Seçim bitti ama artçı şokları sürüyor. Bu yazıda ölçeği biraz genişletip, küreselleşme, devletin kapasitesi ve sonuç kısmında seçimler arasındaki ilişki üzerinde duracağım. Amacım küreselleşmenin ve onun getirdiği yeni dinamiklerin yanlış tanımlanmasının sonuçları üzerinde durmak. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum çünkü AKP’nin bu süreçte bir yandan küreselleşmeyi bir şekilde kendi çıkarlarıyla birleştirebildiğini, öte yandan devlet aygıtıyla iç içe geçerek zayıfladığı söylenen devleti nasıl araçsallaştırabildiğini anlamamız gerekiyor. Yazıdaki temel argümanım, küreselleşme sürecinin devleti zayıflattığı, hatta mutlaka bölmeye çalıştığı şeklindeki sağ ve sol ulusalcı algılamanın yanlış olduğu, bu sürecin doğru okunamadığı ve yıkıcı sonuçlarıyla karşılaşıldığı. Hatta, kestirmeden ifade etmek gerekirse, 1990’ların sonuna gelindiğinde siyasal İslamcıların dünya siyasetindeki dönüşümü fark ederek, küreselleşmeyi kendileri için bir fırsat, ulusalcı kesimlerin ise onu bir tehdit olarak gördüklerini söyleyebilirim.
KÜRESELLEŞME NEYDİ?
Konuyu uzatmamak için küreselleşmenin uzun tanımına ve ona dair tartışmalara girmeyeceğim. Ama konunun anlaşılması için bazı temel noktalara işaret etmek gerekiyor. Klasik olmasını göze alarak küreselleşmenin yeni bir olgu olmadığını, dünyanın bir yanındaki, bir bölgesindeki gelişmenin başka bölgelerde insan hayatı üzerinde etkide bulunması anlamında oldukça eski olduğunu biliyoruz. Savaşlar, ticaret, göçler vs insanlar arasında etkileşim hep oldu. Öyle ki, 2000 yıl önce Mısır ile Yunanistan arasındaki ticari, insani temaslar 20. Yüzyıldan daha fazlaydı. Çin’den Avrupa’ya İpek Yolu ile yürütülen bir ticaret hattı vardı vs.
Küreselleşmeyi bu tür karşılıklı insani, ticari etkileşimden ayıran özelliği ise günümüzde bunun neoliberal bir ekonomi formu içinde gerçekleşmesidir. Burada da kabaca üç unsur öne çıkar. İlki finansal serbestlik, sıcak paranın dolaşımı (2. Dünya Savaşı sonrası 1980’lere kadar sıcak para akışı serbest değildi); ikincisi üretim sürecinin ulusal olmaktan çıkmaya başlaması, her bir parçanın, girdinin dünyanın bir yerinde üretilmesi; üçüncüsü de iletişimin her bir bireyi içine çekecek kadar yaygınlaşması. Buna eşlik eden esnek çalışma biçimleri, çevre, iklim gibi konuların sınır aşmaya başlaması, bir dönem kimlik siyasetinin yükselmesi, insan hakları fikrinin yayılması, egemenliğin buradan gevşemesi de küreselleşmenin parçalarını oluşturdu. Bunlar bir önem sırasıyla sıralanmadı.
