Korfu, Viktorya dönemi çelişkilerinin laboratuvarı haline gelmişti
Kral Charles, bir Rum Ortodoks korosunun gürültülü ilahileri eşliğinde tahta çıkarken, İngiliz ve Bizans törenlerinin bu zorlama birleşimi izleyenleri tuhaf ve gizemli bir yenilik olarak etkilemişti. Ancak bir anlamda bu, İngiliz emperyal tarihinin artık göz ardı edilen sapmasının doğal sonucuydu. Yarım yüzyıl boyunca Yunanistan’ın batı kıyısındaki İyonya Adaları’nda hüküm süren İngiliz yönetimi, bir Haçlı krallığının tüm romantik olağandışılığına sahip çekici bir melez toplum yarattı. Kutsal günlerde, kırmızı ceketli İngiliz askerleri Korfu’nun mumyalanmış koruyucu azizine tütsü bulutları içinde sokaklarda eşlik eder, garnizonun üst düzey komutanları da törenin dev mumlarını taşırdı. Yerli halk bu gösteriden o kadar etkilenmişti ki bugün bile adanın köy bandoları, çoktan tarihe karışmış İngiliz garnizonundan kopyalanan renkli üniformalar ve ışıltılı miğferler içinde Çile Haftası’nın cenaze ağıtlarını çalıyor.
Şu anda bile Korfu’nun yıkık dökük rotundaları ve bando takımları, İngiliz kışlaları, hastaneleri ve sarayları, Roma’nınki kadar kayıp ve romantik bir şekilde heyecan verici, yok olmuş bir imparatorluk kültürünün anıtları. Yine de bu soluk ihtişamdan doğan son araştırmalar romantik marjinallerden daha fazlası: Britanya’nın imparatorluğa dair bıktırıcı propagandist söyleminde şu anda bulunmayan belirli bir nüans sunuyor. Korfulu tarihçi Maria Paschalidi’nin belirttiği gibi, stratejik reelpolitik ile liberal idealizm arasında kalan “Britanya, İyonyalılara otoriter, temsili, sorumlu hükümete kadar çeşitli hükümet biçimleri önermişti.” Ancak bunlar hiçbiri işe yaramadı ve “Avrupa’da başarısız bir sömürge deneyi yaratarak beyaz, Hıristiyan Avrupalıları sömürge çerçevesi içinde yönetmenin zorluklarını vurguladı.” Fakat işler farklı yürüseydi, Korfu bugün Cebelitarık kadar İngiliz olabilirdi. Ve öyle olmaması, Londra’nın imparatorluğa dönük daimî ikircikli tutumunun mikro-tarihini anlatıyor.
Britanya’nın kayıp Yunan imparatorluğunun analizi, eski sömürgeci metropolde göz ardı edilse de genç nesil Yunan tarihçiler tarafından hevesle incelenen imparatorluk mazisini yorumlamak için yeni ve verimli yollar açıyor. Tarihçi Evangelos Zarokostas’ın gözlemlediği üzere, yarım yüzyıllık İyonya dönemi, “eski yapıların çöküşü ile yenilerinin kuruluşu arasında bir geçiş dönemi” olan ve “İngiliz yetkililerin en başından beri protektoranın imparatorluktaki yeri konusunda kararsız oldukları” biçimlendirici bir zamanda gerçekleşti. En başından beri Britanya, adaları bir kraliyet kolonisi olarak yönetti ama yasal kurgu altında İngiliz himayesindeki bağımsız bir devletti. Bu muğlak çözüm İngiliz yönetimi için ölümcül olacaktı, ancak aynı zamanda daha sonra Kıbrıs, Mısır, Filistin Mandası ve Irak’taki İngiliz yönetimi için bir şablon sağladı. Adalar, daha sonraki emperyal maceralar için bir laboratuvardı ve kısa süre sonra aynı düzeyde zahmetli bir yük olduğunu ispatlayacaktı. Bu anlamda, bugünün Orta Doğu’sunun kanlı ve hala çözülememiş ihtilafları İyonya’nın yemyeşil adalarında doğmuştu. Benzer şekilde, tam da Britanya hegemonik bir statü kazanmaya başlamışken terk edilen başarısız İyonya deneyi, Whitehall’un ilk dekolonizasyon —Britanya’nın 20. yüzyıldaki düşüşünün renkli Viktorya dönemi tarzındaki ilk taslağı— deneyimi olacaktı.
