Rosa Luxemburg, karşı devrimciler tarafından katledilmeden hemen önce, “Kızıl Bayrak” (Die Rote Fahne) gazetesi için yazdığı son makalesinde, “enternasyonal sosyalizmin kıvancı ve gücünü oluşturan tarihsel yenilgiler zinciri”nden bahseder. Kısa süre sonra kurbanı olacağı mağlubiyeti, bu yenilgiler zincirinin bir halkası olarak tanımlar. Ona göre “zafer, bu yenilginin toprağında yeşerecek”tir.
Luxemburg’a göre devrim, nihai zaferin ancak bir dizi yenilgi tarafından hazırlandığı yegane “savaş” biçimiydi. Dostu ve yoldaşı Clara Zetkin’e yazdığı son mektupta, Spartakist ayaklanmanın yenilgisini, “kitleler için muazzam bir okul” diye tarif etmesi bu nedenle şaşırtıcı değildir. Rosa’nın bu ifadeleri, ne kadar trajik sonuçlar doğurursa doğursun yenilgiyi, nihayetinde devrimci hareketi olgunlaştırıp güçlendiren bir süreç olarak değerlendiren bir devrimci geleneğin izinden gider.
Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı eserinin hemen başında yenilginin, Rosa Luxemburg’un andığı o “pedagojik” niteliğini şöyle özetler: “1848-1849 döneminin devrim yıllıklarının tüm önemli kısımları, yalnızca birkaç bölüm dışında, şu başlığı taşır: Devrimin yenilgisi! Ama bu yenilgilerde yenik düşen devrim değildi. Yenik düşenler, devrim öncesi döneme ait geleneksel eklentiler, toplumsal ilişkilerin henüz keskin sınıf karşıtlıkları düzeyine yükselmemiş olan sonuçları, yani devrimci partinin Şubat Devrimi öncesinde henüz kurtulmamış olduğu ve Şubat zaferiyle değil, ancak bir dizi yenilgiyle kurtulabildiği kişiler, yanılsamalar, hayaller ve projelerdi.”
Gezi, şüphesiz, Rosa’nın andığı o “kıvanç ve güç” vesilesi olan “yenilgiler silsilesinin” bu topraklara ait kritik bir halkası. Gezi yenilmiş, tam da iktidarın dayattığı bariyerlere takılarak tecrit olmuş ve dolayısıyla bütün o coşkusuna rağmen akamete uğramış bir toplumsal ayaklanmaydı. Mevcut siyasal iktidarın, birleşmesi gerekenleri (emekçiler) bölen ve ayrılması gerekenleri (emek-sermaye) birleştiren muhafazakar-otoriter popülizminin koyduğu “kültürel” sınırları aşamayıp yalıtılan, dolayısıyla mevcut siyasal kutuplaşmayı bir sınıf polarizasyonuna dönüştüremeyen bir ayaklanma.
Hatırlayan çoktur herhalde, Gezi direnişi, zamanında Paris Komünü’yle kıyas edilmiş, iki olay arasında ister istemez insanın zihnini ve duygularını cezbeden akrabalıktan çokça bahsedilmişti. Teşbihte hata olmaz derler. Paris Komünü de tıpkı Gezi misali, tecrit oluşu nedeniyle yenilmiş (Elbette muhtevası, kapsamı ve açığa çıkardığı potansiyeller itibariyle Gezi’nin çok ötesinde olan) bir deneyimdi. Paris Komünü üzerine yazmış hemen herkes Komün’ün yalıtılmışlığının ama en önemlisi sadece coğrafi olarak değil, siyasal olarak da köylülükten tecrit olmuşluğunun onun kaderi açısından temel önemde olduğu üzerinde hemfikirdir. Bu durum, Komün’ü güçsüz düşürecek ve köylü çocuklarından devşirilmiş Fransız ordusunun tam bir katliamla Komün’ü bastırmasını kolaylaştıracaktır. Paris’te söylenen ve Kristin Ross’un hatırlattığı bir şarkı, komünarların Versay’ın bilinçli olarak köylülerle olan bu yalıtılmışlığı kışkırttığının farkında olduklarını gösterir: “Planları birbirine düşürmek Parisli ile taşralıyı / Kedi köpek gibi / İnandırmışlar taşralıları / Paris’in çapulcu sürüsü olduğuna.”
Bizim “Versay’ın” da pek sevdiği bu “çapulcu” sözüne mim koyup devam edelim. Komün deneyimini yakından izleyen Marx da bu yalıtılmışlığı vurgular ve taşra ile Paris’i birbirinden bir “yalanlar duvarının” ayırdığını yazar: “Taşranın Paris’e ancak Versay’ın camera obscura‘sından bakmasına izin veriliyor.” Komün günlerinde, tıpkı bizdeki Kabataş yalanı ve benzerlerinde olduğu üzere, Komün’ü kırdan kopartacak, ona yabancılaştıracak binbir türlü tezvirat ortaya saçılır. Komün’ü itibarsızlaştırmaya dönük yüzsüz bir propaganda kampanyasına girişilir. Amaç benzerdir; isyanın “doğal” sınırlarını aşmasına mani olmak, böylece zamanla tecridini sağlayıp onu yok etmek. Oysa, “Paris ile taşra arasında Versay ordusunun, hükümet ve yalanlardan oluşan bir Çin seddinin olduğu açık. Eğer bu duvar yıkılırsa birleşeceklerdir” diye yazan Marx’a göre, o duvarın yıkılması için yapılması gereken, köylülerin kendi “yaşayan çıkarları” ve “gerçek ihtiyaçları”nın farkına varmalarını sağlamaktı. Böylece köylüler kaderlerinin Komün ile bir olduğunu görecek, onunla birleşecek, başka bir deyişle Versay karşısında işçi ve köylüleri bir araya getiren geniş bir toplumsal blok kurulmuş olacaktı.
