İki yüzyıl önce yaşamış Marx’ın, din konusunda kısaca yazdıklarını anımsayalım:
“İnsanı insan yapan din değil, dini yapan insandır.”
“Din, insanın sahip olduğu kendi bilinci ve duygusunu oluşturuyor. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor.”
“Din bu dünyanın genel teorisini, onun ansiklopedik özetleme kitabını, onun halksal biçimdeki mantığını, kendinden geçmesini, ahlaksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, teselli ve aklanmasının evrensel temelini oluşturuyor. Din insansal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insansal öz gerçek gerçekliğe sahip bulunmuyor.”
“Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”
“Halkın aldatıcı mutluluğunu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini isteme, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor.”
Marx ile aynı yüzyılda yaşamış Alman felsefeci Nietzsche de; “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” kitabında ünlü suçlamasını şu sözlerle ortaya koyar:
“Hıristiyanlık ezilenlerin, zorbalığa uğrayanların, zayıfların, yoksulların ve kölelerin dinidir. Ve tam da bu yüzden bu kadar nefretle doludur.”
……………………………….
19’uncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Alman kökenli bu iki düşünürden bu yana dünyamız, yaşamın hemen her alanında o günkü insanların tahayyül edemeyecekleri teknolojik buluşlara ve gelişmelere sahne oldu.
Son bir buçuk yüzyılda kapitalizm, yularından boşanan beygir gibi ekonomide artı-değer sömürüsünü, ulusal-devlet sınırlarından çıkarıp büyük şirketlerin küresel bir pazara çevirdiği dünyamızın en uzak köşelerine dahi hızla ulaştı. Böylece sermaye ulusal sınırlarından çıkıp küreselleşirken katlanarak büyüdü. Daha az ellerde yoğunlaşırken de, bir yandan kendi milyarderlerini yarattı, öte yandan bu milyarderlerin varlık nedeni olan muazzam bir yoksullar ordusunu.
Yoksulluğun başarısızlığın, varsıllığın başarının tek ölçüsü sayıldığı kapitalizmin “serbest rekabet piyasa” kültürünü kendisini rahatsız etmeden dünyaya yaymak için de, yarattığı yoksullar ordusunun itiraz ve nihayet başkaldırısından kurtulmanın en güvenli yollarından birisi olarak DİN faktörünü pompaladı halka.
Buna tekelleşen medya ile satın alınan kalemler, sermayeye eklemlenen filmler ve sanatçılar dahil olunca, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde gazete-dergi sayfalarından televizyonlara, lap toplardan cep telefonlarına ekranlar, zenginlerin başarı öykülerinden, Elon Musk gibi serveti 100 milyarın üzerinde olanların “olağanüstü başarı” hikayelerinden geçilmez oldu.
Bugün dünyamızda yaklaşık 13 trilyon dolar servetin sahibi, KKTC’nin Çatoz köyü nüfusuna (yaklaşık 3 bin) eşittir. Dünyanın en zengin 10 insanı, dünyanın en yoksul 3 milyar insanın sahip olduğundan daha büyük bir servete sahiptir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ülkelerine çöp toplayan çocukların resimleriyle, derme çatma çöp evlerde yaşayan, açıktan akan kanalizasyon suları çevresinde kurulmuş yoksul aile yaşamların fotoğraflarıyla karşılaşırız çoğu zaman.
Bu UTANCI herkes bilir ama serbest piyasa ekonomisi dünyanın bu halini toplumun en alt kesimlerine TİNSEL KÜLTÜR aracılığıyla benimsetir.
Türkiye Kıbrıs ilişkilerinde bugün yaşanmakta olan süreç budur.
Özetleyecek olursak, adanın kuzeyinde toplum mühendisliğini akla getiren bir nüfus artışı yaşanırken, gelir grupları arasında yoksullar aleyhine sermaye lehine olan açık uçuruma dönüşmektedir. “Yatırımcı” olmak ekonomik büyümeye sağladığı katkı nedeniyle meclisteki tüm siyasal partiler tarafından göklere çıkarılmakta, serbest rekabetin yarattığı yoksulluk sıradanlaşmakta ve neredeyse “kişisel başarısızlıkmış” gibi bir algı yaratılmakta, dinsel yatırımlarla (Külliye ve Cami inşaatları, Cuma namazlarının görünür kılınması, çocuklara yönelik promosyonlu Kuran Kursları vb…) takviye edilerek böylece yaşanan toplumsal UTANÇ normalleştirilmektedir.
…………………………..
(*) Öncesinde birden çok makale belki de bir kitap yazmalısınız ki, bir fikri, bir düşünceyi, bir cümleyle ifade ettiğiniz zaman anlaşılır olsun. Bu anlayışla belki makale devam eder diye başlığa 1 rakamını yerleştirdim.