“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.
Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip
çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]
Televizyon dizilerinden “tarih” öğrenilmez; ama coğrafyamızda bunun aksi varittir… Böylesi bir ortamda, “Tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir,” diyen Napolyon Bonapart’ı ya da “Tarih eski hataları tekrarlayan yeni insanlardan ibarettir,” notuyla Sigmund Freud’ü veya “Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar,” vurgusuyla Bertrand Russell’ı anımsamamak mümkün mü?
Elbette değil!
Ancak José Ortega y Gasset gibi, “Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil” desem de; Wilhelm Dilthey’in, “Tarih, yaşam akışımızdan ortaya çıkan anlamdan hareketle bizi sınırlamanın üzerine çıkararak özgür kılar. Fakat burada anlam kesin değildir. Hayatı anlamlandırmak derinleştirirken, tarih özgür kılar,” sözlerine -bağıntıları ile[2]– önem verenlerdenim; “ecdat” hikâyelerini bu eksende ele alıyorum.
Kolay mı?
Dönemin Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır,”[3] startını verdiği güzergâhta “AKP’nin ‘tarihçi’leri tarihi yeniden yazıyor”![4]
Bunu görmeyen, bilmeyen yoktur umarım; “Hep tarihi bir olay yaşar bu Türkler, tarih bilmezler… Herkes tarihi değiştiriyor, herkes Sultan Süleyman! Herkesin çocuğu dahidir ya bizde, onun gibi bir şey bu,”[5] ifadeleri eşliğinde Prof. İlber Ortaylı’nın…
“Ecdat” hikâyelerinin malum replikleri eşliğinde Osmanlı’nın “yeni-Osmanlı” hayranları durmadan şunları (“tarih tezi”ni) tekrarlar: “Osmanlı dönemi bir ‘altın çağ’ idi, inançlar, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik topluluklar ve hatta uluslar ‘barış içinde yaşar’dı, ‘herkes eşit’ti”!
Bu sanrılar, elbette “resmi tarih” anlayış(sızlığ)ının mütemmim cüzüdür ve Osmanlı İmparatorluğunun tarih yazımı ile bağıntılıdır.
Siyasala, savaşa, sultana odaklı tarihçilik; Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu ve yarattığı ideolojinin açığa çıkardığı bu tarih yazımı, imparatorluğun gelişim süreciyle ilişkilidir.
Böylesi bir tarih yazımı devletin güncel politik ihtiyaçlarının ürünüdür. Bugüne “doğru bilgi” olarak taşınıp milliyetçi, muhafazakâr tarihçiliğin de mutlak bilgisi hâlini almıştır. Tarih yazıcılığının eşsiz bir geçmiş yaratma arzusu; iktidar için sınıfları, halkları hem siyasal hem de toplumsal olarak yönetme ihtiyacından kaynaklanır. Bu ihtiyaç tarihi ideolojik bir araca dönüştürür. Toplumun ve toplumsal sınıfların bilgisini, toplumsal sınıfların güç ve mücadelelerine yönelik olarak yeniden ve yeniden kurgulamak ister. Yarattığı bilgi ve bilinç, egemen olanın bilincidir.[6]
* * * * *
Ancak! Her tarih yazımı, ister istemez kendi boşluklarını, lapsus’larını içinde barındırır. Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Türk süvarileri 9 Eylül 1922 günü girdikleri İzmir’in “düşmandan temizlendikten” tam dört gün sonra 13 Eylül 1922’de başlatılan ve 17 Eylül’e kadar dört gün süren “İzmir Yangını”nın faili meçhuldür!
Yangın ilk olarak Basmane’de başlıyor. Boydan boya bütün Ermeni mahallesini yakıp, yıkıp harabeye çeviriyor. Mahallenin büyüklüğünü bugün de anlamak mümkün. İzmir Fuarı’nın kurulduğu Kültürpark’ın tamamı yangın sonunda ortaya çıkıyor. 1936’nın ilk günü parkın temelini atan Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz, tesisin en önemli “özelliğini” açıklarken şöyle diyor:
“Bu yangın yerinde Ege ve İzmir’e çok hayırlı bir iş için toplanmış bulunuyoruz!” (Basmane girişindeki Behçet Uz heykeline giderseniz yukarıdaki sözleri mermer bir duvara yazılı hâlde durduğunu göreceksiniz.)
Yangın devam ederken Falih Rıfkı Atay da şehirdedir. Çok iyi bir gazeteci olan Atay hiçbir detayı kaçırmadan not alıyor:
“İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk?[7]
Gerçekten İzmir’i kim yaktı?
Bir başka “lapsus”: Azınlıklara yönelik en büyük saldırılardan biri olup, ‘Tarihi utanç’ olarak nitelendirilen 6-7 Eylül Pogromu’nda resmi kaynaklara göre, en az 10 kişi yaşamını yitirdi. 4 bin 214 ev, bin iş yeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. Ve bu tarihi gerçek de kayıt dışıdır!
Ya Sarıkamış? Kimilerine göre 30 bin, kimilerine göre 90 bin, kimilerine göre de 250 bin Anadolu insanı öldü(rüldü).
“Nasıl oldu bu”? sorusunu “Yakın tarihimiz çok önemli derslerle dolu ama ona bile vakıf değiliz,”[8] diye yanıtlıyor Abbas Güçlü!
