T.C. varlığını Kürt varlığının inkarına borçludur. Yüz yıldır Kürtleri katlediyor, işkence ediyor, hapsediyor, dilini, kültürünü, tarihini yasaklıyor… Ve Kürtler, her türlü, şiddet, baskı, yasak ve devlet terörüne kahramanca direniyor… Yüzyıllık bir sorun olur mu? Laik, demokratik, sosyal-hukuk devleti denilende pekâlâ olabiliyor… Türkiye’nin halk düşmanı rejimi, modernlik, ‘ilericilik’, çağdaşlık retoriğiyle kendini yeniden üretiyor…
Ana okulundan üniversiteye çocukların, gençlerin bilinci resmî tarih ve resmî ideoloji yalanlarıyla iğdişleştiriliyor… İşte, Türkiye’nin entelektüel azgelişmişliğin başlıca nedeni bu… Bizde resmî yalanlarla beslenen eğitilmişler “Kutsal Devlet’in” istediği gibi düşünür… Rejimin tabularına dokunmamak için azami özen gösterirler. Türkiye’nin “aydını” boldur ama “entelektüel” zaafıyla malûldür… Resmi yalanlar insanların düşünme yeteneğini dumura uğratıyor… Rejimin niteliğini tartışmaya cüret edenin, ‘kutsal devletin’ tabularına dokunanın eli yanar…
Bizde ortalama bilinç, “yurttaş bilinci” değil, misafir, mülteci, sığıntı bilincidir… Ortalama insan birileri tarafından bahşedilmiş bir “vatanda” yaşadığını düşünür… Hiçbir şeye itiraz etmez. Kürt sorunu tabudur, dokunanın elini yakar… Bir kitabımdan ve bir yazımdan iki kere hapse atıldım… Üniversiteden kovuldum… Hakkımda açılan davaların sayısını bilmem mümkün değil… Aslında kapısında üniversite yazan kurumların asıl işlevi sömürü-yağma ve talan rejimini meşrulaştırmak, yeniden üretmek, devamlılığını sağlamaktır… Şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi kaygısı olanları barındırmaz… Bunu söylerden, Batı’dakilerin matah olduğu ima edilmiyor… Aslında bizdekiler o çok ünlü üniversitelerin kötü birer kopyasıdır sadece… Elbette her zaman bilim namusuna, entelektüel dürüstlüğe sahip, ‘gerçek üniversiteye’ yakışınlar da var, hep vardı ama onlar istisnadır. Şimdilerde neoliberal küreselleşmenin bir ‘gereği’ olarak, üniversite denilen kurumlar, ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüşmüş durumdalar…
Aslında üniversiteler uzman yetiştiren kurumlardır… Orada entelektüel kaygılara yer yoktur… Sorunların kaynağına inmeye cüret edenler ‘saf bilimden’ sapmakla, işe ideoloji ve politika karıştırmakla suçlanırlar ve gereği yapılır…
Sovyet sisteminin çöktüğü ve Kürt hareketinin yükselişe geçtiği 1990’lı yılların başında, sol hareketin önünü kesmek üzere faşist İtalya’dan ithal edilen TCK’nın 141 ve 142’nci maddelerinin yerini, Terörle Mücadele Kanunu aldı… “Asıl terör devlet terörüdür” başlıklı yazımdan yargılandığım davada yaptığım savunmada, Kanun’un ‘uygulanış tarzı’ veri iken, Terörle Mücadele Kanunu’nun adının Düşünce Özgürlüğüyle Mücadele Kanunu olarak değiştirilmesi gerektiğini söylemiştim…
Oysa, özgür düşünceyi, özgür tartışmayı, ifade özgülüğünü, basın-yayın özgürlüğünü yasaklayan bir rejim, bir toplum önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker…
Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği sefil duruma bak, anlarsın…
Bu ülkenin mülk sahibi sınıfları ve yönetici elitleri sadece ‘uyduruk resmî ideolojiye’ dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Şimdilerde rejimin ‘İslamo-faşist’ bir nitelik kazanması bir yol kazası değil, bilinçli bir tercihin sonucudur… Rejimin tüm kurumları adım adım dinci gericilik tarafından kuşatılmış durumda… Türk-İslam sentezi denilenin bir gereği olarak…
Fakat, resmî ideoloji tek başına yeterli olmaz… Onun yetersizliği polis, jandarma, mahkemeler ve cezaevleri marifetiyle telafi edilir…
Merdan Yanardağ neden hapse atıldı? Bir yerinden rejimin tabusuna dokunduğu için… Mesleğinin, işinin gereğini, yapılması gerekeni yaptığı için… Tabu, yasaklanarak korunandır… Gazetecinin misyonu ve varlık nedeni ‘gerçeği söylemek’-yazmak, kamuoyunu bilgilendirmektir… Sessiz çoğunluğun sesi olmaktır… Bir insan asıl işini, yapması gerekeni yaptı diye cezalandırılır mı? Maalesef Laik demokratik sosyal hukuk devleti denilende gayet mümkün… Esasen neoliberal küreselleşme çağında medya da zıvanadan çıktı… Misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaştı… Sermayenin ve ‘kutsal devletin’ elinde tam bir yalan, tahrifat, komplo ve provokasyon aracına dönüştü… Tabii ‘yalan makinasının’ yardımına koşan müesses nizamın siyasetçilerinin dahlini de unutmamak gerekir…
Durum böyle olsa da her şeye rağmen gerçeği söylemeye cüret eden gazeteciler, düşünce insanları, entelektüeller var ve olmaya devam edecek… İnsanlık var oldukça düşünce namusunun, entelektüel dürüstlüğün gereğini yapanlar hiç eksik olmayacak… Aksi halde durum umutsuz olurdu… Doğrusu Yanardağ’ın kendini “içerde” hissettiğini sanmam… Özgürlük ve haysiyet bilincine sahip olanlar için mapusane duvarları bir işe yaramaz… Hapse tıkarak onları engellemek mümkün değildir… Merdan Yanardağ dostumuza Ankara’dan selam olsun…