1815 yılında Britanya, İyonya Adaları’nı mağlup Napolyon’dan aldığında dünya çok farklı görünüyordu. Yunanistan’ın batı kıyısındaki bu adalar zinciri Adriyatik’in girişine hükmediyor ve Akdeniz’in hakimiyetini sunuyor gibiydi. Korfu’nun orta çağdan kalma kalesine Birlik bayrağının çekilmesinden önceki 20 yıl içinde, adalar 400 yıl boyunca Venedik’in uyuşuk bir kolonisi olarak kaldıktan sonra, Fransızlardan Rusların eline geçmiş ve yorucu bir kuşatma ve fetihler silsilesi içinde tekrar Fransa’ya dönerek moderniteye kaba bir giriş yapmıştı. Son derece yoksul olan bu bölge, Londra’ya yönetmesi gereken karmaşık bir toplum sundu: Yüzyıllar süren Venedik yönetimi, Yunanca konuşan köylünün feodal bir sefalet içinde yaşamasına ve İtalyanca konuşan soylulardan oluşan bir sınıf tarafından yönetilmesine neden olmuştu. Bölgenin başkenti Korfu kentinde, komşularının şiddetli antisemitizmiyle gettolarına hapsedilen çok sayıdaki Yahudi de dahil, tüm sınıflar şu ya da bu şekilde İtalyanca konuşuyordu. Çoğunlukla Avrupalı Hıristiyanlar olan ada sakinleri, Britanya’nın genişleyen imparatorluğunda bir anomaliydi. O halde nasıl yönetilmeleri gerekiyordu?
Adaları Britanya’ya veren Paris Antlaşması, Whitehall yönetiminin orta çağdan bu yana ilk bağımsız Yunan devletinin hayırhah bir hamisi olduğunu iddia ediyordu. Hakikat ise oldukça farklıydı: İyonya Adaları’nın, Haiti’nin yeni siyah yöneticilere devredilmesi müzakerelerinden yeni çıkmış olan ilk İngiliz Yüksek Komiseri Sir Thomas Maitland, ya da “Kral Tom”, burayı demir bir sopayla yönetiyordu. İyonya’daki yeni yöneticileri tarafından “pis” ve “sık sık sarhoş” olarak tanımlanan bir İskoç asilzadesi olan Maitland, “fetihçi” olarak geçirdiği on yıla kendi adına görkemli anıtlar dikerek başladı ve anayasa ne derse desin mutlak gücün kendi şahsında toplanmasını sağladı. Yerli halk tarafından, gizli polisi İyonya toplumunun her kademesine nüfuz eden, dengesiz ve istismarcı bir otokrat olarak korkulan Maitland’ın mutlak yönetimi, daha sonraki İngiliz yönetiminin temelini oluşturdu. Aydınlanmış bir despot ve Adam Smith’in son moda teorilerinin bir hayranı olan Maitland, ticareti teşvik etti ve Korfu’nun aşırı kalabalık sokaklarına bir İngiliz düzeni hissiyatı empoze etti. Yerli halkı çalışmaya isteksiz bulan Maitland, Aziz Michael ve Aziz George’un görkemli kraliyet sarayını inşa etmek için Malta’dan işçiler getirdi ve bu süreçte Korfu’nun azalan Katolik cemaatini canlandırdı. Yerli soyluların parıltılı mücevherlerle kolayca kandırılabileceğini doğru bir şekilde değerlendiren Maitland, onların gözlerini kamaştırmak için bugün hala rüşvet verecek Yunanlıların yokluğunda İngiliz diplomatlara —kendileri tarafından— verilen şövalyelik nişanını icat etti.
