçimler, parti başkanının atadığını halka onaylatmaktan ibaret…
Genel durum öyle olsa da AKP kendinden önceki dönemin siyasi partilerinden farklı… Asıl amacı ve varlık nedeni Türkiye’deki rejimi bir İslam Emirliği’ne, İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürmek ki, bu alanda hayli yol aldığı da bir gerçek… Siz ekonomik büyüme mavalına inanmayın… Ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında ekseri doğru yönde bir ilişki yoktur… Ekonomik büyümeye işsizlik, yoksulluk, sefalet artışı eşlik edebilir ve ediyor… Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü de önemsiz değildir…
Para her el değiştirdiğinde GSYH (milli gelir) denilen büyümüş sayılır… Türkiye o kadar zamandır büyüyor ve işler sarpa sarmaya devam ediyor… İşsizlik, yoksulluk, sefalet artıyor, doğal çevre tahribatı, ekolojik yıkım derinleşiyor, ülke giderek yaşanamaz bir yer haline geliyor… Burjuva iktisatçıları ve burjuva siyasetçileri de bu durumu bir başarı olarak sunuyor…
AKP’nin açlık, işsizlik, yoksulluk diye bir derdi yok… Onun biricik kaygısı ülke kaynaklarını yağmalamak, yağmalatmak…Doğrusu o işi de gayet iyi yapıyor… Zaten Politik (siyasal) İslam’ın, bir toplum projesi yoktur. Bir Fransız gazeteci Taliban Afganistanı’na gidiyor, gözlemler yapıyor, bir de bir Molla’yla (Emir-ül Müminin) görüşmek istiyor… Zar zor bir randevu almayı başarıyor… Emir-ul Mümünin’e “Ülkeniz tam bir yıkıntı manzarası arz ediyor, açlıkla, işsizlikle, yoksullukla, eğitimsizlikle… nasıl başa çıkmayı düşünüyorsunuz, planınız-programınız nedir? diyor… Molla: “Biz insanları öteki dünyaya hazırlıyoruz” diyor…
Aslında Türkiye’de bu sefil tırmanışı durduracak potansiyel dün vardı, bugün de var… Bütün mesele potansiyeli harekete geçirip-geçirememekle ilgili… Muhalefetin silkinip-kendine gelmesi, sefil demokrasi oyununu teşhir ederek işe koyulması gerekiyor… Artık çözümü tümüyle işlevsizleşmiş burjuva parlamentosundan bekleme aymazlığından kurtulma zamanı gelmiş olmalıdır…
O halde iki şey: Birincisi muhalefetin kapitalizmden çıkma perspektifine sahip olması gerekiyor, zira kapitalizm dahilinde bir gelecek yok ve ikincisi: Mevcut, bürokratik yozlaşmayla malûl örgütlerle ‘yeni bir şey yapmak, çöküş tablosundan çıkmak’ mümkün değil… Yeni bir perspektife, demokrasiyi içselleştirmiş örgütlere ihtiyaç var… Velhasıl paradigmayı değiştirmeden şeylerin seyrini değiştirmek mümkün olmayacak…