Kadın, yalnız ve sadece kendine ait. Bu cümlenin anlaşılmayacak bir zorluğu ya da iması yok. Erkeğin ‘noksanlığını’ tamamlayacak bir kaburga kemiği değil kadın. Kaldı ki insan, erkek veya kadın fark etmeksizin eksik ve kusurlu bir varlık. Hep de öyle kalacak ama hayatı farklı ya da benzer meziyetleriyle ve güçbirliği içinde devam ettirecekler. Ne biri diğerinden üstün ne biri diğerinden aşağıda. İnsanın bedeni de, ruhu da bilimin her gün yeni bir sayfasını açtığı oldukça katmanlı, zengin bir alan. Hani neredeyse mucizevi denebilecek esnekliğe, dayanıklılığa, güce sahip. En koyu karanlık da bizde, en parlak ışık da… Kısaca, kadının görevi erkeğin eksikliğini tamamlamak değil. Erkek ve kadın tek başına hem her zaman kusurlu olacak hem de tam. Ben insanın huzurunun bu kabulden geçtiğini düşünenlerdenim. Ancak büyük bir sorun var. Hepimiz, toplumsal hayatta erkeklerin güç sahibi olduğu ve kadınların ‘zayıf ya da korunmaya muhtaç’ etiketiyle dışında tutulmaya çalışıldığı ataerkil bir düzende yaşıyoruz.
Ya da yaşamaya zorlanıyoruz diyelim. Erkeğin kadına karşı, gerek fiziki gerek duygusal şiddeti bu düzenin sürekliliğinin hem sebebi hem sonucu. Erkeğin üstünlüğüne dayanan ataerkil örgütlenme içinde karşı karşıya gelen tarafları kadın ve erkek olarak ayırmak da sorunlu çünkü ne sadece kadınlar ataerkil sisteme başkaldırıyor ne de sadece erkekler sistemin sürdürülmesinden yana. Sömürüyü görmeyen, ya da görmezden gelip düzen içinde kendine yer edinen kadınlar da var; erkek egemenliğinin sadece kadınların değil kendi hayatlarını da esir aldığını gören ve buna uyumlanmayı reddeden erkekler de. Dolayısıyla kendine biçilen ‘erkeklik’ ve ‘kadınlık’ rollerini reddeden kadın ve erkeklere saldıranların, başta dini, kültürel, milli ve yerli gerekçelere dayandırdıkları baskı araçları tek bir amaca hizmet ediyor, kendilerine üstünlük sağlayan düzenin devamına…
***
Sırtını dayadığı bu sistemi aşındıran herkesi kin ve nefret kusarak hedef gösteren, adını anmak istemediğim ama sizin kolaylıkla anlayacağınızı bildiğim o malum gazetede yıllar önce yayınlanmış bir yazıyı hatırlatmak istiyorum size. Yıl 2018. VakıfBank Kadın Voleybol Takımı Dünya Kulüpler Şampiyonası’nı kazanarak üçüncü kez kupayı kucaklamış. 2021 yılında bunu dörtleyecek. Konuyla ilgili malum gazetede bir ‘kritik’ yazısı yayınlandı. Söylenen şu: kadınlar, performans sporu başlığı altında uçuruma sürükleniyormuş. Müslüman Türk kadınının mayo giyip yarıştığı, İslami değerlerle örtüşmeyen, toplumda manevi çöküntüye sebep olan başarısı kime göre neye göreymiş. Kaldı ki takımda dört yabancı sporcu varmış, voleybol milli ve yerli olmayan bir branşmış. Kamu bankası VakıfBank adı altında oluyormuş hem de bütün bunlar. Ama hayır hayır, kamu bankasının, yani halkın parasının nasıl hortumlandığıyla ilgili bir şikayet yok yazıda. Sadece ‘bayanların’ vücut hatlarını ortaya çıkaran spor kıyafetlerinin izaha muhtaç olduğundan bahsedilmiş bolca. Ancak bunların dışında bir hayıflanma daha var ki, zurnanın zırt dediği yer orası. Kadın voleybolcular ardı ardına uluslararası turnuvalarda başarı sağlarken erkek voleybol takımları neden onlar kadar varlık gösteremiyormuş. Böyle bir durum kimi neden sevindirsinmiş. Şair burada kadınlar nasıl olur da erkeklerin önüne geçer diye dertleniyor açıkça. Kadınlar için ‘uygunsuz’ bulunan onca şey bu işin lelesi. Daha bunun lolosu var, yani kadının ister bir spor, ister sanat dalı, iş hayatı ya da kamusal alanda görünerek, varlığıyla, başarısıyla güç dengesini ataerkiller aleyhine bozması!
***
Dönelim günümüze. A Milli Kadın Voleybol Takımı, geçen hafta Milletler Ligi’nde ilk kez şampiyon oldu ve dünya sıralamasında birinci sıraya yükseldi. Hayatı maddi manevi yoksullaşmış, umudu ve mücadele gücü zarar görmüş milyonlarca insan için kadınların bu başarısı adeta can suyu oldu. Kendi adıma saatlerce, her biri azmin ve emeğin simgesi olan kadın voleybolcuların fotoğraflarına baktım, videolarını izledim. Cinsel yönelimi sebebiyle hedef gösterilen Ebrar Karakurt’un bloklarında ve smaçlarında daha da kabardı yüreğim. Bir kadının önüne çıkarılan engellere karşı göstereceği tavra dair ne güçlü bir sembol diye düşündüm. Melisa Vargas’ın tanrı Pegasus’u andıran o servis sıçrayışı, topa vururken geriye doğru esneyen vücudunun estetiği, yere inerken ayaklarının sağlam basışı ve takımına sayı kazandırdığını anladığı an ki zafer duruşu… Kadınları toplum dışında tutarak, kurallarını kendi koydukları boş sahalarda top koşturmayı isteyenler için ne trajik görüntüler değil mi? Bizim için ise ancak ilham kaynağı olabilir. Evet, malumların en istemediği şey elbette. Ebrar’a ‘milli utancımız’ diyerek saldıranlara karşı tavır alıp kendi de hedef haline gelen milli tekvandocu Kübra Dağlı’nın gösterdiği dayanışma da hepimizin gücüne güç katsın.