Gerçekten de “Artık padişahların da koruma altına alındığı”[9] coğrafyamızda uzmanlık alanı meçhul Emine Erdoğan’ın, “Harem, Osmanlı hanedan üyeleri için bir okuldur. Kadınların hayata hazırlandıkları, hayır faaliyetlerini örgütledikleri bir eğitim yuvasıdır,”[10] diyebildiği garabet ortamında Recep Tayyip Erdoğan’ın Çanakkale klibi de pek çok tarihi hata barındırıyor: Klipte Osmanlı askerleri Türk bayrağı, İstiklal Harbi külâhları kullanıyor. Askerler göğüslerinde İstiklal Madalyası taşıyor![11]
Böylesi acemiliklerle yüklü tabloda Sultan İkinci Abdülhamid’e nur yağdırılması da şaşırtıcı olmamalı!
“Yeni Türkiye”de tarih icat etme faaliyetinde Abdülhamid Osmanlı’sı adeta nirengi noktası alınırken; “Kuruluş” miti, “Diriliş Ertuğrul” dizisi abartılıları da unutulmamalı!
Seçmeli, çifte standartlı tarih yazımında Niğbolu’da birleşik bir haçlı gücünü devirse de, Timur’a yenilerek imparatorluğu bir kargaşa ve karışıklık (“Fetret Devri”) içine sokmuş Sultan I. Bayezid (Yıldırım) konusunda tıs yok.
Aynı minvalde hiç şüphesiz XV. ve XVI. yüzyıllar baş tacı edilirken “tagayyür ve fesâd”la (bozuluş ve kargaşa) tanımlanan XVII. yüzyıl da “tu kaka” ediliyor.
Özetle insana, Louis Althusser’in, “Cehalet asla bir argüman olamaz!”; Michel Foucault’nun, “Hayat, kendini beğenmişlikten, boş sözlerden, zil ve zıngırak gürültüsünden başka bir şey değildir,”[12] deyişlerini anımsatan “aç-kapa”, “kapa-aç” ameliyesi eşliğinde parantez-parantez bir resmi tarih inşasıdır sözünü ettiğimiz!
* * * * *
Altını çizmeye gayret ettiğim açmaz “16 Türk devleti efsanesi” için de geçerlidir.
Cumhurbaşkanlığı forsuna kadar yansıyan resmi mitosa göre, “Türkler bundan önce tarihte 16 devlet kurmuşlardır. Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar da bunu simgelemektedir.”
Türkiye Cumhuriyeti 17. devlettir ve son Türk devletidir. Bir nevi “ahir zaman devleti” gibi yani…
Bugün kullandığımız bağlamıyla Türk, Türklük, Türk ırkı, Türk milleti/ulusu gibi terimler asırlar önce başlayan ve günümüze kadar kesintisiz süren, son derece karmaşık “inşa” sürecinin ürünüyken;[13] Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre de: Basık burunlu, yayvan suratlı ve Araplara felâket getirici “Ye’cüc ve Me’cüc ırkı” (Enbiya, 96) ne yazık ki Türklerdir.
Arapçası, “Utruk al-Turka mâ tarakûka in ahabbûka va’in gadibûka kataluka” olan cümlenin anlamı şudur: “Size yanaşmadıkça siz de Türk’e yanaşmayın, çünkü severse sizi yer, sevmezse gebertir” (Buhari)![14]
Ve Fransız tarihçi Claude Cahen’e göre de, “Gerçek ve güvenilir bir Türk tarihi hâlâ yazılmış değildir.”[15]
Ancak bu böyle olsa da Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken’in, “Anadolu’ya Selçukîlerin milyonlarca kişilik büyük kitleler hâlinde gelmiş oldukları kolay kolay iddia edilemez. Esasen Selçuk akını büyük bir muhaceret olsa bile bunun bir kısmının Horasan, İran, Azerbaycan yolu üzerinde kalmış olması lâzım gelir. Çünkü bu akın Selçuk, Tuğrul, Melikşah ve Alparsan zamanlarında, yani en aşağıdan bir asırlık bir zamanda olmuştur. Şu hâlde Selçukîler Anadolu’ya yerleştikten sonra orada milyonlarca Müslüman-Türk nüfusun bulunması eski Paflagonya, Frigya, Kapadokya, Bitinya, Lidya, Karya, Likya. vb… ahalisinden büyük bir kısmının Türklüğü ve İslâmlığı kabul etmiş [ettirilmiş-yn[16]] olduklarını gösterir,”[17] ifadesindeki Türkî bir “saflık” söz konusu değilken; bir sürü yalan dolan kurmacası da bunların artısıdır:
“Etek ve koltuk altı temizliğinin kontrol edilip öğretildiği yerdir ordu…
ABD’nin sadece Vietnam’da, Fransa’nın sadece Cezayir’de, Rusların sadece Katyn’de (Polonya) katlettiklerinin binde biri Türk ordusunun şerefli tarihinde yoktur.
Bunların hepsi bir yana; dostu düşmanı bilir ki ordunun bir diğer adı ‘Muhammed’in Ocağı’dır.
Bütün bu saldırılar bu mükemmelliğedir. Bütün bunlar bu güzellikler toplamına olan kıskançlıktır.
‘Askerde adam olmak’ sözünün, Anadolu’nun dilinden kazınamaması bu yüzdendir,”[18] militarist zırvasındaki üzere!
