yazılariktibasKüçülme ve Sosyalizm: Bazı Kritik Kesişim Noktaları Üzerine Notlar - Güney Işıkara...

Küçülme ve Sosyalizm: Bazı Kritik Kesişim Noktaları Üzerine Notlar – Güney Işıkara & Özgür Narin

Orjinal yazının kaynağıpolenekoloji.org
diğer yazılar:

Küçülme ve sosyalizm savunucuları arasında son yıllarda süregiden, nasıl bakıldığına bağlı olarak, diyalog ya da tartışma, son dönemde gelen sentez arayışındaki katkılarla kısmi bir yakınsamayı beraberinde getirdi.[i] Bununla beraber kendi içlerinde hayli heterojen olan iki akım arasındaki bariz farklılıklar ise hala varlığını koruyor. Kapitalizmin nasıl aşılacağı ve yerine ne konulacağı üzerine tahayyüllerine ilişkin bu farklılıklar, küçülmenin post-kapitalist geleceğine karşılık sosyalizm şeklinde işe koştukları, bu tahayyüllere denk düşen isimlendirmelerde dahi kolaylıkla görülebilir.

Belirli bir bakış açısından kapitalizm, bireysel üretim birimlerinin neyi ne kadar üretecekleri, hangi girdi ve teknoloji kombinasyonlarını kullanacakları, üretim sürecini nasıl örgütleyecekleri ve benzeri konularda bağımsız kararlar aldıkları genelleştirilmiş meta üretimi olarak görülebilir. Bireysel üretici birimlerin, resmin geri kalanıyla ürünleri aracılığıyla ilişki kurmaktan başka seçeneği olmadığından, değer, metaların içerdikleri soyut emek miktarı açısından eşitlendiği ve ortaya çıkan kâr farklılıklarının yeni yatırımların oranı ve yönü hakkında ipuçları verdiği ortak zemin olarak hizmet eder. Kâr arayışı düzenleyici ilkeyi oluşturur ve her aşırı genişleme ya da daralma, sapmaya karşı koyan güçleri harekete geçirdiği için toplam düzeyde üretim düzenlenir.

Sömürü, toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi, meta fetişizmi ve yanı sıra insan dışı doğa(lar) ile metabolik ilişkinin giderek şiddetlenen bir şekilde bozulması, yukarıda kısaca özetlenen (yeniden) üretim sürecinin ayrılmaz parçalarıdır. Bunların hepsi, bireysel üretim biriminde artı değer çıkarımı ya da emek sömürüsü biçiminde embriyonik olarak mevcuttur. Dolayısıyla, kapitalizme sistemik bir alternatif, farklı toplumsal ilişkiler üzerinde yükselmeli ve yaşamı çeşitli boyutlarıyla yeniden üretmek için karmaşık ve birbirine karşılıklı bağlı faaliyetler dizisini düzenleyecek ve koordine edecek bir dizi mekanizma ve süreç sunmalıdır.

Planlama, uzun bir teorik tartışma geçmişine ve yanı sıra farklı ölçeklerde pratik uygulamalara sahip böyle bir alternatiftir. Ancak yakın zamana kadar küçülme literatürü planlama fikrine net bir mesafe koyuyordu. Bunun yerine, önümüze çıkan dönüşüm, küçülmenin ilham kaynaklarından biri olan André Gorz’un “reformist olmayan reformlar” olarak adlandırdığı ve bugün evrensel temel ihtiyaçların sağlanması, çalışma saatlerinin azaltılması, kamusal finans, müşterekler ve paylaşım alanının geri kazanılması ve genişletilmesi, üretimin yerelleştirilmesi ve benzeri önerilerde kendini gösterdiği bağlamda özetleniyordu.[ii] Birikimin güdülediği meta üretimiyle uyumlulukları sorusu bir yana, bu reformlar piyasaların üretimdeki koordine edici rolüne bir alternatif sunmaktan oldukça uzak kalıyor.

Üretim ve toplumsal yeniden üretimi örgütlemenin ve koordine etmenin radikal biçimde farklı bir yolu olarak planlama, geride kalan küçülme literatüründe nadiren ele alınmıştır. Bu durum, daha radikal küçülme düşünürlerinin planlama konusunu giderek daha açık bir şekilde ele almasıyla değişmektedir. Aşağıda, bize göre tartışmanın kritik düğüm noktalarını oluşturan planlama ile ilgili konulara odaklanıyoruz.

Planlı Üretim ve Yaşam Standartları

Çoğu küçülme düşünürü, hem bir olgu hem de bir kavram olarak büyümenin kapitalizmin beraberinde getirdiği bir şey olduğu konusunda hemfikirdir.[iii] Hatta büyümenin bir itici güç değil, bir sonuç, “altta yatan bir sürecin – sermaye birikiminin – yüzeydeki görünümü ya da ‘fetişi’” olduğu kabul edilmektedir.[iv] O zaman buna karşı çıkmanın ve alternatif bir toplum tahayyülünün, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin olumsuzlanmasına dayanması beklenecektir. Ancak bunun yerine büyüme, tartışmanın odak noktası olmaya devam etmektedir.

Ancak endüstriyel kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sorgulanamaz bir ekonomik paradigmaya dönüşen toplam bir olgu olarak büyümeye yapılan vurgu önemsiz değildir. Bildiğimiz anlamda büyümenin kapitalist büyüme ya da aslında kapitalizme özgü sömürü ve mülksüzleştirme süreçleri içinde oluşan ve kapitalist toplumlar tarafından ve onlar için tasarlanmış göstergelerle ölçülen sermaye birikimi olduğunu ima etmektedir. O halde sosyalist (ya da post-kapitalist) bir toplumun bakış açısından büyüme konusunda neden bu kadar endişelenmeliyiz? Küçülmeci görüşe göre büyüme, bireysel ve toplumsal tahayyülleri, siyasi hareketleri, partileri ve sosyalizm de dahil olmak üzere projeleri büyülemekte ve esir almaktadır: “Büyüme kapitalizmin çocuğudur, ancak büyüme arayışı sosyalist ülkelerde kapitalist ilişkilerin ortadan kaldırılmasından sonra da devam ettiği için çocuk ebeveyni geride bırakmıştır.”[v]

Büyümenin kapitalist tarihsel bağlamından sosyalist bir geleceğe nakledilmesi ve böylece toplumların üzerine kurulduğu toplumsal ilişkileri aştığı varsayılan bir şekilde sorunsallaştırılması ancak bir koşulda haklı görülebilir: İnsanların hem insanlarla hem de insan olmayan doğa(lar) ile olan ilişkilerinin temelinde ne olursa olsun, tüm büyüme homojen ya da en azından önemli ölçüde homojene yakın olarak gerçekleşebilirse. Kallis’in öne sürdüğü de tam olarak budur: “[…] sosyalist büyüme sürdürülebilir olamaz, çünkü hiçbir ekonomik büyüme ekolojik olarak sürdürülebilir olamaz. Yaşam standardındaki maddi büyüme, materyal kullanımındaki büyümeyi gerektirir. Bu da kaçınılmaz olarak çevreye zarar verir ve nihayetinde üretim ve yeniden üretim koşullarının altını oyar.”[vi]

Bu argümanın mantıksal sonucu, materyallerin çıkarılması, dönüştürülmesi ve kullanılmasını içeren tüm insan faaliyetlerinin, yani tüm insan yeniden üretiminin çevreyle doğrudan çatışma içinde olduğudur, çünkü birincisi kaçınılmaz olarak ikincisine zarar vermektedir. Bu, doğa ve toplum karşıt ikiliği üzerine kurulu kaba materyalizme bir geri dönüştür. Kallis’e göre, maddi yaşam standartları artmaya devam ederse bu çatışma sürdürülemez hale gelir. Ancak burada büyüme hala kapitalist bağlamdaki anlamıyla anlaşılmakta ve bir birikim sürecini temsil etmektedir.

