Yeryüzünün karşı karşıya kaldığı ekolojik yıkımın nedenleri kavramak için bugün olduğu kadar geçmişe de bakmak gerekiyor. Çünkü biz birçok şeyin “böyle gelmiş böyle gittiğini” düşünüyoruz. Oysa hiç de böyle değildir.
Tarihçiliğin yeni gelişen bir dalı olarak çevre tarihi çalışmaları bu açıdan çok önemli. Goergo Minbout, Yaban Yaşam: Karayı, Denizi ve İnsan Yaşamını Yeniden-Yabanlaştırmak (Everest Yayınları) kitabında Avrupa’daki bugünkü bitki örtüsünün nasıl insan eliyle yaratıldığını anlatır. Avrupa’daki uzun iç savaşlar, pandemiler sonrası yok olan işgücünün baskısıyla başlayan hayvancılık faaliyetleri için Mezopotamya’dan getirtilmiş olan koyunlar ve keçiler hızlı bir şekilde Avrupa’nın kırlarındaki bitki örtüsünü değiştirmiştir.
Monbiot’ya göre özellikle İngiltere’ye hâkim olan uçsuz bucaksız kır manzaraları bölgenin gerçek yaban doğasını yansıtmaz, bunlar tamamen insan ürünü manzaralar; bilinçsiz otlatmanın, hayvancılığın ya da monokültür tarım üzerine kurulu çiftlik işletmeciliğinin ürünüdür. Ama insanlar bunun hep böyle olduğunu düşünmeye yatkındır. Buna “Alt Çizgi Kayması Sendromu” (baseline sendrom) adı veriliyor.
Anadolu’nun da birçok bölgesinin bugünkü halinin hep böyle olduğunu düşünürüz. Orta Anadolu ve Mezopotamya hep ormansız, bozkır düşünürüz. Karadeniz’i fındıksız ve çaysız düşünemeyiz. İşin daha kötüsü ekolojistlerin bütün uyarılarına rağmen meseleyi hala “üç beş ağaç meselesi” olarak görüp, Akbelen’de üç beş ağaç kesilse, Şırnak’ta üç beş ağaç yansa ne olur, ne de olsa Orman Genel Müdürlüğü “vatan”ın her bir yerinde gençleştirme çalışmaları yapıyor, kesilen ağaçların on misli, bin misli fidan dikiyor, deyip geçiyoruz.
Osmanlı’dan Türkiye’ye
Bu yüzden bugünkü doğanın nasıl oluştuğunu görmek çok önemli. Hem bugün açısından hem gelecek açısından.
Fakat çevre tarihi elbette bununla sınırlı bir alan değil. Çevresel tarih, geleneksel tarih yazımının siyasi, askeri, sosyal, iktisadi ve kültürel kerterizlerinin yanına doğal çevrenin toplumsal tarihi şekillendirmede ve toplumsal gelişmenin de doğal çevreyi şekillendirmede nasıl/ne kadar etkili olduğuna dair bir yeni bir bakış açısı getiriyor. Tarihi, canlı-cansız varlıklar arasındaki etkileşim üzerinden yazmaya niyetlenen bir bakış açısı bu. Toplumsal tarihi, doğa tarihinden ayrı olarak ele almak ya da sadece toplumsal tarihe etkileri ile ek bir veri olarak dahil ederek ele almak, aslında sadece yaşadığımız felaketleri anlamamızı zorlaştırmaktan başka bir şey yapmamış oluyoruz.
1970’lerde ihya olan çevre hareketleri ile birlikte ayrı bir disiplin olarak gelişimini hızlandıran çevre tarihi çalışmaları Türkiye açısından oldukça yeni. Daha önce çevrilen çevresel tarih çalışmalarının önde gelen isimlerinden biri olan J. Donald Hughes’ın Çevresel Tarih Nedir? (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2021), Sultan’ın Nehirleri –Osmanlı İmparatorluğunda Fırat ve Dicle (Faisal H. Husain, Timaş yayınları, 2023) gibi naçizane eserlerden sonra Onur İnal ve Yavuz Köse’nin derledikleri İktidar Tohumları-Osmanlı Çevre Tarihi Üzerine İncelemeler kitabı bu alanda ufuk açıcı bir çalışma niteliğinde.