* * * * *
“Türklere Anadolu’nun kapılarını açan zafer” olarak nitelenen Malazgirt’ten “Kahpe Bizans” iğrençliğine uzanan kesitte “Selçuklu Zaferi”ni öğrenmenin tek yolu bölgedeki Ermeni tarihçiler…
Bu durumu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Tellioğlu, Türk Tarih Kurumu’nun ‘Türk-Ermeni Külliyatı’ içindeki ‘Ermeni Kaynaklarının Gözüyle Anadolu’nun Fethi’ başlıklı makalesinde şöyle ifade eder: “Eğer Ermeni kaynakları olmasaydı, Selçukluların Anadolu’yu kendilerine nasıl yurt olarak seçtiklerini anlamak mümkün olmazdı. Her ne kadar Ermeni kaynaklarındaki bilgiler parça parça olsa da bunlar bir araya getirilip değerlendirildiğinde bir tarihi gerçek de ortaya çıkmış olmaktadır.”
Ortaya çıkan gerçekler arasında Selçukluların ele geçirdiği bölgelerdeki yıkımlar da bulunuyor. Makaleye göre bu yıkımlar arasında Ermeni kaynaklarında en öne çıkanlardan biri, 1018 yılının Mart ayında Van bölgesindeki Vaspuragan eyaletine yönelik Selçuklu kuşatmasıydı.
Dönemin önemli Ermeni tarihçilerinden Urfalı Mateos’un ifadesiyle haça tapınan bütün Hıristiyan halk, “Allah’ın hiddetine” maruz kalıyordu. Ermeni tarihçi, Çağrı Bey ve çevresindekileri “Öldürücü nefesli ejder” olarak tanımlıyor, “kanatlı yılanlar”ın bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiklerini yazıyordu. Sonuç Ermeni tarihçiler için “İncil’de anlatılan felâket günlerinin Türkler eliyle yaşanmaya başladığına karar verecekleri” gibi olacaktı. Selçuklu ordularının baskısı ile Ermeniler o dönemde Bizans İmparatorluğu elindeki Batı bölgelere kaçmaya başlıyordu. Ermeni tarihçi Aristakes, 1021’deki kayıtlarında Van’daki Vaspuragan kralı Senekerim’in topraklarını Türk baskısıyla Bizans’a bıraktığını belirtiyordu.
Ermenilerin siyasi, dini ve kültürel merkez şehirleri Karin’e (Erzurum) yönelik “Selçuklu tehdidi” tarihçilerin üzerinde durduğu konulardandı. Ordu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ergin Ayan’ın “Tuğrul Bey Dönemi Selçuklu-Bizans Ekseninde Ermeniler” makalesine göre, yağma öncesi bölgedeki durumu Aristakes şöyle anlatıyordu:
“Düşman her taraftan halkı kuşattığı için bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Orada sevgililer ağıtlar yaktı. Babalar ve analar çocukları için sevgi ve şefkati unuttular. Rahiplerin dudaklarında ilahiler ve mezmurlar. İstisnasız herkesi korku ve titreme kaplamıştı. Birçok hamile kadın bebeğini düşürdü. Selçuklular, ağlarını atmış avcılar gibi bitkin ve halsiz halkı kuşatmışlardı. Mayıs ayında üzerine ne yağmur ne de çiğ düşen Simbat Dağı şimdi üzerine düşen imanlı erkeklerin ve kadınların kanını içiyordu.”
Ermeni tarihçi Simbat ise yaşananları ayrıntıları ile kaydediyordu:
“Onların yegâne ümidi ölümdü. Halk, düşmanın şiddeti önünden kaçabildi ise de, Müslümanlar onları takip ederek, ellerindeki kılıçlarını kaldırmış oldukları hâlde onların arkasından şehre girdiler ve onları kâmilen kılıçtan geçirip telef ettiler. Onlar, büyük miktarda altın ve muhtelif cins kıymetli kumaşlarla zenginleştiler. Şehirde, Davit adlı bir korepiskopos vardı. Düşmanlar onun hazinesini alıp kırk deveye yüklettiler. Onun evinden yüz adet altılı öküz çıkıyordu. Şehirde 700 kilise vardı. İşte zalimler bu zengin ve güzel şehri kılıçtan geçirdiler. Ölülerin birçoğu yüzüstü bırakılmış olup yırtıcı hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Güzel kadınlarla çocuklar da, köle olarak İran’a götürüldüler. Bu vaka, Ermeni ülkesinin mahvolmasının başlangıcı oldu. Çünkü kılıç kuvvetiyle zaptedilen ilk şehir bu olmuştur.”
Urfalı Mateos, 150 bin kişinin imha edildiğini, 800 kilisesi bulunan şehrin mahvedildiğini yazıyordu. Mateos, Karin’in tahrip edilmesinin Ermeniler için bir milat, Ermenistan’ın mahvolmasının başlangıcı olduğunu ifade ediyordu: “Bundan sonra şark milleti seneden seneye devamlı bir surette mahvedildi.”
16 Ağustos 1064’teki Selçuklu akını ise Ermenilerin kutsal şehri, Ani’ye yönelik oluyordu. Her ne kadar bu şehir 1045’te Kral Gagik’in ölümünden sonra Bizans hâkimiyetine bırakılmış olsa da, “savaşla alınamaz” olduğu düşünülen Ani’nin Selçuklu hâkimiyetine geçmesi Ermeni toplumunda büyük yıkım yaratacaktı.
Urfalı Mateos, şehirdeki “bin bir” kilisede kurtuluş için ayin düzenlendiğini kaydederken Alparslan’ı da “bir kara bulut gibi” tasvir ediyordu.
Mateos, Selçukluların şehre girmesinin ardından taş üstünde taş kalmadığını, askerlerin “ikisi iki elinde, birisi de dişlerinin arasında olmak üzere üç keskin bıçak” ile merhametsizce halkı öldürdüğünü, kentin kısa sürede kan denizine döndüğünü ifade ediyordu.