Bir süre için, 19. yüzyılın ilk on yıllarında İngiliz yönetimi, güneydeki adaların daha asi sakinleri tarafından olmasa da, Korfu toplumu tarafından kabullenildi. Aggelis’in belirttiği gibi, “pek çok İyonyalıdan İngilizler tarafından ‘modernize’ edilmeye yönelik yaygın talepler” bile vardı. Böylece, Viktorya dönemi Britanya’sının kaybolan tüm güveniyle Korfu’ya Bentham tarzında bir Panoptikon hapishanesi ve bugün hala kullanılan yüksek duvarlı bir tımarhane gibi Foucaultyen yenilikler hediye edildi. Hala kullanılmakta olan yeni Macadamed yolları köyleri başkente bağladı ve sağlam bir su kemeri nüfusa su getirdi. Yeni mahkemelerin yaygınlaşması ve bıçak taşımanın ağır cezalara çarptırılması —İngilizler geldiğinde İyonlar Avrupa’daki en yüksek ikinci cinayet oranına sahipti— daha önce şiddet yanlısı olan bir toplumu, şu an kavga meraklısı da olsa, bölgedeki en barışçıl topluma dönüştürdü. Pastel renkli kireç badanasıyla yumuşatılmış sade krallık neoklasizmine sahip güzel villalar, garnizonun subaylarını ve eşlerini İngiliz konforunda barındırmak için kasabanın ve müreffeh yeni banliyösü Garitsa’nın çevresinde belirdi. Bu evler bugün de Korfu’nun üst-orta sınıf profesyonelleri tarafından kullanılıyor, hatta Prens Philip, Mon Repos adlı bir evde doğdu. Bankalar ve borsalar, oteller ve kanalizasyonlar, sokak lambaları ve bando takımları orta çağdan kalma surlarla çevrili kenti Cheltenham’ın bir Balkan simülakrına dönüştürdü.
Bozuk bir şekilde yazılan adı hala Korfu’nun merkez meydanında duran eksantrik Lord Guilford, modern Yunanistan’ın ilk üniversitesini İthaka’da keçilerin bile çıkmaya korktuğu bir dağın zirvesine kurmaktan vazgeçirildikten sonra adada kurdu. Bir “Lancastriyen okulları” teşkilatlanması, kızlara yönelik ilk eğitim de dahil olmak üzere kamusal eğitim sundu; İngiliz nöbetçiler Çile Haftası boyunca gettoyu korudu ve dışarı çıkmaya cesaret eden Yahudileri taşlama geleneğine son verdi. Ve tüm bu reformcu gayretin ortasında, garnizon hayatı, kırmızı ceketli subayların ve çember etekli arkadaşlarının tilki yerine kokulu kâğıt avladıkları ve adanın güzellik noktalarında, zeytinliklerde çalışan köylülerle çevrili şampanya ve istiridye pikniklerinin tadını çıkardıkları uykulu, romantik bir çekicilikle sürüp gitti. “Kafesli balkonlu evinde” “müzik ve dansın” tadını çıkaran bir subay eşinin hayatına sahip olmayı hayal eden Bayan Gaskell için günlük tur uzun bir yaz tatiliydi. “Kadınlarla otantik ilişkiler” ve “otantik alışkanlıklar” edinmenin hazzını yaşayan ve şarabın karneli içecek olduğu tek İngiliz görev yerinde hizmet veren sıradan erler için tek tehlike, sarhoşken surlardan düşmek ya da yüzerken köpekbalıkları tarafından kapılmaktı. Bir askerin buradaki yaşamı, imparatorluğun daha sade ileri karakollarına göre belirgin bir şekilde daha az zahmetliydi.
Ancak tatil havası uzun sürmeyecekti. Yunan Devrimi’nin patlak vermesi, İngiliz yönetimini nihayetinde savunulamaz hale getirecek olan milliyetçi tutkuları uyandırdı. Rusya’nın dışişleri bakanı ve İngiliz yönetiminin ateşli bir muhalifi olan sürgündeki Korfu asilzadesi Ioannis Kapodistrias, adalılara “Kızılderililer gibi” muamele edildiğinden şikâyet ederek yeni Yunanistan’ın ilk devlet başkanı oldu, ta ki istikrarsız anakara suçlamaları nedeniyle öldürülene kadar. Müslüman mültecileri taşıyan bir Türk gemisi Zakintos’a yanaştığında, yolcular adalılar tarafından öldürüldü ve Maitland’ın sıkıyönetim ilan etmesine ve İyonya halkını silahsızlandırmasına neden oldu. Güney adalarında çiftçi isyanları devam edecek, İngiliz yetkililer zaman zaman öldürülecek ve misillemeler yapılacaktı. İyonlar, 1848 devrimci coşkusunun başarılı olduğu tek İngiliz bölgesiydi: Yukarı Kanada’yı yönetme deneyiminden yeni çıkmış olan liberal Tory Lord Yüksek Komiseri Lord Seaton, demokratik katılımı genişletti ve özgür basına izin vererek İyonları Kanada tarzı sorumlu özyönetime uygun beyaz bir dominyon olarak yeniden şekillendirdi. Sahiden de Seaton yönetiminde İyonya adası sakinlerine Britanya halkından daha fazla demokratik hak tanındı. Ertesi yıl İngiliz birlikleri Kefalonya’da bir köylü ayaklanmasını bastırıp köyleri yakarak isyancıları yerli soyluların alkışları arasında astığında, Seaton’un gerici halefi Sir Henry Ward, olaylardan Seaton’un naif idealizmini sorumlu tutarak İyonya parlamentosunu feshetti ve gazetecileri sürgüne göndererek otoriter yönetime ani bir dönüş yaptı.