Kitabın derleyenlerinin de belirttiği gibi, elbette birçok Osmanlı tarihçisi, çalışmalarında Osmanlının köylülerini, tarımsal üretim faaliyetlerini, toprak kullanma şekilleri ve kent-kır ilişkilerinin dönüşümlerini, salgınlar, afetler ve diğer çevresel sorunların toplumsal sonuçlarını bir şekilde ele almışlardır. Bu açıdan aslında elde oldukça geniş bir veri olduğu söylenebilir. Ama bunların çevresel tarih bakış açısından yeniden ele alınması, karılması gerekiyor.
Türkiye’nin neoliberalizme adım attığı 12 Eylül 1980’den başlamak üzere ama özellikle son 20 yılında çok ağır bir ekolojik yıkım sürecine girdiği aşikar. Bu hem sorunların çeşitlenmesi (öncesinde hava kirliği, plastik, sanayi atıkları ya da genel olarak çöplerden kaynaklanan kirlilik gibi sorunlar) hem yaygınlaşması hem küresel olgularla (iklim krizi başta olmak üzere) birleşmesi ve hem de bu üçüne bağlı olarak artık geri dönüşün mümkün olmadığı bir raddeye ulaşması anlamına geliyor. Düşünün, Marmara Denizi’ni nasıl tekrar hayata çevirebileceğiz ya da yok olan gölleri nasıl yeniden geri getireceğiz?
İdeolojik kalıpla temellendiren hegemonik iklim siyaseti
Ekolojik yıkımın sonuçlarına nasıl çare bulacağımıza yanıt aramaya, biz ne zamandan beri ağaçlara kereste diye bakmaya başladık, ne zamandan beri “su boşa akıyor” deyip üzerine bendler inşa etmeye, sadece “can suyu”nı yatağına bırakmaya başladık, gibi sorulara yanıtlar arayarak başlamak gerekir. Çünkü doğanın evrensel metabolizmasının bir parçası olarak yeryüzünde türeyen ve gelişen insan türü olarak “doğayı paraya çevirmeyi” belli gelişmelerin sonunda öğrendik.
Ekolojik sorun, ezelden beri var olan bir sorun değildir. Belli bir zamanda, insanların üretim faaliyetlerinin tarihsel gelişiminin belli bir evresinden sonra ortaya çıkan bir sorundur. Ekolojik düşünce dünyasında, insanın her türlü üretim faaliyetinin doğa üzerinde bir şiddet, tahakküm kurma olarak ele alan mistik, psikolojik görüşler vardır. Bazı “derin ekolojistler”, insanın tarım öncesi toplayıcı yaşama geri dönmesini “doğaya dönüş” olarak savunuyorlar. Tersinden ise, bugünkü ekolojik yıkımı, mesela iklim krizini “insan faaliyetlerinin bir sonucu” ideolojik kalıpla temellendiren hegemonik bir iklim siyaseti var. Her iki yaklaşım da tarih ve toplum dışıdır. İnsanın her faaliyeti doğa üzerinde bir şiddet olmadığı gibi, mevcut ekolojik yıkımdan da bütün “insanlar” sorumlu tutulamaz.
Doğa bütün canlılara yaşamını sürdürmesi gerekli “kullanım değerleri”ni verir. Her canlı, canlı kalmak için geliştirdiği fizyolojik ve türsel özellikleri sayesinde “besin döngüsü”nde yer alır. İnsan da bu döngüde yer almış ve milyonlarca yıl döngüye tabi olarak yaşamını sürdürmüştür. “İnsanlık tarihi”nde insan türü elbette başka türler üzerinde etkisi olmuştur, belli bölgelerde bu etkileri yıkıcı da olmuştur ama bugünkü düşüncemize egemen olan “doğa-insan/kültür” ayrımı esas olarak kapitalizmle beraber ortaya çıkmıştır.