Genceli Giragos, kenti kuşatan Alparslan’ın “insanları yok eden bir hayvan” gibi şehri ele geçirdiğini kaydediyor, Müverrih Vardan ise Alparslan için “…söylendiğine göre, bir hendek içinde bin kişiyi keserek, onların kanıyla yıkandı” diyordu.
Ani sonrasındaki hedef, Malazgirt oluyordu. Fakat dönemin Ermeni tarihçileri bu savaşı öncekiler kadar geniş yer vermiyordu. Prof. Tellioğlu’nun makalesine göre Ermeni tarihçiler için Ani’nin kaybedilmesi sonrası diğer yerlerin de “düşmesi” şaşırtıcı değildi.
Prof. Tellioğlu’nun makalesine göreyse Mateos, 1070’te Sultan Alparslan’ın “taşkın bir nehir gibi” hareket ederek Malazgirt’e geldiğini, bir gün içinde ele geçirdiğini kaydediyordu. Şehirdeki büyük katliamın nedeni olarak da Tuğrul Bey’in geri çekilmesi karşısında yapılanlar olduğunu belirtiyordu.
Aristakes, Malazgirt’te Bizans ordusunun ağır bir mağlubiyete uğradığını kaydedip Tanrı’nın artık Romalıların yanında olmadığı yönünde bir tespitte bulunuyordu.[19]
* * * * *
Atina’nın tehditlerinden korkan Megara kralı, göçe karar verip, “Kuzeye, Körler Ülkesi’ne göç” etmesiyle Byzas’ın, “Orası ‘Körler Ülkesi’dir (Khalkedon-Kadıköy). Biz ise onun karşısına yerleşiyoruz,” diyerek kurduğu söylenilen “Şehirlerin Kraliçesi”nin surları (Konstantin Surları) Propontis’ten (Marmara Denizi) Altın Boynuz’a (Haliç) kadar uzanır. Daha sonra adı -Roma İmparatoru Vespesian (M.S 69-79) tarafından- Byzantion’dan Byzantium’a çevirir.
Ayşe Hür’ün ironik betimlemesiyle, “Yıllardır fethetmeye doyamadığımız İstanbul”,[20] ya da Bizans’a dair birçok söylence, resmi ideoloji için düşmancadır.
En hafifinden “Bizans entrikası”, “Kahpe Bizans” gibi terimleri hatırlayalım. Ya da “Surları onaracağıma yıkarım daha iyi” diyen belediye başkanını. Ya da, İstanbul’da ve Anadolu’nun değişik yerlerinde yıkılmaya terk edilen yüzlerce değerli Bizans yapısını…
Osmanlı döneminde, Bizans hakkında yazılmış kitap sayısı üçü geçmez. Bunlardan ilki XVII. yüzyıl yazarı Hüseyin Hezarfen tarafından yazılan ‘Tarih-i Devlet-i Rumiye’ adlı eseridir.
İkincisi XIX. yüzyıl yazarı Ahmed Mithat Efendi’nin ‘Mufassal Tarih-i Kurun-i Cedid’ adlı eserinin bir bölümüdür.
Üçüncüsü ise Tarih-i Osmani Encümeni’nin 1919’da yayımladığı ‘Osmanlı Tarihi’ kitabının üç ana bölümünden biridir. İçlerinden en negatifi Ahmet Mithad Efendi’nin eseridir. Yazara göre Bizans yozlaşmayı, kanunsuzluğu, müsrifliği ve ciddiyetsizliği temsil ederken, Osmanlılar tüm halkları karanlık çağlardan kurtaranlardır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Bizans’a karşı tutumun adını koymak daha güç. 1923’te bir Bizans tarihi yazılması, 1926-1930 arasında Darülfünun’da arkeoloji ve sanat tarihi dersleri veren Albert-Louis Gabriel’in Selçuklu-Türk sanatının yanı sıra Bizans sanatına da değinmesi, 1931’de rejimin ideoloji yapıcılarından Fuad Köprülü’nün -muhtemelen bir yıl önce Türk Tarihinin Ana Hatları’nı yazmanın rahatlığı içinde- Bizans Müesseselerinin ‘Osmanlı Müesseselerine Te’siri’ adlı kitabı yazması dışında dişe dokunur bir şey yok. Elbette kitabın adına kanıp da Köprülü’nün, böyle bir “tesir” olduğunu düşündüğünü sanmayın, aksine kitap böyle bir “tesirin olmadığını” ispatlamak için yazılmış.
1933’te Darülfünun’dan üniversiteye geçildikten sonra üniversitelerimizde Sümeroloji, Hititoloji, Sinoloji (Çin Bilimi), Hungaroloji (Macar Bilimi) gibi nice bilim dalında bölümler açılırken, bu topraklarda bin yıldan fazla hüküm sürmüş Bizans akla bile gelmez.
Bizans’ın bilimsel bir araştırma alanı, bir bilim dalı olarak eğitim dünyamıza girmesi ancak 1941 ve 1944 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin girişimleriyle seçkin bir Bizans uzmanı olan İngiliz tarihçi Steve Runciman’ın ders vermek üzere Türkiye’ye davet edilmesiyle olur.
1950 yılında İstanbul Adliye Sarayı’nın hafriyat çalışmaları sırasında Bizans eserlerinin bulunması üzerine aynen bugün olduğu gibi inşaatın durdurulmasını isteyenlerle, buluntuların “çanak çömlek olduğunu” düşünenler tartışır. Bu heyecanla, 15-21 Eylül 1955’te İstanbul’da toplanan 10. Uluslararası Bizans Tetkikleri Kongresi ise, ne yazık ki, 6-7 Eylül’de gayrımüslimlere yönelik yağmanın gölgesinde kalır.
