1992’de Rio De Janeiro’da yapılan Dünya Zirvesi’nde kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) ek olarak kabul edilip, 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde karara bağlanan Kyoto Sözleşmesi 16 Mart 1998’de imzaya açılmış ve 15 Mart 1999’da son halini almıştı.
Rusya’nın 18 Kasım 2004’te katılmasının ardından 16 Şubat 2005 tarihinde sözleşme yürürlüğe girdi. Aralık 2006 tarihinde ise toplam 169 ülke ve devlete bağlı örgütler anlaşmayı imzaladı. Türkiye ise Şubat 2009 alınan meclis kararı sonrası 2013 yılında protokolü imzalarken, ABD ve Avustralya protokolü imzalamayan iki ülke.
Ardından gerçekleştirilen tüm zirvelerin gündemi karbon yani emisyon ticaretinin yürürlüğe sokulması üzerineydi. Ülkeler karbon salınımlarını düşürmek üzere verdikleri sözler bir yana aksine salınımlar günümüze kadar artarak devam etti. Yoksul ülkeleri bu anlaşmaya eklemek adına yapılan toplantılarda küresel ısınmaya hiçbir biçimde neden olmayan ülkelere tazminat ödenmesi gündemde yer alırken, COP 28 zirvesi Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) Kasım ayında gerçekleşecek. Cop 27’de 200’den fazla ülke tazminatlar için kayıp ve zarar fonu kurmayı kabul ederken, COP 28’in ana maddesini tazminatlar oluşturuyor.
Karbon salınımlarının baş müsebbiplerinden biri olan BAE’de zirvenin gerçekleştiriliyor olması ironik bir durum. Ancak daha da ironiği karbon salınımında rakipsiz ve açık ara en büyük kirletici ülke olan ABD, zirvenin ana gündemine dönük yaptığı açıklamada, iklim tazminatını hiçbir koşulda ödemeyeceğini duyurdu. ABD’nin ‘iklim elçisi’ John Kerry, Temsilciler Meclisi dış ilişkiler komitesindeki bir oturumda ABD’nin sel, fırtına ve diğer iklim kaynaklı felaketlerden zarar gören ülkelere ödeme yapıp yapılmayacağı soruldu. Kerry’nin ise, “Hayır, hiçbir koşul altında ödeme yapmayacağız” sözleri zirvelerin fare doğurmaya devam ettiğini ortaya koyan önemli bir gelişme.
Türkiye’de, ‘Türkiye Kyotoyu imzala’ kampanyaları eşliğinde ‘rüzgar-güneş bize yeter’ sloganlarıyla birçok eylem yapıldı. Bu eylemlerin ardından birçok sol sosyalist yapının da ağızına pelesenk olan bu slogan ekoloji mücadelesinin önünde büyük bir engel oluşturuyordu. Yapılan bir incelemede bütün dünya halklarının ABD’deki kadar tüketmeleri halinde 3 tane daha dünya gerektiği belirlendi. İklimde yaşananlar, aşırı üretim ve tüketimlerin doğal yaşam üzerinde oluşturduğu yıkımın bir sonucuyken, aşırı üretimlerden asla vazgeçemeyecek olan kapitalizmin ısınmaya çare bulacağız iddiasıyla düzenlediği zirvelerden medet ummak ham bir hayal olmanın ötesine geçemiyor.
Kapitalizm büyüyememe sorunu içinde debelenirken, içine düştüğü kriz onun için bir varlık-yokluk sorunudur. Kapitalizm, büyüyememe sorununu iklim sorunu üzerinden fırsata çevirip yeniden yüksek büyüme olanaklarını yaratmak istiyor. Bu rota kapitalistler için uygun bir rota olabilir ancak bizler için, doğal yaşam ve diğer tüm canlılar için durum hiç de böyle değil. Bugün yaşamı yerle bir eden nedenlerin başında aşırı üretim ve tüketimi sürdürmek amacıyla yürütülen maden, petrol ve enerji santrallerinin yarattığı yıkımlardır. ‘Yenilenebilir’ enerji üretimlerinde ihtiyaç duyulan mineral madenciliği ise kapitalizmin ortaya çıktığından bu yana doğayı yerle bir eden madencilik düzeyi, bu süreçte mumla aranacak.