Kapitalizmle birlikte üretim kullanım değerleri ve fazladan egemen sınıfın sefahati ve ordularının beslenmesi için angaryalardan farklı olarak “görünmez el” tarafından düzenlenen Pazar için “değişim değerleri” üretimi olgusu evrensel bir olgu haline gelmiştir. Karl Marx, Grundrisse’de kapitalist üretim tarzının ortaya çıkışı ile “ilk kez doğanın insanoğlu için salt bir obje, bir fayda nesnesi haline geldiğini; kendi için bir güç olarak tanınmayı bıraktığını; otonom kanunların teorik keşfinin, onu bir tüketim nesnesi veya bir üretim aracı olarak insan ihtiyaçlarına tabi kılmak üzere yalnızca bir tezgah gibi göründüğünü” yazar. Bu bakış açısının gelişimini düşünce dünyasında da faydacılık felsefesi ve pozitivist bilim anlayışında görürüz.
Kapitalist üretim çağının kızıl şafağı
Doğanın yaygın biçimde yağmalanmaya başlanması ancak kapitalist sanayi devrimiyle ortaya çıktı. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte “makineler, kimyanın sanayi ve tarıma uygulanması, buharlı taşımacılık, demiryolları, elektrikli telgraflar, kocaman kıtaları ekim için boşaltması, nehirlerin kanalizasyonlaştırılması” ile Doğa’nın kuvvetleri sermayedarlara boyun eğdirilmeye çalışılmıştır. “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, madenlerde yerli halkın imhası, köleleşmesi ve gömülmesi, işgalin başlaması ve Doğu Hint adalarının yağmalanması, Afrika’nın siyah derililerinin ticari avı için bir mahal haline dönüşmesi kapitalist üretim çağının kızıl şafağını işaret etti. Bu pastoral gelişmeler ilkel birikimin temel anlarıdır.” (Kapital)
İktidar Tohumları –Osmanlı Çevre Tarihi Üzerine İncelemeler derlemesi, kapitalistler için doğanın “doğal kaynaklar”, insanların da “insan kaynakları” haline getirilmesi tarihinin Osmanlı veçhesini ele alıyor. Derlemedeki makaleler, elbette altı yüzyıllık bir imparatorluğun bütün dönemlerini ve bütün sorunları ele alma iddiasını taşımıyor. Derleyenlerin de belirttiği gibi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun çevre tarihi denizleri, gölleri, nehirleri, dağları, ormanları, ovaları, çölleri, kasabaları, köyleri, insanları ve hayvanları içeren binlerce parçalık bir yap-boza benziyor…” Kitabın her bir bölümünde anlatılan hikaye ile bu yap-boza bir parça daha eklenmiş oluyor. Yeni çalışmalarla yap-boz daha bütünlüklü bir ve anlamlı hale gelecektir.
Kitaptaki makaleler dört bölüme ayrılmış: “İklim ve Tabiat”, “Kaynaklar ve Enerji”, “Teknolojiler ve Altyapı” ve “Fikirler ve Aktörler”. Bölüm başlıklarından da anlaşılacağı gibi, oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmış bir imparatorluğun farklı dönemlerindeki ayakta kalma süreçleri doğa tarihinde gelişmelerle (iklim değişimi, kuraklık gibi) nedensel bağlarıyla ele alınırken geliştirilen başa çıkma yöntemlerinin doğal ortamda yarattığı değişimleri ele alıyor.