İstanbul Üniversitesi bünyesinde, Genel Sanat Tarihi Kürsüsü’ne bağlı olarak başlatılan Bizans Sanat Tarihi Programı, 1963 yılında Bizans Sanatı Kürsüsü adı altında bağımsız bir disiplin olmuş, Cumhuriyet’in ilk ciddi Bizans kazıları 1970’li yıllarda (Thomas Mathews ve Wolfgang Müller-Wiener tarafından) gerçekleştirilmiş ama 1982 yılında kürsü sistemini ortadan kaldıran büyük yönetsel değişikliklerden sonra bu kürsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümlerine bağlı bir anabilim dalına dönüşmüş. Bütün çalışmaların başında, emekli olduğu 1991 yılına kadar bulunan Profesör Semavi Eyice’nin bile Bizans’tan çok Osmanlı hakkında yazması ilginç bir durum olsa gerek.
Bilim dünyasında bile durum bu iken, muhafazakâr eğilimli kamu yöneticilerinin Bizans’a sempati duymalarını beklemek abes olur herhâlde. Nitekim 1992 yılında İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in İstanbul’un tarihî surlarını onarma hamlesi, 1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla kesintiye uğramıştı.
Erdoğan’ın o günlerde mensubu olduğu Refah Partisi’nin (RP) Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk’ün “Surları savunmak, Bizans’tan yana tavır almaktır. Biz Bizans havasında bir İstanbul istemiyoruz. İstanbul 600 seneye yakın bir tarihten bu yana bir İslâm şehridir. Bu görüntüsünün zedelenmesini istemiyoruz” demesine, Erdoğan şu hamasi ve milliyetçi sözlerle destek çıkmıştı: “Surların onarımı sürdürülmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Surların onarımı için ihale yenilenmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Bu milletten yana olun ve bu milletin değerlerine sahip çıkın. Bizim medeniyet götürdüğümüz ülkeler var. Ama bu eserlerin kalıntılarından o ülkelerde bir zerre bile yok. Domuzdan yana olmayın.”[21]
Birkaç gün sonra Erdoğan sözlerini şöyle tevil etti: “Surlar İstanbul’da bir fethi simgeliyor. Ancak İstanbul’un Osmanlılardan kalma cami, köprü, çeşme gibi eseri var. Bu eserin hepsi mekruh, hepsi onarım bekliyor. Önceliği onlara veririz, sıra sonra surlara gelir. Sayın Asiltürk’le konuştum. Kendisi sadece mezbele olan surların yıkılmasını kastetmiş.”[22]
Başbakan’ın Marmaray kazılarında bulunanları ‘çanak çömlek’ diye nitelemesini hatırlayınca aradan geçen 15 yılda Başbakan’ın dilinin yumuşadığını ama muhtevada pek değişiklik olmadığını söylemek yanlış olmaz.[23]
* * * * *
Türk ve Müslüman olduğu varsayılan Osmanlı sultanlarından I. Murat’ın Bizanslı Horofira (Nilüfer)…
Yıldırım Bayezid’ın annesinin Bulgar Marya (Gülçiçek)…
Çelebi Mehmet’in Bulgar Olga…
- Murat’ın Vronika…
Fatih Sultan’ın Sırp Despina (Hüma)…
- Bayezid’ın Fransız- Sırp Kornelya (Gülbahar)…
Yavuz Selim’in Pontuslu Rum (Ayşe)…
Kanuni’nin Polonya Yahudisi Helga (Hafza)…
- Selim’in Yahudi kızı Roksalan (Hürrem)…
III. Murat’ın Yahudi Raşel (Nurbanu)…
III. Mehmet’in Venedikli Bafo (Safiye)…
- Ahmet’in Yunan Helen (Handa)…
Genç Osman’ın Sırp Evdoksiya (Mahfiruz)…
- Murat’ın Sırp Anastasya (Mahpeyker)…
- Mehmet’in Rus Nadya (Turhan)…
- Süleyman’ın Sırp Katrin (Dilaşüb)…
- Ahmet’in Polonya Yahudisi Eva (Hatice)…
- Mustafa’nın Rum Evemia (Emetullah)…
III. Ahmet’in II. Mustafa ile aynı anneden…
- Mahmut’un Aleksandra (Saliha)…
- Osman’ın Sırp Mari (Şehsüvar)…
III. Mustafa’nın Fransız Janet (Mihrişah)…
- Abdülhamit’in Fransız İda (Şermi)…
III. Selim’in Ceneviz Agnes (Mihrişah)…
- Mustafa’nın Bulgar Sonya (Sineperver)…
- Mahmut’un Fransız Rivery (Nakşidil)…
- Abdülmecit’in Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide)…
Abdülaziz’in Roman Besime (Pertevniyal)…
- Murat’ın Fransız Vilma (Şevkefza)…
- Abdülhamit’in Ermeni Virjin (Tirimüjgan)…
Mehmet Reşat’ın Arnavut Sofi (Gülcemal)…
Mehmet Vahdettin’in annesinin Çerkes Henriet (Gülistan)…[24] olduğunu hatırlatarak “ecdat” hikâyelerine geçersek; kabul edelim ki biz Türkler pek bir şey “icat” edemeyiz ama iyi uydururuz.
Belki en palavracıları en yukarılara çıkarmamızın nedeni de budur, belki de siyaseti de bir uydurma yarışması sanıyoruz.