İki farklı üretim tarzı olarak sosyalizm ve kapitalizm arasındaki niteliksel fark burada son derece önemlidir. Sosyalizmde üretimin birincil işlevi, tüm yurttaşlara, gerekli iş gününün uzunluğunu belirleyen standart düzeyde bir evrensel temel ihtiyacı (temel gereksinimler) karşılayacak kullanım değerleri sağlamaktır. Bu sadece barınma, temel gıda maddeleri, temiz su temini, sağlık hizmetleri, eğitim ve erişilebilir toplu taşıma değil, aynı zamanda çocuk ve yaşlı bakımı, parklar ve rekreasyon, temel kültürel ve bilişim hizmetleri, (muhtemelen) ekolojik restorasyon faaliyetleri ve benzerlerini de kapsar.

Bu tür temel ihtiyaçlar toplumsal olarak belirlendikten ve politik olarak aracılık edildikten sonra, bu temel ihtiyaçları üretmek için toplumsal olarak gerekli olan toplam (doğrudan ve dolaylı) emek saati sayısı, belirli bir teknoloji ve emek süreci kümesine uygun girdi-çıktı verileri yardımıyla kolayca hesaplanabilir. Bu toplam miktar daha sonra toplumsal ve siyasi tercihler, engellilik ve iş rotasyonu ilkesi dikkate alınarak çalışma çağındaki nüfus arasında dağıtılabilir. Bu, herkes için evrensel olarak tanınmış, insana yakışır bir yaşam standardını yeniden üretmek için her yurttaştan istenen asgari emeği oluşturan gereklilik zeminini veya heteronomi alanını oluşturur. Bu, aynı zamanda, temel ihtiyaçlar için mücadele edilmeyen eşitlikçi bir toplumun “şenliğinin” de temelidir.

Altını çizmek gerekir ki, diğer toplumsal ihtiyaçlar (acil durum planlaması, afetlere hazırlık, bilimsel araştırma ve teknolojik ilerleme için planlı yatırım vb.) için ortak fonlar düşüldükten sonra her işçi doğrudan emek-zaman payını alır. Kalan emek-zaman fonlarını acil ihtiyaçların ötesinde ürünler elde etmek için kullanabilirler, bu da ek taleplerini üretmek için toplumsal olarak gerekli emek zamanının bilgisine dayanan ek bir süre daha çalışmak anlamına gelir. Bunun sonucu olarak, değişim (meta değişimi olmasa da) dijital emek sertifikaları aracılığıyla gerçekleşebilir. Temel ihtiyaçlara yönelik talep zaman içinde nispeten istikrar kazanırken, daha kişisel, özelleştirilmiş ürünlere yönelik arz ve talep arasındaki ilişki, tüm satış noktalarını birbirine bağlayan çevrimiçi bir ağ tarafından kolayca takip edilebilir ve bir değişiklik veya dengesizlik durumunda planlama kurumları uyarılabilir.

Madde ve Enerji Kullanımının Planlı Kontrolü

Planlamada söz konusu olan, kapitalizme özgü parasal kategorilerle ölçülen soyut, yabancılaşmış emek değil, bilinçli, gönüllü ve planlı bir rotasyon içinde kullanım değerleri üreten emektir. Bu, kapitalist meta üretimini açıkça ortadan kaldırmayı amaçlamayan çeşitli toplumsal tahayyüller karşısında sosyalizmin ayırt edici özelliklerinden biridir. Bu, vergi indirimleri (veya zenginler için vergi artışları), evrensel temel gelir veya yabancılaşmış, yüce bir otoriteden metalaşmaya kısıtlamalar talep etmekten temelden farklıdır. Mistikleştirilmiş üretim ve dağıtım kategorilerinden (değer ve fiyat; ücret, faiz, rant ve kâr; üretken ve üretken olmayan sektörler; vb.) kaynaklanan hiçbir muğlaklık yoktur.

Planlama süreci, işçilerin genel planın çeşitli mekânsal ve sektörel yönlerini aktif bir şekilde şekillendirdiği ve geçerli kıldığı, görünümün daha alt düzeylerinden daha üst düzeylerine kadar çeşitli kolektif organları birbirine bağlayan iç içe geçmiş konseylerden oluşan bir yapı tarafından yönlendirilebilir. Herhangi bir zamanda toplam enerji ve madde kullanımı, aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya geri bildirim mekanizmaları içeren özyinelemeli bir tarzda belirlenen kısıtlamalarla yönetilebilir. Bu kısıtlamalar, kararlarımızın olası tüm sonuçlarına ilişkin bilimsel bilgiler, (bu tür bilgiler belirsizliklerle karakterize olduğundan) ihtiyatlılık ilkesinin izlenmesi, ekosistemlerin karmaşıklığı ve kullanılan değerlendirme kriterlerinin çokluğu ışığında siyasi müzakere süreçleri sonucunda ortaya çıkacaktır.[vii]

Sosyalist planlamada, toplumsal emeğin artık pazarlama ve reklamcılık, danışmanlık ve finansal hizmetler gibi dallarda israf edilmeyeceği; planlı eskitme ve gıda israfı gibi birikim stratejilerinin ortadan kalkacağı; ekolojik açıdan yıkıcı endüstriler (fosil yakıt, silah, özel jet, SUV araçlar vb. üretimi) büyük ölçüde küçültüleceği veya tamamen engelleneceği gerçeği, işsizliğin tamamen ortadan kaldırılması ve tüm çalışan yurttaşların yukarıda tartışılan temel ihtiyaçların üretilmesi ve sağlanmasına katılımı ile birleştiğinde, gereklilik zeminindeki emek süresinin günde sekiz saatten önemli ölçüde daha az olacağı anlamına gelir.