Kitaptaki makaleleri okudukça, kendi toplumsal formasyonundan dolayı yaşadığı krizler (uçsuz bucaksız imparatorluk sınırlarını korumak için beslenmesi imkansız bir ordu ve bürokrasi gibi) içindeki İmparatorluğun, o genişlerken kendisi başka iç sorunlarla cebelleşerek geliştirdiği üstünlüklerle Avrupa devletleriyle yaşadığı gerilimli ilişkiler içinde çok hızlı ekonomik, siyasi yıkım sürecinin aynı zamanda ekolojik yıkımın da tohumlarını attığını görüyoruz. Bunu bazen üzüm ve pirinç üzerinden, bazen çöp üzerinden bazen de su üzerinden nasıl atıldığını öğreniyoruz.
Şirketler, köylülere “değişim değerleri” satarken
Yaşadığı mali kriz, o zamana kadar sadece donanmanın ve İstanbul’un kereste ihtiyacının karşılanmasının garanti altına alınması kısmıyla ilgilendikleri ormanların birdenbire hazineye para girişi sağlayacak bir “kaynak” olarak yönetimin konusu oluyor. Tabii ki bu fikri de kapitülasyonlarla Osmanlı’daki ormanları, madenleri “işletmek” için geniş avantajlar elde eden Avrupalı şirketler sayesinde edindiler. Avrupa’nın kereste ihtiyacını karşılamak için harekete geçen şirketler yereldeki mütegallibe ile işbirliği yaparken, zaten uzun zamandır bitmeyen savaşların ve artıkça artan vergilerin baskısı altındaki köylülerin bu baskıdan kaçmaları için “çit bozma” fırsatı yaratıyor. Demiryolları inşası, hem şirketlere yol güzergahının etrafındaki ormanı ve diğer “doğal kaynaklar”ı işletme hakkı tanıyor, hem de bu bölgelerdeki yerli üretimi dünya pazarına bağlamanın aracı oluyor. Şirketler, köylülere dünyanın farklı yerlerinde üretilmiş “değişim değerleri” satarken, köylüler de o zamana kadar kendi ihtiyaçları için ürettikleri ürünleri artık “değişim” için üretmeye başlıyorlar.
İktidarın Tohumları’nı okurken çevre hareketinin tarihinin de yeniden yazılması gerektiğini duyumsadım. Genel olarak çevre hareketlerinin tarihi, Avrupa ve Amerika’daki doğa koruma derneklerinin ortaya çıkışı ile başlatılmaktadır. Bu da bir başka egemen anlayışı besliyor. Özellikle de kapitalist üretim ilişkilerinin kırda ve kentteki “ilkel birikim”ine karşı kendi müştereklerini, yaşamlarını savunmak için harekete geçen köylüleri, işçileri içermiyor bu tarih anlatısı. Kitaptaki Selçuk Dursun’un orman müştereklerinin mülkiyet bakımından hukuki durumunun değiştirilmesi ile ortaya çıkan tartışmalar bu açıdan çok önemli. Çünkü müştereklerin devletin düzenleyiciliği ile özelleştirilerek şirketlere devredilmesi Osmanlı’dan bugüne gelişerek devam eden bir olgu. (Yeri gelmişken Cumhuriyet döneminde de köylülerin müştereklerinin gaspı ve buna karşı köylülerin direnişine dair Begüm Ö. Fırat’ın çalışmalarını hatırlayalım.) Bunun son örneğini de Muğla’da köylülerin müşterek bir alanı olan Akbelen ormanının bir şirketin 3-4 yıllık kömür ihtiyacı için kesilip kömür ocağına çevrilmeye başlanmasında görüyoruz.
Bugün yaşadığımız çevresel sorunların nasıl bir tarihe sahip olduğunu araştırmak, sorunun nerede doğduğunu anlamamızı, bu da çözüm konusunda daha sağlam bir temele sahip olmamızı sağlayacaktır. Bu açıdan çevre tarihi alanına ilgi göstermek, çevre hareketinin de can alıcı sorunlarının aşılmasına da katkı sunacaktır.