En iyi uydurduğumuz şeylerin arasında herhâlde “tarih” güzide bir yer tutar.
Bizim “ecdadımız” dediğimiz halifelerimiz efendilerimizin, o “attan inmeyen” padişahlarımızın hemen hemen hepsinin dedesinin Hıristiyan olduğunu hatta bir kısmının da papaz olduğunu biliyorsunuz değil mi?
Aranızdan bir kişinin, Başbakan da dâhil, Kanunî’nin dedesinin adını bilmediğine eminim.
- Bayezid diye öyle öyle bilgiç bilgiç gülümsemeyin, o babasının babası, ya annesinin babası kimdi?
Peki, halife efendilerimizin sarayı Topkapı’nın bahçesinde neden bir kilise var?
Peki, bizim ecdadımız dediğimiz Osmanlı’dan önceki atalarımız kimler?
Osmanlı kim peki?
Osmanlı’nın Kayı Aşireti’nden çıktığını biliyorsunuz diyelim, Kayı Aşireti hakkında ne biliyorsunuz?
Çok fazla bir bilginiz olamaz çünkü tarihte de çok fazla bir bilgi yok, Kayı Aşireti’nin varlığı bile kuşkulu.
Biraz daha geriye gidelim.
Osmanlı 1299’da kuruldu, Türkler Anadolu’ya 1071’de geldi.
Alparslan’la birlikte Anadolu’ya kaç Türk geldi?
“Türkler kim” sorusunu atlayıp başka soruya geçelim.
Bugün “Türk” olduğunu söylediğimiz 70 milyon insan Alparslan’la birlikte gelen “Türklerin” özbeöz çocukları mı?
Yoksa biz o gelen Türklerle Anadolu’da o zamanlarda yaşayan Bizanslıların, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin ortak çocukları mıyız?
Nasıl oluyor da “ecdadımız” sadece Türkler ve Müslümanlar oluyor o zaman?
Ecdadımız arasında Bizanslılar yok mu?
“Kahpe Bizans” demek neden ecdadımıza hakaret sayılmıyor?
Çünkü tarihi uyduruyoruz.
Kendimize Türk ve Müslüman bir tarih yazıyoruz.
Anadolu’nun bütün halklarını, koskoca Bizans’ı yok sayıyoruz.
Sanırsın ki hayat Anadolu’da Alparslan’ın ordusuyla başladı.
Tabii tarihi böyle uydurmaya başlayınca her şeyi uyduruyoruz.
Osmanlı padişahları da başka bir uydurmanın konusu oluyor.
Bugüne kadar Kemalistler bir tarih uyduruyordu, şimdi sıra muhafazakârların tarih uydurmasına geldi.
Onlara göre Osmanlı padişahları attan inmeyen, öpüşmeyen, sevişmeyen, başını duadan kaldırmayan pirifâniler.
Halife II. Selim’in lakabı “sarhoş Selim”, IV. Murat içkiden öldü.
Siz halifelerin payitahtı İstanbul’a gelen içki miktarını hiç merak ettiniz mi?
O zamanlar yapılan “ithalatın” kayıtları var, merak ediyorsanız bir bakarsanız.
Halifelerin haremleri kadınlarla doluydu.
O haremdeki kadınlardan sadece biriyle mi beraber oldu padişahlar?
Havuz âlemleri yapmadılar mı?
Sarayda kadınlar entrikalara karışmadılar mı?
Hadi sizin güzel hatırınıza “içoğlanlar” meselesine hiç girmeyeyim.
Biz böyle her başbakana göre yeni bir tarih uyduracaksak yandık.
Her devletin “resmî tarihi” vardır, her toplumun tarihi utançlarla dolu olduğu için onların bir kısmını “değiştirir” resmî tarih.
Ama insanlığın “cahil” kalmasını sanatçılar, bağımsız tarihçiler önler, onlar gerçekleri anlatır.
Bir toplum da resmî tarihin yalanlarından arındıkça gelişir ya da geliştikçe yalanlardan kurtulur.
Tarihi bir “fetiş” hâline getirmek, “putunu kendi yapar, kendi tapar” usulü bir tarih uydurup o tarihe tapınmak, geri kalmışlığın en belirgin özelliklerindendir.
Kendi kendimizi böyle bir geriliğe, böyle zavallı bir ezikliğe mahkûm etmenin ne âlemi var anlamıyorum, iyisiyle kötüsüyle koca bir tarihin çocuklarıyız, iki büyük imparatorluğun ortak topraklarında yaşıyoruz, o imparatorlukların mirasçısıyız.
Bugün zevkle dinlediğiniz “alaturka” müziğin kaynağı Bizans’tır.
Osmanlı devlet “geleneklerinin” ve yönetim tarzının önemli bir kısmı Bizans’tan ödünç alınmıştır.
“Ecdadımızın” bütün “ecdatlar” gibi iyi yanı da vardır, kötü yanı da, böyle kendimize bir tarih uydurup, bir de o uyduruk tarihin kalıplarına sığmayanları savcılara şikâyet etmek, ecdadımızın öpüşmesinden, sevişmesinden çok daha utanç verici bir zavallılığı ortaya koyar.
Gerçeklerden korkacak bir şey yok.[25]
Ama öyle; “ecdat” hikâyelerinin estetikleştirme (nafile) çabaları gerçeklerden korkuyor…
Örneğin Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun, ‘Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı’[26] başlıklı yapıtından bihabermişcesine!