Liberal ve gerici muhafazakâr sömürge valileri arasındaki bu daimî tereddüt, İyonya yönetimine kısa süre içinde İngiliz yönetimini savunulamaz hale getirecek gerilimler getirdi. İngiliz yönetiminde eğitimin, hukuk sisteminin ve istihdamın yaygınlaşması, adalardaki aristokrasinin İngiliz yanlısı sempatilerini radikal milliyetçilik lehine reddeden yeni bir İyonya burjuvazisi —daha egzotik sömürgelerde tekrarlanacak bir model— yarattı. Dandolo, Padova ve Lombardo gibi isimlere sahip milliyetçi radikaller, coşkulu İtalyan nesrinde (İngilizler 13. yüzyıldan beri ilk kez Yunancayı hukuk ve devlet dili olarak yeniden tanıtmış olsa da, İtalyanca eğitimli sınıflar için tercih edilen dil olmaya devam etmişti) Yunan anavatanı ile birleşmeyi talep ettiler. Ward’ın Kefalonya isyanını bastırmasına öfkelenen ve daha önce daha elverişli ticaret koşulları ve imparatorluk makamlarına erişim yoluyla imparatorluk içinde daha yakın bir entegrasyon arayışında olan ılımlı reformistler, iktidarı radikallere bıraktı.
Kırım savaşı patlak verdiğinde ve adalar, Britanya’nın nefret ettiği Osmanlı İmparatorluğu’nu ada sakinlerinin Ortodoks dindaşlarına karşı savunması için ikmal üssü haline geldiğinde, eskiden uysal olan din adamları bile Çar’ın sağlığı ve muvaffakiyeti için alenen dua etmeye başlarken, ada sakinleri sömürgeci efendilerine karşı Rus zaferlerini kutladılar. Son yaklaşıyordu. Radikaller İngiliz yönetimini hayal kırıklığına uğratırken yerel yönetim çıkmaza girdi, fakat artan baskı Londra’daki liberal hissiyatı kızdırdı. İngiliz yönetiminin son on yılında, başta olduğu gibi, Whitehall’un adalarla ilgili tek kaygısı onları Rusların elinden uzak tutmak oldu. Londra, uluslararası tepkiden çekinmesine rağmen, adaların Avusturya’ya hediye edilmesini endişeyle tartıştı. Ward’ın halefi, eski Cavan milletvekili Sir John Young, giderek daha asi hale gelen İyonyalıları sürekli olarak aynı derecede sorunlu İrlandalılara benzeterek Korfu’yu ilhak etmeyi ve daha istikrarsız adaları da Yunanistan’a bırakmayı önerdi.
Bunun gerekçelendirildiği İngilizlerarası bir yazışmada, sakin Korfulular artık “yarı-Venedikli ve yarı-Arnavut” ve dolayısıyla neredeyse hiç Yunanlı olmayanlar olarak nitelendiriliyordu. Paschalidi’nin belirttiği gibi Young, “Korfu’nun ‘İngiliz sermayesi ve girişimi’ için mükemmel olduğu ve birkaç yıl içinde ‘tamamen İngilizleşeceği’” konusunda ısrar ediyordu. Yine de himayenin başlangıçta makul olan hukuki kurgusu, Britanya’nın Korfu’yu tamamen ilhak etmesini ya da sorunu dost bir güce havale etmesine engel oldu. Young’ın çalınan yazışmalarının Gladstone’un uygulanabilir bir çözüm bulmak için Korfu’ya geldiği sırada yayımlanması, Londra’yı temkinli Avrupalı güçlere bir Balkan Cebelitarık’ı yaratma niyetinde olmadığına dair güvence vermeye zorladı. Artık istenmeyen Yunan bağımlılığından nasıl kurtulacağını şaşıran İngiliz hükümeti, bir çıkış yolu aramaya başladı. Bu çıkış yolu Kral Charles’ın büyük büyükbabası Danimarka Prensi William olacaktı.