“Temel ihtiyaçlar” kategorisinin ne kadar dar veya geniş tanımlandığına bağlı olarak, üretim alanındaki payı, ülkeler arasında önemli farklılıklar göstermekle birlikte, kabaca yüzde 45 ila 70 aralığındadır.[viii] Dolayısıyla, üretimin bilinçli bir şekilde yönlendirilmesinin doğrudan bir sonucu, yukarıda bahsedilen faaliyetlerin durdurulması veya aşamalı olarak kaldırılmasıyla ilişkili madde ve enerji girdi-çıktısında önemli bir azalma olacaktır. Bu, küçülme ve sosyalizm tahayyüllerinde ortak olarak istenen ve beklenen bir sonuçtur. Ancak, küçülmenin kurumsallaştırılması söz konusu olduğunda bir sınır çizgisi varlığını sürdürmektedir: “Maddi yaşam standardındaki büyüme, materyal (ve enerji) kullanımındaki büyüme anlamına gelir. Bu büyümeyi üreten ekonominin kapitalist, pre-kapitalist ya da sosyalist olması fark etmez.”[ix]

Önemli ölçüde daha fazla boş zamanın ve yeniden üretim emeğinin toplumsal ve komünal örgütlenmesinin, geniş anlamda temel ürünlere (yaşamın diğer maddi yönlerine ek olarak yüksek kaliteli sağlık, eğitim, toplu taşıma, kültürel ve bilişim hizmetleri ile parklar ve rekreasyon tesisleri) evrensel erişimle birleştiğinde, küresel nüfusun büyük çoğunluğunun maddi yaşam standardında gerçekten bir büyüme oluşturduğuna inanıyoruz. İşte bu noktada, küçülme savunucuları, toplumsal örgütlenme biçimine kayıtsız bir büyüme kavramını benimseyerek, nicelik ve nitelik arasındaki ilişkiyi bulanıklaştırmakta ya da belki de nitelik sorununu bastırarak tartışmayı niceliksel boyuta indirgemektedir.

Buradaki argüman, sosyalist bir toplumun her şeyden daha fazla üreteceği ve yine de niteliksel farklılığı nedeniyle ekolojik olarak yıkıcı olmayacağı değildir. Küçülme literatürünün kendisi, sorunun “daha fazla mı daha az mı?” değil, “neyin daha fazlası ve neyin daha azı?” olduğunu açıkça savunmaktadır. Ayrıca, dünyanın bazı bölgelerinde iyi bir yaşam standardı sağlamak için çoğu üretim faaliyetinin büyük ölçüde genişletilmesi gerekirken, diğer bazı yerlerde üretimin ölçeğinin, yönünün ve bileşiminin değiştirilmesinin söz konusu olduğu şüphesizdir. Ancak her halükarda, bu, toplumsal (yeniden) üretimin bizzat iktidarı ele alan işçiler ve yurttaşlar tarafından bilinçli bir şekilde planlandığı ve yönlendirildiği bir toplumsal formasyon lehine kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasını gerektirir. Savunucuları tarafından da kabul edildiği üzere, küçülme emperyal bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü Küresel Kuzey için tasarlanmış bir projedir. Küresel Güney için arzu edilen ve uygulanabilir bir yol değildir.[x]

Entropiden Kaçmak mı?

Georgescu-Roegen’in ekonomik meseleleri termodinamik bir perspektiften okuması, buna göre tüm ekonomik süreçlerin geri döndürülemez ve entropik olması, küçülme düşüncesinin temel taşlarından biridir. Doğal süreçler belirli bir yönde hareket ederler ve her türlü enerji kademeli olarak ısıya dönüştüğü ve ısı artık kullanılamaz hale gelene kadar dağılıp kaybolduğu ölçüde niteliksel değişim içerirler.[xi] Evrenin sonlu ve yalıtılmış olup olmadığı ya da dünyanın kapalı veya yalıtılmış bir sistem olup olmadığı sorusu kendi başına ilginçtir ve entropi yasasının bu bağlamda yorumlanması üzerinde önemli etkileri vardır.[xii]

Nobel ödüllü bir kimyager olan Frederick Soddy’nin ilk kez 1926 yılında ekonomi alanında entropi hakkında yazdığını belirtmek gerekir. Yine Nobel ödüllü bir başka fizikçi, Erwin Schrödinger, 1944 yılında yaşamın negatif entropi olduğuna işaret etmiştir. Yaşam entropiye karşı bir eylemdir. Düzensizliğe karşı organize olmaktır. Ünlü matematikçi ve mühendis Claude Shannon’ın 1948’de keşfettiği gibi, bilgi de negatif entropinin bir biçimidir. Yani bilgi düzensizliğin içinden çıkan bir düzendir, bir mesaj iletir. İnsanın iki ayaklılığı nasıl yerçekimine karşı hareket ediyorsa, yaşamamız, düşünmemiz ve iletişim kurmamız da entropiye karşıdır.

Şu anki bilgilerimize göre, entropi yasası, tıpkı yerçekimi yasası gibi, gözlemlenebilir evren için geçerlidir. Evrenin tüm tarihi olan 13.8 milyar yıldır geçerlidir ve muhtemelen gelecekte de öyle kalacaktır. Benimsediğimiz toplumsal formasyonlar ve üretim tarzları ne olursa olsun, evren düzensizliğe doğru ilerlemeye devam edecektir. Bileşik kapitalist büyümenin gerçek bir sınırı olmadığı argümanına ekolojik bir itiraz getirmek için entropi yasasından faydalanmak elbette mümkündür. Ancak Georgescu-Roegen’in de altını çizdiği gibi, “can alıcı hata, sadece büyümenin değil, sıfır büyüme durumunun, hatta yok olmaya doğru yakınsamayan bir düşüş durumunun bile sonlu bir ortamda sonsuza kadar var olamayacağını görmemekten ibarettir.”[xiii] Entropi yasası katı bir şekilde ele alındığında hiçbir üretim tarzının ayrıcalıklı bir konumu yoktur.

Bu nedenle entropi kartını kullanmak aslında dikkatleri, toplumsal, ekonomik ve ekolojik sıkıntıların temel nedeni olarak kapitalist üretim tarzını – tarih ötesi bir büyüme nosyonunu değil – kendi bütünlüğü içinde teşhir etme gerçek siyasi görevinden uzaklaştırmaktadır. Evrensel ve tarih ötesi bir fizik yasasının belirli bir tarihsel döneme kesin bir kısıtlama olarak uygulanması yararlı değildir. Biyofiziksel göstergelerin çok önemli olduğunu ve kullanım değerlerinin planlı üretiminde dikkate alınması gerektiğini kabul ediyoruz. Ancak, enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve harcanana karşılık geri dönen enerjiyi sürdürülebilir bir şekilde artırmak için önemli sınırlar olduğu varsayımı söz konusu olduğunda, neden bu kadar dehşete düşüyoruz?[xiv] Dünya yüzeyine gelen muazzam enerji akışından fotosentez veya mevcut teknolojilere kıyasla daha yüksek verimlilik oranlarında yararlanmayı neden göz ardı edelim?