AKP, “yeniden kurgulanmış” bir Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için canla başla çalışıyor. O halde, her fırsatta övülen, sokaklara köprülere adları verilen, anlı şanlı ecdadımız diyerek yere göğe sığdırılamayan, dizi filmlerle hakkında methiyeler düzülen Osmanlı Padişahlarının durumları, yaşamları ve nasıl sistem kurduklarını hatırlamakta yarar vardır.
Örneğin “Devlet Ebed Müddet” anlayışı ile kundaktaki bebekleri dahi toprağa gömdüren “siyaseten katl” olayı, Fatih kanunnamesindeki “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, nizam-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olunur…” fermana dayandırılsa da “devletin sürekliliği gerekçesi”yle uygulanan bu vahşet Fatih ile başlamadı.
Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren padişahların bu işi yaptırdığının vesikaları bugün tezlere konu edilen hakikâtlerdir.
Kuruluş devrinden itibaren evladını ve/veya kardeşlerini öldürten padişahların kimi vukuatları şöyledir:
Toparlarsak: Taht kavgası nedeniyle kardeşini, onların çocuklarını, eniştesini, akrabalarını topluca öldürten ecdat! (Örnek: 3. Mehmet, aralarında kundaklık çocukların da olduğu 19 kardeşini öldürtmüştür.)
Üstelik “asil” kanın akıtılmasının günah sayılması nedeniyle bu öldürüm için kement ya da ok kirişi kullanan ecdat! (Örnek: Yavuz Sultan Selim, ağabeyi Ahmet’i yay kirişi ile boğdurtmuştur.)
Akrabasının başını kestiren ecdat! (Örnek: Yıldırım Bayezit, eniştesi olan Karamanoğlu Alaaddin Bey’in kesik başını mızrağa taktırarak kent içinde dolaştırmıştır.)
Boğdurdukları akrabalarının gömütlerinin bile bilinmediği ecdat! (Örnek: Kanuni’nin boğdurduğu oğlu Şehzade Bayezit ve onun çocukları Sivas’ta gömülmüşlerdir, ancak gömütleri belli değildir.)
Paşalarını, oğlunun sünnet düğününe eğlencelik yapan ecdat! (Örnek: 3. Murat, oğlu Şehzade Mehmet’in 56 gün süren sünnet düğününde Rumeli Beylerbeyi İbrahim Paşa’yı “düğüncübaşı”, Anadolu Beylerbeyi Cafer Paşa’yı da “şerbetçibaşı” yapmıştı.)
Anadolu insanını, Türkleri yok sayan ecdat! Halk ozanlarının deyişiyle “Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı” ecdat!
“Ki beyler başladı zulme/ Ve rağbet kalmadı ilme” diye tanımlanan ecdat![28]
Şimdi Martín Luther King’in, “Nerede durduğunuz fark etmez, ne kadar popüler olduğunuz fark etmez, ne kadar eğitimli olduğunuz fark etmez, ne kadar paranız olduğu fark etmez, onlara sahipsiniz çünkü bu evrende bazıları onları edinmeniz için size yardım etti. Ve bunu gördüğünüzde, kibirli olamazsınız, mağrur olamazsınız. Bulunduğunuz yeri tarihsel olaylar nedeniyle ve arka planda bulunan bireylerin sizin orada duruyor oluşunuzu mümkün kılmaları nedeniyle elde ettiğinizi keşfedin,” vurgusu eşliğinde soralım: Tarihimizde hiç leke yok mu gerçekten?
“Bizim insanımız katiyen böyle bir şey yapmaz” diyebilir miyiz gerçekten? 6-7 Eylül olaylarında insanları linç edip evlerini ve dükkânlarını yağmalayanlar, Kahramanmaraş katliamında evleri basıp çoluk çocuk demeden düşman bellediklerini öldürenler, Sivas’ta insanları otele kıstırıp diri diri yakanlar uzaydan mı gelmişti? Son otuz yılda Güney-Doğu’da öldürülen Kürt/Türk binlerce sivili de mi uzaylılar katletti?
Hangi dinden ya da milletten olursa olsun, cani, cani değil midir?
Zaten insanlık tarihi, her dil, din, ırk ya da milletten insanın diğerlerine karşı işlediği korkunç suçlarla, katliamlarla dolu değil midir? Bir tek “biz” mi sütten çıkmış ak kaşığız? Ecdadımız yüz yıllar boyu onca ülkeyi sevgi sözcükleri ve çiçek dağıtarak mı fethetti? Tarihimize bir de kılıçtan geçirilen o “öteki”lerin gözünden hiç mi bakamayacağız?
Hem, “bizim devletimizi yönetenler tarih boyu hiç suç işlemediler” desek, buna önce kendimiz inanabilecek miyiz?
Unutmamalı: “Günümüzde sessiz kalmak zor, sessiz kalamamak da insana huzur ve sakinlik veren o iç sözü duymamızı engelliyor. Toplum bize durup kendimizi dinlememizden ziyade bütünün parçası olabilmemiz için gürültüyü kabullenmemizi telkin ediyor…”[29]
“Hayır denilmesi gereken de budur!
* * * * *
Delisi, akıllısı ve kardeş katiliyle “gelenek”, “ecdat”, “tarihsel miras” ve Osmanlı vurgusu yapılırken hangi ecdat ve hangi miras sorularını yeniden yanıtlamak farzdır.