1862 yılında Yunan devrimciler, halktan destek görmeyen Bavyera Kralı Otto’yu devirdi ve ülke bir halef için seçim yaptı. Oylar sayıldığında, kullanılan oyların yüzde 95’inden fazlasını alarak galip çıkan (hala Yunan tarihindeki en büyük demokratik yetki) Kraliçe Victoria’nın ikinci oğlu Prens Alfred oldu. Hem Alfred hem de Victoria teklifi derhal reddettiler —devrimin sancıları içindeki yoksul bir Balkan ülkesinin tahtı pek de ödül sayılmazdı— ama Yunanlılar dinlemeyi reddettiler: Alfred çılgınlığı ülkeyi tamamen sarmıştı. Yunanlılar Alfred’i seçmenin zayıf ve istikrarsız yeni devletleri için İngiliz himayesini garanti edeceğine ve kuzey Yunanistan’da Osmanlı’nın elindeki henüz kurtarılmamış mülklerin de pazarlığa dahil edileceğine inanıyorlardı. Onları Alfred alternatifinin imkânsız olduğuna ikna etmeye çalışan İngiliz yetkililer, hayal kırıklığına uğrayan Yunanlıların bir öfke nöbetinde bir Rus kralını seçerek ülkeyi Londra’nın en büyük rakibinin yörüngesine sokmasından korkuyordu. Uzun pazarlıklardan sonra İngiliz yetkililer, Yunanistan için güvenli bir şekilde uysal bir kralda, Kral Charles’ın büyük büyükbabası olan Danimarka Prensi William’da karar kıldılar. Fakat anlaşmayı imzalamak için Londra’nın Yunanlıları cezbedecek güzel bir hediyeye ihtiyacı vardı: Artık stratejik açıdan değerli olmayan ve yönetilmesi imkânsız hale gelen Korfu ve İyonya’dan daha iyi bir seçenek olabilir miydi?
Ve böylece, 2 Haziran 1864’te, son İngiliz birlikleri Korfu’nun Eski Kalesi’nden çıktı ve Birlik bayrağı son kez indirildi. Son Yüksek Komiser Sir Henry Storks gözyaşları içinde İtalyanca bir konuşma yaparken, adanın ileri gelenleri etrafına toplanarak “onu kucakladılar ve nadiren ona İngilizlerin genelde karşı cinse karşı kullandıkları selamları verdiler.” Britanya’nın son on yıllık yönetiminin soğuk atmosferi, askerler “çiçeklerle dolu” sokaklarda yürürken, “tavernalarda bedava birayla şenlenirken” yaklaşan ayrılışlarıyla buharlaşmıştı. Artık her şey sona ermişti ve Korfulular kısa süreli İngilizlik dönemlerine dair belli bir nostalji hissetmeye başlamışlardı bile. “Sono bono genti [onlar iyi insanlar],” diye aktarıyordu bir İngiliz muhabir, yaşlı bir adam gözlerinden akan yaşları silerek hasır şapkasını giden gemilere doğru sallıyordu: “‘Adesso siamo liberi!’ [Artık özgürüz!]” dedi genç bir adam, yeni düzenin açılışını yapmak için bir sigara yakarken. Genç adam tam olarak haklı değildi: Britanya, Korfu’dan vazgeçmekle çok daha büyük bir ödül kazanmıştı: bu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Londra’nın yerini Washington alana kadar etkin bir Britanya himayesi olarak kalacak olan Yunanistan’ın kendisi üzerinde yarı-sömürgeci bir hakimiyetti. Tam da bu nedenle Britanya, nihayet İyonya’yı terk etmeyi kabul ettiğinde, tarihçi Eleni Calligas’ın gösterdiği gibi, uzun süredir boş yere birlik talep eden İyonyalı radikaller buna karşı kampanya yürütmeye başladılar: “Yunan siyasetine nüfuz eden yolsuzluk, entrika ve kayırmacılığı” deneyimledikten sonra, kısa süre sonra tamamen hayal kırıklığına uğrayarak kamusal hayattan tümüyle çekildiler.