KÜRESELLEŞME DEVLET İLİŞKİSİ
Küreselleşme-devlet ilişkisi bir dönem hem dünyada siyaseten hem de literatürde yoğun bir şekilde tartışıldı. Artık üzerinde pek durulmuyor. Küreselleşme tartışması bile aslında küreselleşmeden uzaklaşma (de-globalization) konusuna kaydı. Genel kabul, küreselleşmenin zayıf, kapasitesi azalmış bir devleti gerektirdiği, özellikle ulusal egemenliğin aşındığı üzerine yoğunlaşmıştı. Yeni bir sermaye birikim modeline (neoliberalizm) geçildiği bir aşamada devletin rolü de değişmeye başlamıştı. Bu noktadan sonra Türkiye’de söz konusu ilişkinin algılanış şekli, içerideki dinamikler yüzünden, dünyadan farklılaşmaya başladı. Genel olarak ikili bir algı oluştu: Küreselleşme sürecinde devlet zayıflayacak ve toprak olarak bölünecek. Dolayısıyla, bir tarafta küreselleşme güçleri –sermaye, çok uluslu şirketler, Soros vs- onun karşısında da devletler arasında bir mücadele olduğu varsayıldı. Bir yandan özelleştirme tartışmaları, ekonomik krizler, öte yandan PKK eylemlerinin artması bu algıyı giderek güçlendirmeye başladı. 2000’lerin başında AB üyelik sürecinin hız kazanması ulusal egemenlik refleksini güçlendirirken, bu kez Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Türkiye’yi bölme planı olduğu algısı bu kesimlerde bir inanç haline geldi. Hatta, 20 yıl sonra bile, küreselleşmeye dair parametrelerde derin değişiklikler olmasına rağmen, bu algı devam ediyor. Küreselleşme karşıtlığının temel sorunu bu süreci ciddi bir analize tabi tutmadan, çok kalın, kaba, kestirme endişelerle tanımlamasıydı. Dünyanın 500 devlete bölüneceği, Fener Patrikhanesinin Vatikan gibi bağımsız olacağı, Urfa’da Yahudilerin ev/arsa aldığı, BOP haritası doğrultusundaki planın kesintisiz işlediği vs. Bu bakış açısı, küreselleşmenin devleti, onun varlığını hedeflediğine odaklanıyor ve bu yüzden devletin de küreselleşmeye karşı korunması gerekini vaz ediyordu.
YAŞANAN NEYDİ?
Neoliberal küreselleşme sürecinin işleyebilmesi için yeni bir birey tipi, yeni bir toplumsal düzen, yeni bir devlet ve devlet toplum ilişkileri gerekiyordu. Bu büyük bir dönüşümdü. Örneğin, güvenliği önceleyen geçmiş dönemin milli güvenlik devleti modelinden çıkmak, devletin toplumun kimliğini belirlediği bir anlayıştan vazgeçmek gerekiyordu. Tabii ki egemenlik yeniden tanımlanıyor, sivil toplum devlet karşısında güçlendiriliyor, devlet ile toplum arasındaki ilişki değişiyor, bilgiye ulaşma, kültürel kodlar, tüketim alışkanlıkları dönemin koşullarında yeniden kuruluyor, ulusötesi geçişkenlikler artıyordu. Neoliberal küreselleşeme çok sorunluydu, eşitsizlik, adaletsizlik üzerine kuruluydu, bunlar biliniyor. Ama ulusalcılık bütün bu süreçlere verilen muhafazakar bir tepkiydi. Örneğin, küreselleşmeye tepkiyi sınıfsal zeminde değil, Soğuk Savaş döneminde güçlendirilmiş devletin aynı kalması, onu kalkan olarak kullanmaya dayanıyordu. Ayrıca, saptamalarının çoğu yanlıştı. Liberallerin bir ilke olarak devletin küçülmesi gerektiği söylemine çok fazla önem atfetti. Devletin üretimden çekilmesini, ekonomiden çekilmesi zannetti. Küreselleşme süreci toprağı (territory) önemsemezken topraksal bölünmeyi merkeze aldı.
KÜRESELLEŞME GÜÇLÜ DEVLETE İHTİYAÇ DUYAR
Atlanılan nokta küreselleşmeye dair ilke, kural ve politikaların uygulanabilmesi için aslında yeniden yapılandırılmış güçlü bir devlete ihtiyaç olduğuydu. Özelleştirmeyi kim yapacaktı? Sermayenin akışkanlığı için güçlü bir hukuk devletine (rule of law) ihtiyacı kim karşılayacak, yasa ve yönetmelikleri kim çıkaracak, küreselleşmenin önünü açtığı etnik sorunlar çatışmaya dönüştüğünde kim müdahale edecekti? Gelir dağılımı bozuldukça, grev, protesto gibi sistem karşıtı hareket ve eylemleri kim bastıracaktı? Kapitalizme içkin olan krizler ortaya çıktığında, ekonomiye kim müdahale edecekti? Kapitalizm tarihi boyunca siyasal bir kontrol ve düzenleyici mekanizmaya ihtiyaç duydu. Kapitalizm derinleştikçe ve yayıldıkça buna olan ihtiyaç mantık olarak azalmadı, arttı.
