Cumartesi gecesi, yolculuklal Lefkoşaya vardım. Yollar tenhaydı. Tam da gece yarısına varmadan evimin kapısını açtım. Hafif rüzgar esiyordu. Serinti gibiydi. Evden ayrılırken açık unutuğum mutfak elektriği de hala aydınlatmaya devam ediyordu. Biraz acelem var gibiydi. Cumartesi sonlanırken, resmen sansüre uğrayacak Tele 1 kanalının karartma anı öncesi son dönemini görmek istiyordum. Normal hava gibi girdiğim makale birden gerçeklerle karşılaşma anına geldi. Cumartesi tamamlanırken aslında net biir başka gerçekle de günümüzle yüzleşiyordum. Tele 1 karartırıyoredu. Öyle bir karartma ki nerden baksan tutarsızlık dahi az kalan tuhaf ama tam da otoriter rejimin muhalif gerçeklere uyguladığı tutumdu.
Cumartesi tamamlandı. Artık pazarın gecesinde ilerliyorum. Ağır ağır yorgunluk duyumları da başladı. Ama yine de tanıklıkla yazma direncim beni ayakta tutuyor. Türkiyede son dönemin sadece medya üzerindeki baskılar aslında bize de mesajları çoktan vermesi gerekirdi. Merdan Yanardağ kendi demediği sözler nedeniyle tutuklandı. Öylesine yargı paradoksları yaşandı ki ilerde demokratik rejimlerde islomofaşizmin örnekleri olarak örnekleştiirilecektir. Peşinden şimdi de Barış pehlivan yeniden hapisane yolcusu gibi. Medya kanalı olarak TELE 1 ise bir haftalık karartma kararına uğradı. Yine ayni mahkemenin erteleme ve uygulama kararları süreci, bize ielrde çok tuhaf tutarsızlığın daniskası olacak gelişmeydi. Deyişmeyen gerçek, Tele 1 de yeniden karartıldı.
Peki bizim en azından kendine medyacı veya gazeteci örgütler adını kulananlar, bu konuda diyecek sözleri yokmu? Elbet yok. Sadece birkaç kişi denecek derecede konuyu anlatan kesim kaldı. Tabi bu arada adımıza hala çağdaş vedemokrat kelimeleri de kulanmaktan geri kalmama yarışı da sürektedir. Hele de sıkıyorsa, mebus gazetecilerimiz laf etsin. Partileri onların ağzını tıkar. Nede olsa saray bakışları bir başka oluyor.
Cumartesinin bir de gelenekseleşen direnişi var. Buna isterseniz, evlatlarını, kardeşlerini arayan aneler kadınlar deyin. Her cumartesi elerinde kayıp olan evlatlarını kardeşlerini arıyor. Devletin de onlara sopasıyla karşılık verme refleksi de yaşanıyor. Klasik bir tekrar gibi oldu. Anayasa dahil bunların eylem yapma hakını teslim etmesine rağmen, yine de durum deyişmedi. Yaşlı aneleri döverek, ters kelepçelerle tutuklamalar devam ediyor.
Ne işitiyorlar: kaybolan ve onların hiç olmazsa kemiklerini istemektedirler. Ne olaylar nede kemikleri hiçbiri etrafta yok. Bilinenler dahi bilinmezlik dehlizine gönderildi. Gerçi çoğu nasıl oldu diye bilenler var. Devletin kendisi gayet iyi biliyor da örtmekte direniyor. Kirli savaşların ve devletin karanlık güçelrinin yaptıkları hala akılda. İnsanlar braktı sorgulamayı veya suçluların bulunmasını, evlatlarının hiç olazsa mezarlarının bilinip kemiklerinin gömülmesini istiyorlar. Oda dayak ve yasağa katılıyor.
Garip gelmesin, Kıbrısta da kayıplar çok. Fakat böyle bir direnişe pek raslamadık. Güneyde zaman zaman kayıplar talepleri de olunca, kuzeyden hemen nefret zehiri kulanılması da başka bir paradoksal gerçektir.
Halbuki arjantinde de ve benzer birçok ülkede de kaybedilenler veya daha doğrusu katledilip yok edilen insanlar vardı. Direndiler. Sonunda da kazandılar. Kazandıkça ve sayfa hafifçe aralanınca da içinden hep devletin kirli yüzü karşımıza geldi. Arjantin tarih yazıp iyi analar direniş tarihine kazıldı. Bir farkla, Arjantinde olayları yapan rejimlerde yargılandı. Rejim bunları yaparken şimdi lanetleniyor. Oysa ister Türkiye ister K. Kıbrısta ayni rejim daha da kötüleşerek devam ediyor. Gerçi Erdoğan başlangıçta algı oyunu kandırmacası yaptı: yaşlı kadınlara kayıpların delhizlerde kalmayacağını söyledi. Peki sonrası, Galatasarayda evlatları için oturan ve kayıpların hiç olmazsa mezarı olsun diye talepte bulunan analara yapılmayan brakılmadı. Hem de anayasanın haktır demesine rağmen.
Cumartesi artık tamamlandı. Pazarın gecesine geçtim. Yazı daha da sürdürülme olasılığına sahipken, yavaş yavaş gözlerime çöken uyku ile uzaktan gelen müzik sonucu burada brakıp daha fazla kafanızı da yormama adına noktalıyorum.