İyonya’daki İngiliz yönetimi, Britanya’da genelde uzun imparatorluk kayıtlarında dikkat çekici bir ilgisizlikle karşılanır, ancak romantik ama nihayetinde başarısız olan İyonya deneyi, daha sonraki emperyal eğilimlere sahne hazırlamıştı. Liberal ve Muhafazakâr sömürge valileri arasında gidip gelen İngiliz iç siyasetindeki gerilimler, İyonya yönetimine vahşi bir tutarsızlık getirdi: Tory baskısı yerel tutkuları alevlendirdi; liberal idealizm ise adaları yönetilemez hale getirecek yerli milliyetçi bir burjuvazi yarattı. Fakat başarısız İyonya projesinde dişlerini gösteren genç İngiliz yöneticiler, daha sonra İngiliz mandası Irak için bir emsal teşkil eden Mısır’ın aynı derecede belirsiz ilhakına geçeceklerdi: İyonya’daki İngiliz yönetimi daha sonra Orta Doğu’daki başarısızlıkları şekillendirecekti. Benzer şekilde, İngiliz yönetiminin yarattığı burjuvazinin milliyetçi coşkularıyla yumuşatılmış liberal idealizm ile sert baskı arasında gidip gelen Britanya, İyonya’da olduğu gibi Orta Doğu’da da aynı döngüyü tekrarladı ve bunlar daha kanlı ve daha az romantik başarısızlıklarla sonuçlandı. Sonunda Britanya’nın bağımsız Yunanistan’daki himayesi, tıpkı Orta Doğu’daki yönetimi gibi sona erdi; bu yönetimin yerini Amerika aldı ve şimdi de onun yerini başka birileri alıyor…
Otoriter baskı ve liberal idealizm, cömert modernleşme ve feodal elitler aracılığıyla dolaylı yönetimden oluşan tutarsız bir politika karışımı arasında gidip gelen İyonya’daki İngiliz yönetimi, Britanya dünya hegemonyasının eşiğinde dururken bile imparatorluğun ilk acı dekolonizasyonu tatmasıyla sona erdi. Ancak günümüzün demagojik tarih yazımının siyah-beyaz ahlaki kesinliklerinden çok uzakta, İyonya adalıları yarı-İngiliz olarak statüleri konusunda her zaman ikircikli hissettiler, imparatorluk katına daha fazla dahil olmayı ve bağımsızlık talep ederken Avam Kamarası’na milletvekili gönderme hakkını savundular.
Londra da Yunanistan’daki mülklerine karşı her zaman tutkudan çok kararsızlık hissetti, onlardan vazgeçmenin en az acı veren yolunu aradı ve sonunda bunu reelpolitiğin duygusal olmayan taleplerine göre yaptı. İyonların Yunanistan ile birleşmesi milliyetçi coşkunun kaçınılmaz bir sonucu olmaktan çok uzaktı, Londra pek çok potansiyel sonuçtan sadece biri olan dekolonizasyon anını seçti ve bunu rahat rahat yaptı. Storks acı bir şekilde, “Onlara bu birliktelikten mutluluk duymalarını diliyorum. İyonya, Yunanistan’ın İrlanda’sı olacak,” diye yazıyordu. İngilizler ayrıldığında, sadece Korfu’nun soyluları, Yahudileri (“İngilizler onları himayesi altına almasaydı durumları çok acınası olurdu”) ve Storks’un gözlemine göre “İngiliz himayesinin sona ermesine evrensel olarak karşı çıkan” kadınları tarafından yas tutuldu. Ama sonuçta, Korfu elitlerinin Anglofili kalıntıları bir yana, bu kısa ve romantik İngiliz-Helen sentezinin yaşayan tek sonucu, kendi Philhellene Kralımız ve Britanya’nın kayıp Yunan imparatorluğunun son hayalet yankıları olan kriket ve zencefilli biraya dair kalıcı bir Korfu tadı.