Türümüz Albert Einstein’ın enerji-madde denklemini keşfedebildi, neden bunu ya da diğer keşifleri farklı şekillerde uygulama yeteneğine sahip olmasın? Potansiyelini bilinçli bir şekilde kullanabilen, araştırmaların ve üretici güçlerin geliştirilmesinin kâr güdüsüyle değil, doğrudan üreticilerin amaçlı ve bilinçli kararlarıyla yönlendirildiği sosyalist bir toplum, mevcut toplumsal ve ekolojik sorunları çözmek için kesinlikle geleceğin teknolojilerine bel bağlamayacak, ancak bu olasılığı da göz ardı etmeyecek ve böyle bir ilerlemenin peşini bırakmayacaktır.

Dikotomilerin Ötesinde: Planlama ve İktidarı Ele Alma

Küçülmenin en kapsamlı ve derin temsilinin yapıldığı çalışmalardan biri olan Schmelzer, Vetter ve Vansintjan’ın çalışmalarında itiraf ettikleri gibi, “[…] planlama gerçekliğinin kendisi – başlıca aktörleri, merkezi ya da adem-i merkezi (decentralized), katılımcı ya da dayatmacı olup olmadığı – [küçülme düşünürleri tarafından] nadiren ele alınmaktadır.”[xv] Planlama sorusundan neredeyse kasıtlı olarak kaçınılması, kısmen bir üretim tarzı olarak kapitalizmle doğrudan yüzleşmeye yönelik yaygın isteksizliğe bağlanabilir. Bu literatürün temel metinlerinden biri olan Küçülme: Yeni Bir Çağ için Kavram Dağarcığı‘nda[xvi] yer alan bir katkıda bu isteksizlik üç faktöre bağlanmaktadır: Birincisi, Serge Latouche gibi etkili küçülme düşünürlerinin kapitalizmi temel eleştiri nesnesi olarak almama konusundaki ısrarı; ikincisi, küçülmenin gönüllü birlikteliğe, adem-i merkeziyetçi ve yatay öz-örgütlenmeye verdiği önem; ve üçüncüsü, açıktan bir antikapitalizm ve sosyalizmle birlikte gelen tarihsel bagajdan taktiksel olarak kaçınılması.[xvii]

Aynı isteksizlik örgütlenme, güç kullanımı ve devrim konularında da dikkat çekicidir. Bu, küçülme iddiası açısından göz ardı edilemeyecek önemli bir eksikliktir. İster enerji altyapısı ve kullanımı, ister üretim hacmi, isterse de toplumsal ürünün büyüklüğü ve bileşimi konusunda özerk kararlar alınması söz konusu olsun, yukarıda bahsi geçen tüm geçişler, üretim araçlarının mülkiyetini gerektiren (ancak bununla sınırlı olmayan) iktidar ilişkilerinde önemli bir değişim öngörmektedir. Küçülme literatürü, simbiyotik bir şekilde bir arada var olabilen reformist olmayan reformlar, nowtopia’lar[xviii], karşı hegemonik eylemler (blokajlar, sistemsel çatlaklar arası boşluk alanları vb.) gibi çeşitli stratejileri savunmaktadır. Ancak örgütlenme sorunu ve devletin güç kullanma tekeli çoğunlukla ihmal edilmektedir.[xix] Direniş ve mücadele araçları ve kapitalizm altında “reformist olmayan reformlar” genellikle postkapitalist bir geleceğe ait kurumlar ve toplumsal süreçler tartışmasıyla ilişkilendirilirken, devrim sorunu rahatça geçiştirilmektedir.

Dolayısıyla, bir yanda küçülme düşünürlerinin planlama ve sosyalizme artan ilgisi ile diğer yanda planlamayı piyasa mekanizmasına bir alternatifin temel direği olarak tartışma ve kapitalizmden net bir kopuşu düşünme konusundaki isteksizlik arasında bir gerilim söz konusudur.[xx] Bu gerilimle ilgili olan ve küçülme literatüründe öne çıkan üç alanın üzerinde duracağız: Yerelleşme, otonomi ve siyasi katılım. Büyüme karşıtı düşünürlerin önemli konulara dikkat çektiklerini, ancak analizlerinin genellikle tek taraflı kaldığını ve bir üretim tarzı olarak kapitalizmin bütününü ele almakta ve dolayısıyla sistemik bir alternatif sunmakta başarısız olduklarını iddia ediyoruz.

Yeniden Yer(el)leştirme: Tek Taraflılıktan Kaçınma

Üretimin yerelleştirilmesi (ve mekana yeniden dağıtılması, yeniden yerleştirilmesi), “refah veya esenlik artarken bir ekonominin girdi-çıktı kullanımının (enerji, materyal ve atık akışları) azaldığı bir hat” olarak tanımlanan küçülmenin temel ilkelerinden biridir.[xxi] Bu, yerel ihtiyaçların yerel üretimle veya daha kısa üretim-ticaret-tüketim devreleriyle karşılanması anlamına gelir.[xxii] Burada söz konusu olan, tartışmalı bir şekilde, uzmanlaşma ve işbölümünden kaynaklanan ticaretle ilişkili enerji ve atıkların azaltılmasından daha fazlasıdır. Bu durum, küçülmenin yerel, küçük ölçekli üretimle daha uyumlu olduğu varsayılan adem-i merkeziyetçi yapılara ve yatay örgütlenmeye yaptığı eşit derecede önemli vurguyla bağlantılıdır.

Buradaki ilk mesele, altta yatan toplumsal ilişkilerden ziyade ölçeğin sorunsallaştırılmasıdır. Hangi sınıf, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin büyük ölçekli örgütlenmeye atfedilen yersiz hiyerarşilere yol açtığını sormak yerine, büyük ölçekli örgütlenişin kendi kendini oluşturduğu kabul edilmektedir. Bununla birlikte, ölçek ve hiyerarşi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak söz konusu olduğunda Murray Bookchin’in ihtiyat çağrısını hatırlamakta fayda var: “adem-i merkeziyetçilik, küçük ölçekli topluluklar, yerel otonomi, hatta karşılıklı yardımlaşma ve komünalizm özünde ekolojik ya da özgürleştirici değildir. Aslında küçük ölçekli topluluklar, karşılıklı yardımlaşma ve toprağın ortak kullanımı etrafında yapılandırılmış olan Avrupa feodalizminden daha adem-i merkeziyetçi olan çok az toplum vardır. Yerel otonomi son derece önemliydi ve otarşi feodal toplulukların ekonomik kilidini oluşturuyordu. Yine de çok az toplum daha hiyerarşikti.”[xxiii] Toplumsal bağlamı ve içeriği belirtilmemiş herhangi bir basit ya da karmaşık teknoloji, küçük ya da büyük ölçekli örgütlenme ya da yerel, bölgesel, ulusal ve hatta küresel yapı kümesi, ne bir yandan baskıcı ve sömürücü, ne de diğer yandan özgürleştiricidir.