Bir kez kesin ki, Osmanlı, milliliğin semtine bile uğramadı! Millet çağı öncesine aittir ve üstelik sorun Türklükse, kurucu Osman’ın Şeyh Edibali’nin kızı olan eşi bir yana, tek bir “milli” Sultan Ana yoktur! Habsbourg ya da Orleans gibi bir hanedandır sadece Osmanlı, geniş topraklar üzerinde astığı astık kestiği kestik bir Saltanat kurmuştur. Öyle ki, anneleri Moldavyalı, Yunan, Romen… olan Sultanlar, sadece kendi iki dudakları arasından çıkanlar kanun olsun diye işe kardeş katilliğiyle başlayıp önlerine çıkanların kellelerini alarak devam etmişlerdir. Yasama, yürütme ve yargı “uyum içinde” uhdelerine olmuştur!
Kim öyleyse ecdat? Musa ve Mehmet Çelebiler mi, Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin mi? Biz, Bedreddin’in soyundanız, onun ve mücadelesinin mirasçısıyız.
On binlerce Türkmen’e kıyan Yavuz Selim mi, oğullarını gözünü kırpmadan boğduran Kanuni Süleyman mı, ağır vergilerle inletilmiş topraksız köylünün başına geçip ayaklanan Yozgatlı Şeyh Celal ya da onun ardından yürüyen Kalender mi? Biz Celal’in, Kalender’in mirasçısıyız. Sultan Süleyman’la oğlu sarhoş II. Selim mi, Pir Sultan Abdal mı? Tabii ki Pir Sultan!
Celalilerin kuşkusuz, eleştirilecek yanları var… Ancak biz kardeş katili zorba Sultanların değil, onlara karşı mücadele yürütenlerin mirasçısıyız.[30]
17 Temmuz 2023, 12:52:45, Çeşme Köyü.
N O T L AR
[1] Karl Marx.
[2] “Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir. Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.58.)
“Hayatı dev bir sorun, bir denklem, daha doğrusu kısmen birbirlerine bağlı, kısmen de bağımsız bir denklemler yumağı olarak düşünün… Bu denklemlerin çok karmaşık, sürprizlerle dolu olduklarını ve çoğu zaman ‘köklerini’ keşfedemediğimizi unutmayın.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.11.)
[3] aktaran: Alev Coşkun, “Modernleşme Hikâyemiz-1”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2020, s.8.
[4] Meltem Akyol, “Mustafa Alp: Vallahi Bildiğiniz Gibi Değil”, Evrensel Hayat, 4 Aralık 016, s.12-13.
[5] Selin Ongun, “Prof. İlber Ortaylı: Herkes Tarihi Değiştiriyor, Herkes Sultan Süleyman!”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2015, s.10.
[6] Hasan Ateş, “Osmanlı Tarih Yazımında İktidar ve Tarihçi İlişkisi”, Evrensel, 2 Aralık 2018, s.9.
[7] Nazım Alpman, “1922 İzmir Yangını”, Birgün, 8 Eylül 2022, s.7.
[8] Abbas Güçlü, “Sarıkamış Destan mı Yoksa Hezimet mi?”, Milliyet, 1 Nisan 2016, s.21.
[9] “Artık Padişahlar da Koruma Altında”, Yeni Yaşam, 2 Temmuz 2020, s.6;.
[10] “Emine Erdoğan: Harem Okuldur”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.18.
[11] “Bir Reklam, Birçok Hata”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.15.
[12] Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 2013.
[13] Ayşe Hür, “… ‘Barbar Türk’, ‘İdraksiz Türk’, ‘Müslüman Türk’…”, Radikal, 27 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/barbar-turk-idraksiz-turk-musluman-turk-1495713/
[14] Özdemir İnce, “Aşkı Eflatuni”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2020, s.3.
[15] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği (Kültür Tarihinin Kaynakları) Kültür Bakanlığı Yay., 1993.
[16] “İster güler yüzle ister kaba saba gerçekleşsin, kültürel istila her zaman istilaya uğrayan kültürün özgünlüklerini kaybeden veya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan insanlarına karşı bir şiddet edimidir.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.129.)
[17] Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken, Anadolu Kültürü ve Türk Kimliği Üzerine, Ülken Yay., s.415.
[18] Yalçın Bayer, “Türk Ordusu Nedir Bil”, Hürriyet, 22 Şubat 2015, s.18.
[19] Serdar Korucu, “Ermeni Tarihçilerin Gözünden Malazgirt”, 25 Ağustos 2017… https://m.bianet.org/bianet/tarih/189382-ermeni-tarihcilerin-gozunden-malazgirt
[20] Ayşe Hür, “561 Yıldır Fethetmeye Doyamadığımız İstanbul”, Radikal, 1 Haziran 2014, s.18-19.
[21] Milliyet, 27 Aralık 1994.
[22] Milliyet, 31 Aralık 1994.
[23] Ayşe Hür, “Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul”, Taraf, 22 Mayıs 2011, s.12.
[24] Özgen Acar… “Aile İçi Evlilik! (2)”… Cumhuriyet… 4 Temmuz 2017… s.14.
[25] Ahmet Altan, “Ecdadımız Palavraları”, 28 Kasım 2012… https://www.ensonhaber.com/gundem/ahmet-altan-ecdadimiz-palavralari-2012-11-28
[26] Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara Üniversitesi Yay., 1972.
[27] Süleyman Kani İrtem, Osmanlı Sarayı ve Haremin İç Yüzü- Muzıka-i Hümayun ve Saray Tiyatrosu, Temel Yay., 1999.
[28] Işık Kansu, “Övündükleri Ecdat!”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2022, s.12.
[29] Alain Corbin, Sessizliğin Tarihi, çev: Işık Gören, Kolektif Kitap, 2021
[30] Mustafa Yalçıner, “Hangi Tarihsel Miras? Hangi Ecdat?”, Gündem, 30 Ocak 2016, s.14.