Bizim “komün” açısından da benzer bir durumla karşılaşmadık mı? Müşterek bir alanın metalaştırılmasına karşı bir direnişten neşet eden (Bu anlamda da doğrudan bir “sınıf hareketi” değilse de bir “sınıf mücadelesi” olan) Gezi ayaklanması, aslında potansiyel olarak “mahalleler” arasındaki sınırları ihlal ediyordu. Gezi’nin gücü, sınıfsal-sosyal çelişki ve ihtilafları depolitize etmekte yıllardır maharetle kullanılan muhafazakar popülizmin dayattığı kültür savaşlarının ötesine çağıran antiotoriter bir çıkış olmasıydı. Belli bir “mahallenin” dilini ve siyaset eyleme biçimini radikal bir biçimde değiştirerek “mahalleler” arası sınırı bir an için de olsa geçirgenleştirmesi, bu anlamda da iki “mahallenin” de ötesine işaret etmesiydi. İsyanın bilhassa ilk günlerinde hükümeti ve kişisel olarak Erdoğan’ı telaşa sevk eden, direnişi mesela yeni bir “cumhuriyet mitingleri” furyası olarak damgalayamamaları, kendi meşreplerine uygun siyasal (kültürel) kategorilere tıkıştıramamalarıydı.
Erdoğan bu yüzden haziran ve sonrasında, Paris’e karşı Versay’ın savurduğu yalanları andırırcasına, direnişçileri camilerde içki içmekle, başörtülü kadınlara saldırıda bulunmakla itham etti. Direnişin, “has evladı” olması hasebiyle temsil ettiğini öne sürdüğü “millete” bulaşmasını, Peyami Safa’dan aşırma terimlerle Harbiye’den çıkıp Fatih’e sirayet etmesini engellemeye çalıştı. Gezi’nin Necip Fazıl’ın deyimiyle “Beyoğlu’nun tepinmesinden” ibaret olduğunu ahalinin kafasına kakmak için elinden geleni ardına koymadı. Bütün o tezvirat, AKP tabanından ya da daha genel “muhafazakar-mütedeyyin” kitleden Gezi’ye doğru küçük de olsa muhtemel kopmaların ya da hiç değilse bu tabanın belli bir bölümünün tarafsızlaşmasının önünü almaya dönüktü.
Neticede Erdoğan başardı. Tabanını sıkılaştırıp sızmaları önledi; Gezi’nin etki alanını belli bir kültürel ve elbet coğrafi alana sıkıştırdı. Gezi yalıtıldı, iktidarın dayattığı bariyerlere çarptı. İşin kötüsü “biz” de Gezi direnişinin açığa çıkardığı o yaygın siyasallaşmanın ancak AKP’nin tabanında yaratabildiği çatlaklar oranında gelişebilip kazanabileceğini, aksi takdirde bir “mahalleye” tecrit olarak sönümleneceğini hesaba katamadık. Erdoğan’ın siyasal-sosyal çatışma ve çelişkileri, “Batılılaşmış, gayrimilli elitler” ile “derin millet” arasındaki (Elbette mezhepsel imalar da içeren) o sözde kültürel yarığa hapsetme hamlesinin önünü almaya dönük çok şey yapamadık. AKP tabanındaki yarıkları kışkırtmak, çoğaltmak yönünde elbette zor olan çabaları büyük ölçüde gereksiz gördük, bu tabanın bir bölümünü hiç değilse tarafsızlaştırmaya pek de çaba sarf etmedik.
Sonuçta geniş emekçi kitlelerin (Marx’ın tabiriyle) “yaşayan çıkarları” ve “gerçek ihtiyaçlarına” dayanan yeni bir saflaşmayı açığa çıkartmak bir türlü gündeme gelmedi. Gezi, sendika-patron-devlet üçgenine bayrak açıp “metal fırtına”yı yaratan işçilerle birleşemedi, borçlandırılmışlık ve güvencesizlik cenderesine sıkışmış çalışanlara ulaşamadı, “hükümet karşıtı” bir gösteriye, “olaylara” indirgendi. Gezi’nin bir an için olsun fiilen yapabildiği bir siyasal stratejiye dönüştürülemedi; Gezi’den “mahalle sınırlarını” ihlal eden plebyen bir istibdat karşıtlığı çıkmadı. Zaten bir yerden sonra da stratejik tartışma yerini “bas geçe”, ehvenişerciliğe, seçimciliğe, “Bunlar bi gitsin de gerisine sonra bakarız” aşamacılığına bıraktı.
Sorun Gezi’nin yenilmiş olması değil elbet. Tarihimiz mağlupların tarihidir. Tek, son, geri döndürülemez, nihai yenilgi yoktur. Engels’in deyimiyle “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır.” Zafer, tıpkı Rosa’nın vurguladığı gibi, yenilginin toprağında kök salacaktır. Yeter ki yenilgiden dersler çıkartalım, yenilginin “pedagojik” işlevine sırt çevirmeyelim. Aynı şeyi yapmakta ısrar etmektense, yenilginin neden ve sonuçlarına yaratıcı bir biçimde adapte olmaya çalışalım, yenilginin müsebbibi olmuş “gelenekleri, yanılsamaları, hayalleri, projeleri” bir tarafa bırakalım. Yapamadığımız budur. Bunu yapamadığımız için de Gezi’den tam on yıl sonra hâlâ şu yüzde 52-48’lik mahalle duvarlarına toslayıp duruyoruz.