Üretimin potansiyel olarak kapsamlı bir şekilde yerelleştirilmesinden kaynaklanan ikinci soru, azalan ölçekle ilişkili üretkenlik kaybıdır. Üretkenlik ve büyük ölçekli üretim özünde sermaye birikimi zihniyetiyle ilişkili olarak kavrandığından, bu durum genel olarak küçülme düşünürleri tarafından memnuniyetle karşılanabilse de, biz emek üretkenliğini sermaye birikimine özgü kriterlerle tanımlanan çeşitli verimlilik kavramlarından ayırmakta ısrar ediyoruz. Sosyalizm, emek üretkenliğinin amaçlanan artışını ve genel olarak üretici güçlerin gelişimini benimser.[xxiv] Emek üretkenliğindeki bir azalma, hem küçülmenin hem de sosyalist tahayyülün bir başka temel hedefiyle, yani yaşamın yeniden üretimi için gerekli iş gününün kısaltılmasıyla çelişir.

Bu sonuncusu Marx tarafından gerçek özgürlük alanının ortaya çıkabileceği zorunluluk alanı olarak ve hiçbir toplumsal formasyonda ortadan kaldırılamayan, ancak “[…] bireysel ve toplumsal yaşam için gerekli olan her şeyin programlı ve planlı bir şekilde üretilmesini” sağlamak için “[…] maksimum verimlilikle ve en az çaba ve kaynak harcamasıyla”[xxv] örgütlenebilen heteronomi alanı olarak tartışıldı. Gorz’a ve bir başka küçülme öncüsü Ivan Illich’e göre, otonomi alanının en üst düzeyde genişlemesi, heteronomi alanında karmaşık araçların ve ileri teknolojilerin kullanılmasını koşullandırır.[xxvi] En etkili küçülme öncülerinden ikisinin bu açık vurgusunun çağdaş küçülme savunucularının dikkatinden kaçması dikkat çekicidir.

Mesele bu ikili emek anlayışı ve zorunluluk ile özgürlük arasındaki içsel ilişki açısından kavrandığında, önemli olanın iki alanın karakterini, niteliğini ve göreli önemini koşullandıran toplumsal üretim ilişkileri olduğu anlaşılır. Yerelleşmeye yapılan vurgudaki temel mesele ekonomik, coğrafi ya da idari ölçek değildir. Daha ziyade, argümanın çoğu biçimindeki tek taraflılıktır.

Yerelliğin özgürleştirici bir erdem haline gelebilmesi için, işçilerin kolektif organları tarafından düzenlenen ve koordine edilen daha geniş ve iç içe geçmiş bir yapıya sahip olması gerekir. Sosyalizm altında yerelliklerin karşılıklı bağımlılığı, kapitalizmin karakteristiği olan aralarında bir güç asimetrisi ya da hiyerarşisi anlamına gelmeyecek, aksine kolektif güçlerinin kaynağını temsil edecektir. Örneğin, gezegensel kriz nedeniyle gıda üretiminde beklenen aksamalar ve tarımsal uygulamalarda öngörülen değişimler, sosyalizm altında yerel kendi kendine yeterlilikle değil, daha küresel bir resmin mevcut olduğu daha yüksek planlama düzeylerinde koordinasyonun yoğunlaştırılmasıyla karşılanacaktır. Aynı şey agroekolojik gıda sistemlerinin, ekolojik restorasyonun ve yeryüzü bakım emeğinin yaygınlaşması ve ölçeğinin büyümesi için de söylenebilir.

Yukarıda dile getirilen uyarılar hiçbir şekilde yerelleşmenin ya da yerelliğin sosyalizmde yeri olmadığı anlamına gelmemektedir. Sosyalizmin sadece üretim araçlarının özel mülkiyetinin toplumsal mülkiyetle yer değiştirmesi ve değer yasasının planlı üretim lehine ortadan kaldırılmasıyla karakterize olmadığına inanıyoruz. Aynı zamanda, emekleri üretimin, toplumsal yeniden üretimin ve çevrenin yaratımının kurucu unsuru olan işçilerin ve yurttaşların güçlendirilmesini de gerektirir.[xxvii] Bu tür bir güçlendirme, doğrudan üreticilerin özerkliğini mümkün olan azami ölçüde artırır, ancak özerk yerelliklerin çeşitli ölçeklerde daha geniş, uyumlu ve tutarlı bir plana entegre edilmesi gerekliliğini de göz ardı etmez.

Otonomi: Kapitalizmin Sönümlenmesi mi?

Küçülme düşüncesinde yerelleşmeye yapılan vurguyla bağlantılı olarak otonomi (ya da özerklik) kavramının merkezi bir önemi vardır.[xxviii] Bu iki alan arasındaki bağlantı, ekonomik faaliyet ölçeği büyüdükçe özyönetim becerisinin azaldığı fikrine bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Décroissance (degrowth, küçülme, -ç.n.) terimini 1972’de ilk kez ortaya atan André Gorz, önemli olanın üretim sürecinin hiyerarşik yapısı değil, bu hiyerarşiyi gerekli kılan unsurlar, yani üretici birimlerin ölçeği, birbirlerine bağımlılıkları ve bunu izleyen teknik, toplumsal ve bölgesel işbölümü olduğunu savunur. Benzer şekilde Illich de uzmanların aracılığı olmaksızın otonomi ve özyönetimin küçük ölçekli sistemler ve basit teknolojiler gerektirdiğini savunur.[xxix] Büyük ölçekli toplumsal yapılar ve büyük teknolojiler otonomi ve özyönetimle çelişir.

Cornelius Castoriadis ve Latouche’u takiben, küçülme literatürü, otonomiyi, insanların kendi yasalarını ve tarihini belirli dışsal otoriteler (Tanrı, kilise, piyasalar gibi) yerine kendilerinin yaptığı anlamına gelen farkındalıkla ilişkilendirir.[xxx] Latouche’a göre, “ekonomi” kendi yasaları ve eğilimleri ve özellikle kendi büyüme ve kalkınma tahayyülleri olan (yani kapitalizm değil) görünüşte otonom bir alan olarak, bozulmanın ana kaynağıdır.[xxxi] Dolayısıyla, insanlar ancak kendilerini büyüme ve üretimciliğin bağımlılık yapan tahayyülünden özgürleştirerek ve bilinçli bir öz-sınırlama uygulayarak normlar, kurallar ve değerler belirleyebilir ve böylece otonomi ve demokrasi oluşturabilirler.[xxxii]

Yerel özörgütlenme ve özyönetim deneyimleri değerli ve öğreticidir. Bununla birlikte, kapitalist bir bağlamda devrimci bir pratik olarak otonomi aranışının kendi sınırları vardır. Otonomi alanı bağlı olduğu ve bu nedenle onlardan özerk olduğunu iddia ettiği güçler tarafından koşullandırıldığı için gerçek özerklik, kendi bağlamında, mümkün değildir.[xxxiii] Sermaye ve devlet birer ilişki olmaları yerine statik, hiyerarşik ve baskıcı varlıklar olarak kavranırsa ve bu ilişkilerin hem etkeni hem de sonucu olan çatışma süreçleri doğrudan hedeflenmez ve ortadan kaldırılmazsa, elde edilebilecek en iyi şey sonuçların bastırılmasıdır. Ancak nihayetinde bastırılan şey geri döner. [xxxiv]

