İçimdeki bütün sözcükleri kökünden sök,
Onlara istediğin anlamı ver,
Kendince yan yana diz -istediğin gibi-
Ve sonra onları yeniden içime yerleştirmeye çalış.
Ben yine de,-ısrarla-,
Adını tırnaklarıyla duvara kazıyan bir delinin inadıyla,
Özgürlüğe özgürlük/cinayete cinayet/ve suça suç demeye devam edeceğim.
Yukarıdaki mısralar yakın geçmişte kaybettiğimiz şair Lefkios Zafirios’un “Sözcükler” adlı şiirinden Türkçeleştirildi.
Şair, iktidarların icraatlarını bu kelimelerle betimliyor.
İktidarlar, hakikatin ruhundan sözcükleri söküp alıyor, sonra da onlara kendi anlamlarını yükleyerek toplumlara mal etmeye çalışıyorlar.
Tabii, şairlerin deli olanları ve entelektüeller boş oturmuyorlar. Buna itiraz ediyorlar ve iktidarlara karşı hakikati haykırıyorlar.
O iktidarlara ki, kendi “hakikat rejimleri” sayesinde kelimelere kendilerince anlamlar verip toplumlara dayatmak istiyorlar.
Bir “deli inadıyla” veya Edward Said’in entelektüelin sorumluluğu olarak tanımladığı bir edimle iktidarlara karşı hakikati haykırmak için okuyup yazmış olmak gerekmiyor.
Makul bir hakkaniyet ve adalet duygusu yeterlidir.
Ve tabii bunu ifade edecek cesaret de lazım…
20 Temmuz’a “Barış Harekatı” demek hakikatin içini boşaltmaktan başka bir şey değildir.
20 Temmuz, Kıbrıs ülkesini coğrafi ve demografik olarak bölen gayrı-meşru şiddettin adıdır!
Ülkeye barış getirmediği gibi, Akdeniz’de açık bir yara gibi duran Kıbrıs’ın yaralarını da sarmadı. Aksine, bu yaraları daha da derinleştirdi.
On binlerce Kıbrıslı Rum’u silah zoruyla yerinden etti. 1964’ten beri Makarios rejimine karşı Kıbrıs Cumhuriyeti içindeki konumunu korumak için mücadele eden Kıbrıslı Türkleri ise hepten statüsüzlüğe sürükledi.
1964 yılında Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Türklerin hak belgesi olan Kıbrıs Anayasasını “Gereklilik Doktrini” diyerek askıya aldı.
20 Temmuz, Kıbrıslı Türklerin hepten askıya kaldırılmalarının yolunu açtı. Tanınmayan ve gayrı-meşru bir toprak parçası üstünde yaşayan bir nüfus!
Çünkü, bir ülkenin toprağının tümünü, ya da bir kısmını gayrı-meşru bir şekilde, yani şiddet kullanarak ele geçirmek uluslararası hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
Buna bir de 20 Temmuz ruhunun yarattığı içi boş milliyetçi böbürlenmelerle uzlaşma arayışlarının önünün kesildiği eklenirse, Kıbrıslı Türklerin bugün içine sürüklendikleri durumun nedenleri daha iyi anlaşılır.
1964 ve 1974’te yaşanan hak kayıplarının ardından, 2004’te gelen başka hak kayıpları da oldu. Annan Planına zamanında (2002 sonunda ve 2003 başında) “evet” denilmediği için Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’ne üye olurken AB Müktesebatı adanın kuzeyinde askıya alındı.
Yani, Kıbrıslı Türklere hak bahşeden iki temel hukuk metni (Kıbrıs Anayasası ve AB Müktesebatı) askıya alınmış durumdadır.
Hangi kapıyı çalarsak çalalım, karşımızda askıda sallanan Kıbrıs Anayasası ile AB Müktesebatını buluyoruz.
“Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki haklarımız” diyerek bir talebi gündeme getirdiğimizde, “evet ama anayasa “Gereklilik Doktriniyle” askıya alınmıştır” diyorlar.
AB yurttaşı olmaktan kaynaklı haklarımızı talep ettiğimizde, örneğin Erasmus+ programına katılmak istediğimizde, “evet ama AB Müktesebatı adanın kuzeyinde askıya alınmıştır” diyorlar.
Lafın özü şudur: Kıbrıs Türk toplumu zannedildiğinden çok daha zor durumdadır.
Sevgili dostlarım Rebecca Bryant ve Mete Hatay, Kuzey Kıbrıs’ta de-facto devlet olgusunu inceledikleri kitaba “Askıdaki Egemenlik” başlığını koydular.
Ben, Kıbrıslı Türklerin de “askıda olduğunu” ileri süreceğim…
Böyle bir durumda olan bir toplum ne yapabilir veya ne yapmalıdır?
Bu soruya açık yüreklilikle cevap verebilmemiz için, öncelikle her türlü yanılsamadan uyanıp gerçekliklerimiz karşısında çırılçıplak kalmalıyız…