İnsan hakları söz konusu olduğunda geçmiş dönemin, egemenlik anlayışı tartışmaya açıldı, burada devletin sonsuz yetkisi olmadığı, bu konuda kültürel göreceliliğin işlemeyeceği görüşü hâkim oldu. Bu anlayışın daha çok Küresel Güney’e yönelik olarak kullanıldığı da doğru. Ama küreselleşme bundan ibaret değildi. Küreselleşme karşıtı anlayış, küreselleşmenin en insani olabilecek bu yönüne cephe aldı. Bu türden müdahaleleri önlemenin yolu, küreselleşmeyle gelen insan hakları rejiminden çekilmek değil, bir devletin kendi vatandaşına insanca muamele etmesinden, böylece dış müdahale yolunu baştan kapatmasından geçiyordu.
TÜRKİYE’NİN PAYINA DÜŞEN
Türkiye küresel sistemdeki her gelişmeden doğrudan etkilenen bir ülkedir. Ama neoliberalizme görece erken girdiyse de (1980) AKP’ye kadar küreselleşme sürecine tam uyum sağlayamadı. Ordu ve güvenlik merkezli eski rejimin hâkim olduğu düzen, 1990’larda Batı ile küreselleşmenin ekonomik boyutuyla kısmi bir uzlaşı karşılığında insan hakları ve TSK’nin siyaset içindeki ağırlığının kalması konusunda bir geçici uzlaşma sağladı. Neoliberalizmin bazı yönlerini kabul etme karşılığında, içeride insan hakları konusunda elini rahat tutma pazarlığı yapan bu anlayış 1992’den 2001 krizine kadar devam etti ve AKP ile birlikte sona erdi.
AKP iktidarıyla birlikte devlet zayıflamadı. Hatta, bazı açılardan daha da güçlendi. Örneğin, devlet artık pijama üretmiyor ama hala en büyük işveren. 2002’den 2022’ye toplam kamu personeli sayısı 3,2 milyondan yaklaşık 5 milyona yükseldi (kadrolu oranı azalmakla birlikte, ki dönemin mantığına uygun). Türkiye’nin en büyük holdingi olan Koç Holding bünyesinde 115 bin kişi çalışırken, devlet bir ilanda 30 bin öğretmen alabiliyor. Bunların maaş ödemelerinin vs ekonomiye büyük etkisi var. Bütün neoliberal küreselleşme dinamiklerine rağmen, yatırım, üretim, dağıtım, tüketim alanlarında, para basma, faiz, vergi, düzenleme vs gibi araçlarla devlet ekonominin gidişatında büyük söz sahibi.
Küreselleşme süreci ekonominin hacminde hormonlu da olsa bir büyümeye yol açtı. 1980’de, neoliberalizme geçiş aşamasında 10 milyar dolar olan dış ticaret hacmi, 2002’de 87 milyar dolara, 2022’de ise 616 milyar dolara (254 milyar dolar ihracat, 363 dolar ithalat) yükseldi. Türkiye cari açık veriyor ama 1980’den beri hep veriyordu. Ülkeye 2000’lerde ulaşması kolay döviz girişi oldu, özelleştirmeden gelir elde edildi, bu kaynak verimsiz kullanıldı vs. Ama sonuçta devletin elinde ithalattan, ÖTV, KDV gibi vergilerden sağladığı bir gelir birikti. Son 20 yıla baktığımızda Türkiye tarihinde hiçbir hükümetin elinde böyle bir imkan olmamıştı. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olabilmek için birçok küçük ülkeye stadyum, altyapı desteği sağlayabildi. TİKA aracılığıyla onlarca ülkede, verimliliği tartışmalı da olsa, cami, köprü vs yapabilecek bir konuma geldi, dış yardım sağlayan bir ülke oldu. Kamu ve özel döviz cinsinden borç sorunu var ama dünyada borçlu olmayan bir ülke yok zaten. Şu anki küresel düzende ödeyebildiğiniz sürece borçlanabiliyorsunuz. Bunun içte ve dışta Erdoğan hükümetine sağladığı büyük bir hareket alanı oldu. Erdoğan bu küresel dönüşümü kendi iktidarı için çok iyi kullanabildi.