Devletten ve (toplumsal bir ilişki olarak) sermayeden özerklik, onların kalıcılığını varsayar. Bu nedenle, özerklik projesi, sınırlı ve kısmi olumsuzlama yoluyla sermayenin hegemonyasını teyit eder ve böylece bu hegemonyanın bir parçası ve parseli haline gelir. Bu, La Vía Campesina, EZLN veya Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin paha biçilmez deneyimlerini reddetmek veya küçümsemek değildir. Tüm bu deneyimler özgün nitelikleriyle karakterize olmuştur ve başlı başına öğrenmeye değer önemli dersler içerir. Ancak, hepsi, özerk olmayı amaçladıkları toplumsal, ekonomik ve askeri güçlerle çevrili olma, hatta kuşatılmış olma ortak zeminini paylaşıyor. Piyasa ilişkilerinden ve metalaşmadan kaçınmak (meta üretimini ortadan kaldırmadan kısmi metasızlaştırma), üretim ilişkilerini ortadan kaldırma anlamına gelmez. Bu nedenle, kendi tarihsel olarak spesifik devlet formu da dahil olmak üzere bir üretim tarzı olarak kapitalizmin bütünlüğü sorunu belki bastırılabilir, ancak temelli kaçınılamaz.

Mümkün olan maksimum özyönetim ve özerklik (çeşitli ölçeklerde), sosyalist bir toplumun istenen ve gerekli bir özelliğidir. Elbette “öz”ün özerk olduğu şey sosyalizmde temelden farklıdır. Varlık ve yaşamın tüm boyutlarına sızan ve bunları bağdaştıran sermaye toplumsal ilişkisi değil, sermaye birikiminin önüne gelen her şeyi yıkan gücü değil, aksine daha yüksek ve daha merkezi koordinasyon, planlama ve yönetim seviyeleridir. İkincisinin bizzat varlığı, özerkliğin altını oyduğu varsayılan hiyerarşik yapılarla ilişkilendirildiğinden çoğu küçülme düşünürü için bir tabudur. Ancak, daha alt ve yerel birimlerin, konseylerin ve planlama emsallerinin iç içe geçmiş bir yapısına entegrasyonu, yereli veya onun özerkliğini mutlaka yadsımak veya bastırmak zorunda değildir.

Yerel olan ve merkezi olan etkili ve uyumlu bir şekilde çalışmak için birbirlerini öngörürler: Bir yandan, mevcut tüm bilgileri kullanan genel sistemi denetleyen yapıların yokluğunda, yereldekiler uyumsuzluğa düşebilir ve ortaya çıkan rahatsızlıklar tüm sistemi tehdit edebilir. Öte yandan, işçilerin işyeri düzeyinden başlayan özyönetimini feda etmek ve tamamen merkezi bir karar alma sürecini dayatmak sadece esnekliğini ve uyarlanabilir kapasitesini azaltarak sistemi riske atmakla kalmaz, aynı zamanda sosyalizmin politik içeriğini de boşa düşürür. [xxxv] Küçülme literatüründe deliberation (danışma, müzakere ya da katılımcılık. Bundan sonra katılımcılık olarak geçecek ç.n.) olarak da adlandırılan siyasi öz-oluşum ve özyönetim süreci, bu nedenle hem otonom ve entegre hem de yerel ve merkezi durumları aynı anda gerektirir.

Katılımcılık: Kolektif İşçi Genel Zekaya Yeniden El Koyuyor

Katılımcılık, çevresel bağlam da dahil olmak üzere kararların, potansiyel olarak etkilenen tüm tarafların katılımını içeren toplumsal kurumlar ve süreçler aracılığıyla verildiği fikrini ifade eder. Her şeyden önce, bu bilinçli katılım süreci, ihtiyaçların, arzuların, değer biçmenin verili haliyle alınmadığını, aksine öznelliği kuran toplumsal bir müzakere sürecinin getirildiğini ima eder. Başka bir deyişle, katılımcılık ve özyönetim sadece araç değil, aynı zamanda kendi içlerinde birer amaçtırlar. Böyle bir sürecin bir diğer avantajı, çevrenin ve toplumsal ürünün farklı boyutlarına ilişkin değer biçilmesinde ayrışan veya çelişkili yanları ortaya çıkarmaktır. Küçülme düşünürlerine göre bu esaslı ir yer tutar, zira çeşitli değerlerin ve niteliklerin ölçülebileceği, ifade edilebileceği veya kalibre edilebileceği tek bir ölçek yoktur. Değer eş-ölçülemezliği, mevcut bilimsel bilgi ile birleştiğinde çoklu değerlendirme kriterlerinin kullanılmasını gerektirir.[xxxvi]

Küçülme literatüründe katılımcılık konusundaki tartışmaların eksik kaldığı noktalardan biri, sınıfa dayalı iktidar ilişkilerinin nasıl dönüştürüleceği veya ortadan kaldırılacağı (ya da dönüştürülüp dönüştürülmeyeceği ve ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağı) konusunda belirsiz kalmalarıdır. Demokratik karar mekanizması olan kurumların tartışmalı ve müzakereye açık zemininin hala çatışma halindeki sınıf çıkarlarına veya sadece katılmaya istekli “bireylere” ve “etkilenen taraflara” dayanıp dayanmayacağı muğlaktır. Bu çok kritiktir, zita bu sürecin kendisi aslında örgütsel araçların oluşturulması ve kitlelerin katılım için güçlendirilmesidir. Katılımcılık ve planlama meseleleri, mevcut iktidar ve mülkiyet ilişkileri ile bir kopuşun gerçekleşip gerçekleşmediğine (veya öngörülüp öngörülmediğine) ve bu kopuşun araçlarının ne olduğuna bağlıdır.

Özörgütlenme konusunda böyle bir deneyim, Ekim Devrimi’ne kadar geçen yıllarda toplumsal üretimi ele almanın aracı olarak sınıf mücadelesi içinde oluşturulan sovyetler ve işçi konseyleri idi. Toplam toplumsal üretimin farklı parçalarını üreten, konseylerde ve sovyetlerde birleşen kolektif işçi (Gesamtarbeiter) daha yüksek koordinasyon kurumları da oluşturdu ve üretim üzerindeki kontrolü merkezi konseylere ve planlamaya delege etti. Bu delegasyon sistemi yukarıdan aşağıya kontrol yoluyla planlamadan farklıydı. Merkezi planlama yerel girişimleri, müzakereleri ve katılımcılığı dışarıda tutmadı. Ayrıca bu, sayılarla ilgili tamamen teknik bir sorun olarak algılanmadı veya eğitimli uzmanların uzmanlık alanı olarak belirlenmedi.[xxxvii]

Katılımcı planlamaya yönelen küçülme düşünürleriyle yapıcı bir tartışma için, Sovyet deneyimine kolektif işçilerin bir araya gelmesi, farklı ölçekler düzeyinde planlama, emekçi halkın farklı bölümlerini (üretim, lojistik, mühendisler, bilim insanları vb.) kısmi sınıf çıkarlarının ötesinde birleştirme – yani proletaryayı toplumsal (yeniden) üretimi kontrol etmede bir bütün halinde birleştirme girişimi – olarak dikkat çekmek istiyoruz. Tüm eksikliklerinin yanı sıra güçlü yanları ve başarıları (ki bunlar genellikle reddedilir ya da reddedilmediği durumlarda çoğu küçülme düşünürü tarafından ihmal edilir) ile bu tarih, kapitalist meta üretimine sistemik bir alternatif olarak planlama üzerine düşünenler için derslerle doludur.

