Yarın sabah uyandığında, akaryakıta veya temel tüketim maddelerinden birisine gelecek gelecek yeni bir zam… Türk Lirasının değer kaybı… İster az kaybedip az kazanıyor olsun, süt üreticisinden hayvancısına, sebze meyve üreticisinden esnaf ve zanaatkarına, çoğunlukla asgari ücret ya da onun bir miktar üzerinde maaş alan özel sektör çalışanından yeni jenerasyonun maaşı kırpılmış genç devlet memurlarına… “Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan nüfusun önemli bir bölümünün endişesi, her gün nasıl bir ekonomik tabloyla karşılaşacaklarına duydukları korkuyla karışık bir öfke halidir” diye yazarsak yanlış olmaz sanırım.
Başbakanını belirlemeye muktedir olmayan bir hükümetin, konuyu ekonomiden uzaklaşarak “ulusal birlik ve beraberlik”, “eşit egemen devlet” söylemlerinde tutma haliyse, toplumun daha çok “aydın ve sol” kesiminde endişe ve öfke nöbetlerine dönüşüyor. Günde birkaç kez sosyal medyayı ziyaret ederseniz, vatandaşın sosyal medyada siyasetin tepesindeki yöneticilere karşı sert ve aşağılayıcı söylemlere dönüşebilen isyankar patlamalarıyla karşılaşmanız sürpriz olmayacaktır.
Ancak yine de Fransa’daki son sokak çatışmalarının birkaç gün içinde Belçika’ya sirayet etmesi, İngiltere’de patlak veren grevler, her ne kadar günlük yazılı-sözlü ve görsel basında sansürlenmiş olsa bile, Türkiye’de seçimlerden sonra da kaynamaya devam eden ve toplumun farklı kesimlerinde devam eden hükümet karşıtı eylem ve söylemler de işitmediklerimizden…
Demem o ki; parlamentolara, hükümetlere, ulusal ekonomilere ve pek çoğu otokratik siyasi liderlere olan siyasi inançsızlık, yalnızca adayarımızla sınırlı bir olay değil. Pandemi salgını sonrası dünyamızın pek çok ülkesinde yaşanmakta olan, yoksulları daha yoksul, zenginleri daha varsıl ve “orta direk” grubunu ağır-ağır aşağılara doğru iteleyen bir süreçle birlikte ilerliyor.
Ama bir gerçeği de belirtmeden geçmek istemiyorum: O da Kuzey Kıbrıs’tan çok daha kötü koşullara sahip ülkelerin varlığı. Pek çoğu hemen yanı başımızdalar.
Onbeş dakikalık uçuş mesafemizdeki Suriye, Lübnan, Irak, Kürdistan, İsrail ve Filistin coğrafyalarını ele alalım. Burada yaşayan insanlar, yıllardır, savaş, iç-savaş, canlı bomba, faili meçhul suikastlarla sarsılıyor. Yoksullukları, can güvenliklerinin yokluğu ile sarmalanmış. En çok göçmen ve mülteci de Türkiye ile birlikte bu ülkelerde yaşıyor. Lübnan’daki yalnızca Suriyeli mülteci sayısı 1.5 milyon. Filistin, Afganistan ve diğer ülkelerden mültecilerle birlikte Lübnan’da bu sayı 2 milyonu geçiyor. Oysa nüfusu 7 milyonu bulmayan Lübnan’da bunun anlamı her 3 Lübnanlıya en az bir mültecinin karşılık geldiğidir. Birleşmiş Milletlerin 2023 verilerine göre onbeş dakikalık uçuş mesafemizdeki Lübnan’da insanların yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
İki hafta önce Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Avrupa Sol’una üye siyasal parti temsilcileri buluşmasında, Lübnan Komünist Partisi Genel Sekreteri Hanna Garip, 14 yıllık emekliliğine karşın maaşının aylık 100 dolar olduğunu söyledi. Lübnan’da sık-sık kesilen elektriklere karşı maaşı evindeki jeneratörün yakıtına ancak yetiyor. anlattı katılımcılara. Bazen devletin 100 dolar maaşını vermekte bile geciktiğini ifade eden Garip ve eşi nasıl mı geçiniyor?” Ondan dinleyelim.
“Lübnan Lirası’nın dolar karşısında değer kaybı birkaç hafta içerisinde maaşlarımızı komik rakamlara dönüştürdü. Lübnan’da pek çok aile geçimini benim gibi yurt dışında çalışan çocuklarının gönderdiği paralarla sağlıyor. Evet gençlerimiz iyi bir geleceği göç yollarına düşerek yabancı ülkelerde arıyorlar.
Lübnan’da büyük bir kriz ve çöküş yaşanıyor, fakirleşme arttıkça hırsızlık ve yağma da artıyor.
Sağlık, parası olan için. Sosyal güvence yok. Su kesintili olarak veriliyor. Elektrik, sık sık ve uzun süreliğine kesintiye uğruyor…”
Dışarıdan bakınca ya da dünya ekonomisi ve siyasetine hakim “zengin batılı ülkelerin” gözünde Kıbrıs, Ortadoğunun yanı başında ve Doğu Akdeniz’in ortasında bir VAHA görünümünde. Bu nedenledir ki onca sorunun arasında ABD, AB, Rusya vb güçlerin, bugün için Kıbrıs sorununun çözümüne odaklanmaları beklemek zor.
Üstelik gerek enerji ve gerekse tarım ürünlerde dünya çapında krize yol açan Ukrayna Rusya savaşı tüm şiddetiyle devam ederken.
Ortadoğunun yanı başında Afganistan’daki İslami köktendincilik “modern dünyaya” meydan okur, Sudan’da iç savaş tüm barbarlığıyla sürer ve can almaya devam ederken, ne Avrupalıların ve AB’nin, ne de ABD ve zaten başı belada Rusya’nın Kıbrıs sorununun “risk” alacakları çözümü acil bir sorun olduğunu düşünmezler!
Hele de Kıbrıslıların sınırlı miktarda çıkan bir doğal gazı bile üleşemeyecek denli, kendilerinden geçmiş bir Elen ve Türk milliyetçiliği ve ırkçılığı ve de İslami otokratik siyasi rejimlerle çevrili oldukları bir anda…
Belki yarım yüzyılı aşkın Dünyanın en uzun ikinci sorunu, Kıbrıs Sorunu için görüşmeler başlayabilir ve bunun için dünyada ve yanı başımızda onca açlık çekilir, savaşlar yaşanırken, BM bir miktar daha parasını bu işe savurabilir…
Demem o ki; dünya siyasi, ekonomik ve ekolojik bakımdan en kötü dönemine savrulurken bu aynı zamanda yerkürede yeni bir sistemin ve mevcudundan farklı bir rejimin, bambaşka yaşam tarzlarına yol açacağı “yeni bir dünyanın doğumuna” da eşlik ediyor. Biz Kıbrıslılara gelince: Bir izleyici olarak bu değişim sürecine bir katkımız olmadığı gibi, kendi edilgen durumumuzdan kurtulmanın çarelerini arayıp yaratacağımıza, hep başkalarından bekliyor ve şikayetçi oluyoruz.