Kıbrıs yakın tarihini güncel akışta yaşayanlar dahi, NATO ismini duymanın da ötesinde, birçok gelişmede de etkin katılımcı olarak kulandı. Adamız hesapta NATO üyesi olmasa da her Ortadoğu başta olmak üzere, bölgedeki her krizde NATO’nun burayı kullandığı bilgileri sızıyordu. Adamızda, NATO adına istihbarat yapan yerler veya bölgenin bombalanmasına dek varan direk katılımlı uçak operasyonları da yapıldığı konuşuluyordu. Bir farkla, Kıbrıs NATO üyesi değildi. Değildi de başta İngiltere üstleri ve herkesin bilip de resmi kullanıma sokmadığı ABD tesisleri de adamızda varlığı kadar kullanımı da olduğu hep söylendi. Ancak, ne gariptir, onca Natolaşma ve Amerikanlaşıp ingilizleşen Kıbrıs, NATO’ya üye yapılamadı. Bunun da bedelini iki kesimin çatıştırılarak ve imza atmayanların siyasal yaşamlarının sonlandırma çabalarıyla da yaşatıldı.
Nedense, Kıbrıslılar işlerine geldiği zaman yakın tarihte ABD ve İngiltere eksenli NATO’yu bolca konuşur: adanın bugüne gelişteki rolünü da son döneme dek anlatırlardı. Nedense, neden Kıbrıs’ın NATO üstü olmasına rağmen, üyesi olmadığını kimse hatırlatma zahmetine girmez. Çünkü, birkaç defa yazdığım gibi: garantörler Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini istiyordu. Artmışta kurulan Cumhuriyet sonrası bu konuda girişimlere dahi başladı. Fakat, umulmayan 61 yılında bir hamle oldu. Makariyos bloksuzların kurucuları arasındayken, birden Kıbrıs cumhuriyeti kendini Bloksuzlara üye kaydettirir. Buraya kadar bazıları hatırlar. Hatırlar da aslında Doktor Küçük istemese, veto kullansa Kıbrıs bloksuzlara giremezdi. Küçük karşı çıkmadı. Sonradan yaptığı karşısında Türkiye’den zılgıtı yiyince de “Makariyos beni kandırdı” dedi. Bu iki lider sonradan Kıbrıs siyasal yaşamından kaydırılmak için yeri geldiğinde yapılan hamlelerle de siyasal tanıklıkla gerçekleştirildi. Küçük resmen Ankara Denktaş baskısıyla yenilirken, Makariyos uğradığı askeri darbeyle adanın filen ikiye ayrılma sürecinin de tanığı olduktan sonra hayata gözlerini acıyla kapattı…
NATO hem Kıbrıs hem de Kıbrıs’la alakalı garantörlerin oldukça etkisinde kaldı. Türkiye NATO’nun önemli ülkesiydi. Bu Türkiye yakın tarihinde hem açık hem de kapalı şekliyle hep müdahalelerle yerleşmelerini de yaşadı. Darbelerden tutun kontrgerilla hamlelerine de önemli bedeller ödetildi. Siyasal İslam tezinin de yeni sürecin siyasal hedef olarak Türkiye’de kurumsallaşmasının da şimdi sonuçlarını yaşamaktadır.
Tüm bunları neden yazdım: çünkü, son İsveç üyeliğinden tutun öteki bazı gelişmelerde yaşayarak gördük ki onca birikim sonucu gelinen aşamalara karşın oluşturulan hafıza kaybı ve yeniden şekillendirme kurumsallaşma sonucu, sanki bunlar hiç yaşanmamış derecesine dek geriledi. Öyle bir NATO veya batı tartışması yapılıyor ki sanki Türkiye NATO yapısına tavır koyacak güç algısını da yaratı. Tabi sonuçta yanılma ve algı operasyonu olmasına karşın, yeniden yapılan yorumlarla kocaman bikrimin adeta algı değişimine uğradığı kesin. Öyle ki sanki NATO gerçeği yokmuş ve devletler arası ilişkilermiş gibi Türkiye’nin engel koyacağı veya aykırı tavır alacağı algıları epey tartışıldı. Özellikle daha bir devletleşip sağa kayan Kemalistlerin adeta sistemin adeta muhalif ama savunucu ayağı haline geliş sonucunu da gördük.
Günlerce Erdoğan’ın Amerika’ya dahi tavır koyacağı beklentileri üzerinden tartışıldı. Öylesi öneriler sunuldu ki İsveç’le pazarlık derken, Amerika ve AB ile pazarlık ikileminde hiçleştirildi. Sonuçta beklenen NATO ile sonlandı. Tabi şu yalan köpürtme de artık vıcıklaştı. NATO’nun demokratik ülkeler birliği masalı kimisinin diline yapıştı. Halbuki NATO’ta baştan askeri bir kapitalist yapı olup içinde özel harp gibi kontur gerile karanlık örgütlerle ululslaralaştı. Nitekim, Sadece NATO eksenli müdahalede denilen demokrasi yerine hep yıkım ve parçalanmalar yaratıldı. Dileyen Kıbrıs ayağına bakabilir. NATO eksenli planlar ve yeri geldiğinde ilgili ülkeleri kullanarak yaptığı müdahalelerle sonuçlananların neleri adaya getirdiğini öğrenip sonlandırılır. ***
Ayni konu AB için de geçerli. Nedense bir anlık algıyla tüm süreç aynılaştırılır. Tıpkı Ab yapısı gibi. Bir zamanların Kopenhag ilkeleri akılda kalır. Kimse, örneğin son Ukrayna kriziyle AB yapısının nerelere savrulduğunu konuşmak istemez. Hep eski Kopenhag kriterli ve adanın girmesiyle beklentilerle ayni devam etiği algısıyla hareket eder. Doğrusu da bu süreçte tıpkı öteki işbirlikçilikler gibi AB fonlu yapılarımız da oluşup onlar kazandıkları müddetçe bu algılarla kitlelere ulaşmaya çalışır. Nitekim, onca gelişme ve AB fonculara karşın, adanın şu veya bu şekilde AB üyesi olmasına karşın, barışçıl hareketlerin gelişmediği, fonların akıtıldığı Kuzeyde demokratik yapıların gelişmediği, Türkiye’ye bağımlılık ve ilhaklaşma öyle bir direneceğe geldi ki makamcılar dahi Ankara’dan direk atanma noktasına geldi. Ama, garip şekilde NATO’nun ve AB yapısının demokrasi ile özgürlükler saçacağı inancı propagandalaşmaya devam ediyor.
Son bir soruyla konuyu bağlayalım: hep sordum ve soruyorum: son yıllarda ABD veya AB isterse NATO hangi müdahaleler ile demokrasi getirdi. Sistemin örnek olacak bir federasyon denemesi var mı? Bunları tekrardan hatırlatıp, son düşülen İsveç tuşuna veya hala Federal derken Kuzeyin ilhaklaşma adımlarının sürme ikilemlerine dikkat diyorum.