Yüzyıl sonra, kolektif işçinin ulaştığı düzey önemli ölçüde genişledi. Toplumsal yeniden üretimin bütünlüğüne ilişkin bilgi de öyle. Veriler sadece üretim sürecinde değil, aynı zamanda döngünün diğer devrelerinde, üretimden tüketime ve günlük yaşama veri madenciliği ve tüketici profili oluşturma biçiminde de elde edilir. Bu, bir kez kapitalist biçiminden sıyrıldığında, alternatif bir toplumu tasavvur etme yeteneğimizi zenginleştirir. En önemlisi de bir bütün olarak işçiler üretim sürecine ve bilgisine yeniden el koyabilirler. Bu, kolektif işçi ve onun özörgütlenmeleri (sovyetler, meclisler, konseyler vb.) tarafından üretilen genel zekanın yeniden kamulaştırılması anlamına gelir.

Bilimsel bilginin merkezi bir dayanak olarak öne çıktığı ekolojik sınırlar – ölçek ve biyofiziksel limitler meseleleri – çok kritiktir. Kapitalist toplumlarımızda kimi zaman bilimin nihai yargıç olarak yüceltilebildiği ve halkı gütmek üzere işe koşulabildiği ama kimi zaman da sermaye birikimini tatmin ettiği sürece tamamen göz ardı edilebildiği doğrudur. Ancak, bilimin aktarımı, kamusal bilim anlayışı, açık bilim, yurttaş bilimi, özgür yazılım hareketleri gibi ortaya çıkan akımlar embriyonik formda bir alternatifi temsil eder. Çevresel kararlar ve bunun sonucunda üretimle ilgili kararların bilimsel bilgiyle donatılması gerekir, ancak bu kararlar öncelikle toplumsal ve politik süreçler olarak kalmayı sürdürür. Katılım süreci, bilim işçileri ve yanı sıra şimdi toplumsallaştırılmış üretim bilgisine sahip diğerleri de dahil olmak üzere, yaşamın (yeniden) üretimini temsil eden birleşik konseyleri, kolektif emek meclislerini içermelidir.

Küçülme literatüründe katılımcılık olarak atıf yapılan şey, elbette, işçilerin güçlendirilmesinin merkezi bir ilkesidir. Kısmi çıkarların bir arada varoluşu ve çatışmaları, bu tür çıkarlara ve değer biçmeye (toplumsal ürüne, çevresel etkilere, vb.) aracılık eden politik süreçler ve öznelerin nasıl inşa edildiği ve etkinleştirildiği, gerçek hareketler tarafından pratikte tartışılmalı ve incelenmelidir. Yine de, 1917 ve 1949 sonrasında mülklüleştirilmiş köylülük örneğinde olduğu gibi, keskin çatışmalar ve olası engellenmeler durumunda, toplam sistemin uyarlanmasını denetleyecek ve kolaylaştıracak yapılar ve süreçler de aynı derecede önemlidir. Küçülme tarafından doğru bir şekilde kritik olarak belirlenen meseleler (otonomi ve katılımcılık), yirminci yüzyıl sosyalist planlamasının pratik deneyimlerinde unutulmuş değildi. Önemli eksiklikler ve hataların olduğu şüphesizdir. Ancak bu, sosyalizme mesafe almak için bir bahane değil, aksine ondan öğrenme fırsatı olmalıdır.

***

Alternatif, eşitlikçi bir toplum aklın tasarımı olamaz. Mevcut, gerçek hareketlere ve çelişkilere dayanmalı ve şu anda var olan dayanaklardan doğmalıdır. Küçülme, hepsi çok değerli olan çeşitli hareket ve uygulamalardan, otonom alanlardan, halk iktidarı ve karşı hegemonyayı inşa etmiş laboratuvarlardan beslenir ve bunları tanımlar. Yine de, onda eksik olan şey açıkça devrimci bir vizyon ve kapitalist üretim tarzını kendi bütünlüğünde ele almaya bağlı kalamamadır. Bu makalenin konusu olmasa da, küçülme, örgütlenme soruları, zor kullanımı ve devrimci kopuş anı konusunda muğlak kalmaktadır. Kapitalist meta üretimini yerinden etmek üzere planlama mekanizmaları ve süreçleri söz konusu olduğunda yerel, özerk örnekleri daha büyük ölçekli, merkezi olanlarla sağlamlaştırma ve tamamlama ihtiyacıyla yüzleşmekten kaçınıyor. Büyümeyi fetişleştiriyor, kapitalist bağlamından başka bir yere taşıyor ve bu nedenle farklı üretim tarzları olarak kapitalizm ve sosyalizm arasındaki niteliksel farklılıkları kavrayamıyor.

Bütün bunlar, sosyalizmin ve küçülmenin kesinlikle uyumsuz olduğu anlamına gelmiyor. Ancak, tartışmaya değer araç ve amaçlarda önemli tutarsızlıklar bulunuyor. Bu makalenin bu tür bir dikkate almaya ve söyleme katkıda bulunacağını umuyoruz.

 

Notlar:

[i] Michel Löwy, “Ecosocialism and/or Degrowth?,” Climate and Capitalism, Ekim 8, 2020; Miichel Löwy, Bengi Akbulut, Sabrina Fernandes, ve Giorgos Kallis, “For an Ecosocialist Degrowth,” Monthly Review 73, no. 11 (Nisan 2022): 56–58; Jason Hickel ve Samuel Miller-McDonald, “Ecosocialism is the Horizon, Degrowth is the Way: A Review of Less Is More and an Interview with Jason Hickel,” The Trouble (blog), Şubat 11, 2021; Paul Murphy ve Jess Spear, “The Necessity of Ecosocialist Degrowth,” Global Ecosocialist Network (blog), Haziran 4, 2022; Timothée Parrique ve Giorgos Kallis, “Socialism without Growth,” Brave New Europe (blog), Şubat 10, 2021.