DEVLETİN GÜCÜ
2010’lardan itibaren dünyada sağ, popülist, yerine göre ırkçı, otoriter dalga yaşanınca Erdoğan bu dönüşümü çabuk fark etti, bu küresel otoriter dalganın bir parçası olurken ona katkı da sağladı. Küreselleşme sürecinde devlet yalnızca artık yerel (milli değil) sermayenin değil, yabancı sermayenin de koruyucusu olan bir devletti. Sağ ve sol ulusalcılığın kutsadığı ve küreselleşme karşısına yerleştirdiği ve güçlü mü zayıf mı, bölünecek mi bölünmeyecek mi ikilemlerine sıkıştırdığı devlet, küreselleşmenin en önemli aktörlerinden biri olmayı hiç bırakmadı. Otoriter eğilimler devletin niteliğini yeni bir aşamaya taşıdı. Neoliberal küreselleşme içinde yer alan, finans kuruluşlarına borçlu, ekonomisi kırılgan ama devlet aygıtını, hukuksal sistemi, medyayı, güvenlik yapılanmasını, sıkı sıkıya kontrol eden, içeride toplumu manipüle eden, muhalif kesimleri baskı altında tutan bir devlet modeline geçildi. Küreselleşme karşıtlığını ulusalcı çizgide sürdüren muhalif medya kuruluşları, o zayıfladığını iddia ettikleri devleti kontrol eden iktidarın baskısını yaşıyorlar. O gazetelerde küreselleşmenin devleti nasıl zayıflattığını okuyanlar, bir gösteriye katıldıklarında kendilerinden daha fazla sayıda polisle, onun copu, biber gazıyla karşılaşıyorlar.
AKP iktidarının devletle iç içe geçip, onun da toplum karşısında baskıcı bir aygıta dönüşmesi, çok vurgulanan sivil toplumun, hiç olmadığı kadar baskı altına alınması, küreselleşmenin temsilcisi olarak görülen Soros’un hedef tahtasına konması küreselleşme-devlet ilişkilerinin geldiği yeri gösteriyor.
Aynı sorun seçimlerde de çok somut bir şekilde yaşanıyor. Seçimler boyunca en çok şikayet konusu olan Erdoğan’ın elindeki devlet olanaklarını sonuna kadar kullanması oldu. Bu yalnızca YSK atamaları, kampanyada kamuya ait araçların kullanılmasının ötesinde. EYT kararı, kamu bütçesinin seçmeni memnun etmek için gevşek kullanımı vs bunun diğer araçları. Bu sürecin çok kritik iki boyutu daha var. Biri, küreselleşme sürecinin önünü açtığı etnik, dinsel, kimlik konuları, toplumsal cinsiyet tartışmaları. Türkiye bağlamında, özellikle Kürt sorununda belirleyici olan küreselleşme dinamikleri devletin gücü oldu. Diğeri ise dış politika konusu ki küreselleşme sürecinde güçlenen devletlerin genel olarak hareket alanları genişledi. Bu iki önemli dönüşüme konu burada çok uzadığı için giremiyorum. Belki başka bir yazının konusu olur.
Türkiye’de sağ ve sol ulusalcılık küreselleşmeyi tek boyutlu, sabit ve Türkiye’nin devleti ve toprak bütünlüğüyle sorunu olan bir süreç olarak gördü ve algıladı. Oysa, küreselleşme evrilerek ilerledi, siyaset, toplum ve ekonominin gereklerine uyarak dönüştü. İşin ilginç tarafı, küreselleşmenin ana dinamiğini temsil eden ABD küreselleşmede frene basıyor, dünya jeopolitik çekişmelere doğru yol alıyor. Toprağın, güvenliğin, bölgesel gerilimlerin öne çıktığı ve devletin daha önemli, daha baskın olduğu bir döneme gireceğiz.