Elektrik üretmek için rüzgâr türbinleri ve güneş panelleri ile elektrikli araçların bugün tüketim oranıyla kıyasladığında aynı miktarda enerji sağlamak için geleneksel üretimlere göre doğal yaşamı yıkıma uğratacak 10 kat daha fazla madenciliğe ihtiyaç var. RES’lerde kullanılan temel elementlerden biri olan neodimyum dünyada yıllık olarak yaklaşık 7.000 ton üretilmekte. Mevcut enerji üretiminin yerine ikame edilmek istenen temiz enerji senaryolarına göre, önümüzdeki 10 yıl içinde neodimyum üretimi 28 milyon tona çıkmak zorunda. Güneş panelleri üretimi için gerekli olan yarı iletkenlerin imalatında kullanılan indiyum madenciliğinin ise yüzde 8.000 artması gerekiyor.
Elektrikli arabalar için kullanılan (GES ve RES üretimlerine depolama için gerekli olan hariç) lityum üretiminin yüzde 2.000’den fazla artmasına ihtiyaç var. 1 ton bakır elde etmek için 200 ton cevherin çıkarılması, taşınması, ezilmesi ve kimyasallarla işlenmesi gerekirken, 1 ton kobalt elementi elde etmek içinse yaklaşık 1.500 ton cevher kullanılır. 1 ton cevhere ulaşmak içinse 7 bin ton toprak kazılır. Yani 1 ton kobalt için 10 milyon ton toprağın yerin derinliklerinden yüzeye çıkarılıp ekosistemin yok edilmesi gerekmektedir.
Bu amaçla bağlanan maden alanlarını çevreleyen tarım arazileri ve sular bu süreçte zehirlenirken, doğal alanlar atık alanlarına dönüşür. Bir ton nadir toprak metalinin üretim sürecinde iki bin ton toksik atık ortaya çıkmaktadır. 17 elementi içeren ve “Nadir” olarak adlandırılmalarına neden olan tek şey bulunma zorluğu ve doğada yarattığı yıkım değil, ekstraksiyon yani ayrıştırma işleminde ortaya çıkan toksit maddelerin yaratacağı kirlilik ve bu kirliliğin asla önlenemeyecek olmasıdır.
İklim zirvelerinden medet ummak veya kapitalizmden ‘iklim adaleti’ dilenmek ihtiyacımız olan değildir. Yukarıdaki gerçeklerden bir haber olanlar mutlaka vardır. Öncelikle onlar için ortaya konan gerçekler elbette acı verecek ve inanmak istemeyecektir. Ancak asıl sorun, doğal yaşamın kendi yaşamımız olduğunu görememek ve buna göre davranamamakta yatmaktadır. Bu süreç siyasal süreçlerin temel paradigmalarından biridir, çünkü yaşamsaldır. Yolda yürürken ayağımızı taşa çarpıp düştüğümüzde bile bunun nedeni olarak kapitalizmi göstermekle başlayan ciddi ve bir o kadar kararlı antikapitalist mücadele dışında kalan her yol bizleri cehennem için döşenen taşlı yolları yürümeye mahkûm edecek.
Yok oluşa sürüklenen dünyada kapitalizmle uzlaşmaya kalkan her anlayış, ilk adımda olmasa bile sonrasında onun işbirlikçisi konumuna düşer. Bugün bilimi kendi çıkarlarına bağlayan kapitalizmin iklim değişimi teorileri ve çözüm yolları tartışılmalıdır. Birçok ‘bilim’ insanının kuraklık, susuzluk, aşırı yağışlar vb. sorunlarda iklim değişimini neden olarak ortaya koymaları manidar bir durum olarak öne çıkmaktadır. Yok edilmiş ekosistemi görmeyen bir yerden her sorunu iklim değişimine bağlayıp temiz enerji çağrısı yapan ‘bilim’ insanlarının iddialarına yakından bakmak ve mutlaka sorgulamak zorundayız.