[ii] André Gorz, Strategies for Labor. A Radical Proposal (Boston: Beacon, 1967); Ekaterina Chertkovskaya, Alexander Paulsson, ve Stefania Barca, Towards a Political Economy of Degrowth (New York: Rowman & Littlefield, 2019); Jason Hickel, Less Is More: How Degrowth Will Save the World (Londra: Windmill Books, 2020); Giorgos Kallis, Degrowth (Newcastle: Agenda, 2018); Giorgos Kallis, Susan Paulson, Giacomo D’Alisa, ve Federico Demaria, The Case for Degrowth (Cambridge: Polity, 2020).

[iii] Hickel, Less Is More; Matthias Schmelzer, The Hegemony of Growth: The OECD and the Making of the Economic Growth Paradigm (Cambridge: Cambridge University Press, 2017).

[iv] Kallis, Degrowth, 73.

[v] Kallis, Degrowth, 73.

[vi] Giorgos Kallis, “Socialism without Growth,” Capitalism, Nature, Socialism 30, no. 2 (2017), 190.

[vii] Planning for Entropy, “Democratic Economic Planning, Social Metabolism and the Environment.” Science & Society 86, no. 2 (2022): 291–313.

[viii] Bu rakamlar temel ihtiyaçları üretmek için gerekli üretim araçlarınının üretimini içermektedir. Detaylar için bkz.: Güney Işıkara, “The Weight of Essentials in Economic Activity,” Review of Radical Political Economics 53, no. 1 (2021): 95–115.

[ix] Giorgos Kallis “Capitalism, Socialism, Degrowth: A Rejoinder,” Capitalism, Nature, Socialism 30, no. 2 (2019), 267.

[x] Matthias Schmelzer, Andrea Vetter, ve Aaron Vansintjan, The Future Is Degrowth. A Guide to a World beyond Capitalism (New York: Verso, 2022), 25.

[xi] Nicholas Georgescu-Roegen, “Energy and Economic Myths,” Southern Economic Journal 41, no. 3 (1975): 347–81.

[xii] David Schwartzman, “The Limits to Entropy: Continuing Misuse of Thermodynamics in Environmental and Marxist Theory,” Science & Society 72, no. 1 (2008): 43–62.

[xiii] Georgescu-Roegen, “Energy and Economic Myths,” 367.

[xiv] Kallis, Degrowth, 80.

[xv] Schmelzer, Vetter, ve Vansintjan, The Future Is Degrowth, 295.

[xvi] Derleyenler: Giacomo DAlisa, Federico Demaria, Giorgos Kallis. Çevirmenler: Ayşe Ceren Sarı, Burag Gürden, Berk Öktem, Yaprak Kurtsal. Metis Yayıncılık; 1. basım (9 Haziran 2020)

[xvii] Diego Andreucci ve Terrence McDonough, Degrowth: A Vocabulary for a New Era, içindeki “Capitalism,” bölümü, editörler Giacomo D’Alisa, Federico DeMaria, ve Giorgos Kallis (New York: Routledge, 2015), 59–62.

[xviii] Chris Carlsson’ın aynı adlı eserinden gelen ve çevirisi olmayan bu kavram için bir tanım: İnsanların günlük yaşamlarında kapitalizmi terk ediş anında ütopya potansiyelini gösteren bir kavram (Anarşizm ve Coğrafya: Anarşist Coğrafyanın Kısa Bir Şeceresi, Simon Springer, 2013)

[xix] Schmelzer, Vetter, ve Vansintjan, The Future Is Degrowth, 276.

[xx] Cédric Durand, Elena Hofferberth, ve Matthias Schmelzer, “Planning beyond Growth: The Case for Economic Democracy within Limits,” Political Economy Working Paper 2023/1, Ocak 25, 2023, archive-ouverte.unige.ch/unige:166429; Parrique ve Kallis, “Socialism without Growth”; Löwy et al., “For an Ecosocialist Degrowth”; Schmelzer, Vetter, ve Vansintjan, The Future Is Degrowth.

[xxi] Kallis, Degrowth, 9.

[xxii] Serge Latouche, Farewell to Growth (Cambridge: Polity, 2009), 37–38; Kallis, Degrowth, 119.

[xxiii] Murray Bookchin, “Social Ecology versus Deep Ecology: A Challenge for the Ecology Movement,” Green Perspectives, no. 4–5 (1987 Yazı).

[xxiv] Üretici güçler terimi genellikle teknoloji ve üretkenliğe indirgense de onun içeriği bundan daha geniştir. Üretici güçler tartışması için bkz. Işıkara ve Narin (2022).

[xxv] Karl Marx, Capital, vol. 3 (Londra: Penguin, 1976), 959; André Gorz, Farewell to the Working Class (Londra: Pluto, 1997), 94–104, 97.

[xxvi] Gorz, Farewell to the Working Class, 96.

[xxvii] Güney Işıkara ve Özgür Narin, “The Potentials and Limits of Computing Technologies for Socialist Planning,” Science & Society 86, no. 2 (2022): 269–90.

[xxviii] D’Alisa, Demaria, ve Kallis, Degrowth: A Vocabulary for a New Era.

[xxix] Gorz, Farewell to the Working Class, 30. Benzer şekilde, Ivan Illich, Tools for Conviviality (New York: Harper and Row, 1973).

[xxx] Kallis, Degrowth, 5.

[xxxi] Latouche, Farewell to Growth.

[xxxii] Bengi Akbulut, “Degrowth,” Rethinking Marxism 33, no. 1 (2021), 101; Schmelzer, Vetter, ve Vansintjan, The Future Is Degrowth, 203–4.

[xxxiii] Steffen Böhm, Ana C. Dinerstein, ve André Spicer, “(Im)possibilities of Autonomy: Social Movements in and beyond Capital, the State and Development,” Social Movement Studies 9, no. 1 (2010): 17–32.

[xxxiv] Özgür Narin, Karşı İşgal. İşgal Hareketleri ve Özyönetimler Üzerine Bir Derleme kitabı içindeki “Otonomi Üzerine Değiniler [Some Thoughts on Autonomy]” bölümü, editörler Deniz Gürler ve Ayşegül Sandıkçıoğlu Gürler (Istanbul: Siyah Beyaz Yayınları), 227–39.

[xxxv] Işıkara ve Narin, “The Potentials and Limits of Computing Technologies for Socialist Planning,” 285.

[xxxvi]Planning for Entropy, “Democratic Economic Planning.”

[xxxvii] SSCB’de planlamanın kaderi bu makalenin kapsamında değildir. O, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ilgası (etrafından dolanılması değil) bakımından dünya tarihsel bir olaydır ve geniş bir coğrafyadaki toplumsal üretimin planlanlanmasına dair eşi benzeri görülmemiş bir deneyimdir. Ancak, ne işçi ve köylü meclislerinin tabandan dinamizmi varlığını sürdürdü, ne de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişki giderildi. Çoğu insan bu nedenle planlamayı teknokratik bir süreç olarak algılamaktadır ve “kaynakları yönetme ve halkın yaşamına yabancılaşmanın mesafeli durulan bir yolu” olarak görmektedir (Durand, Hofferberth, ve Schmelzer, “Planning beyond Growth”).

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin